“Eylem” ilk başlarda daha çok sol literatürde kullanıldığı için 1970’li yıllardaki üniversite hayatımızda gıcık olduğumuz bir kelime idi. Zaman içinde alıştık tabii. Ancak biz eylemi daha çok üniversite ve işçi olayları ile özdeşleşen bir kelime olarak tanıdığımız için aklımızın bir ucunda, kafamızın bir köşesinde işgal, boykot, grev, baskın, kavga çağrıştıran bir kelime, bir aksiyon olarak kalmaya devam ediyor.

Son olarak Cumhurbaşkanı’nca açıklanan “İnsan Hakları Eylem Planı” yeni bir keşif gibi sunulmaya çalışılsa da 1948 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun Paris’te yapılan 183. Oturumu’nda kabul edilen 30 maddelik bir İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi var. Türkiye de bu oturuma katılıp olumlu oy kullanmıştı. 1215 yılında İngiltere’de imzalanan Magna Carta’nın da günümüzdeki Anayasa anlayışına temel oluşturduğu söylenir. Ancak, Magna Carta’dan tam 480 yıl önce, 735 yılında “İnsan Hakların Evrensel Beyannamesi” ya da “Eylem Planı”nı ilk açıklayan Bilge Kağan atamızdır. “Açları doyurup çıplakları giydirme, iyiyi, doğruyu, güzeli öğütleme ve haksızlıklara karşı uyanık olma” gibi erdemleri açıklayan o bildiri, o beyanname, o eylem planı ya da Türklüğün kayda geçirilen ilk Anayasası bengü taşa kazınmış olarak hala bugünkü Moğolistan sınırları içinde dimdik ayakta duruyor.

Günümüzde uygulamada olan Anayasamız insan haklarını koruyan, gözeten maddelerle dolu. Yürürlükte olan kanunlar da mümkün ölçüde o doğrultuda hazırlanmıştır. Gelin görün ki bizde “yorum” ve “uygulama” farklılıkları olduğu, “Gelenin keyfine göre geçmişe kalkıp sövme” anlayışı olduğu için olanı beğenmez, tepkileri gidermek ve güya “Yeni bir başlangıç” yapmak için aynı maddeleri boyayıp süsleyerek ortaya süreriz.

Bugünlerde bazı gazetelerde ve özellikle sosyal medya hesaplarında bir nostalji rüzgarı esiyor. Millet, 1970’li, hatta ihtilal yönetiminin hüküm sürdüğü 1980’li yıllarda yayınlanan karikatürleri, yapılan siyasi esprileri arşivlerden çıkarıp yayınlıyor. Demirel’in, kendi mitinginde CHP bayrağı açan çocuğu yanına çağırıp birlikte gülerek poz vermesi, Demirel, Özal, Erdal İnönü, Ecevit ve hatta asker disiplini ve ciddiyeti ile tanınan Türkeş’in dansözler gibi kıvırtan karikatürleri, Kenan Evren ve komuta kademesinin oyunlara, mizahlara konu edilip eleştirileri, Levent Kırca’nın, Nejat Uygur’un unutulmaz parodileri, Demirel ve Özal’ın kendilerini eleştiren oyunların sergilendiği salonlara gidip kahkahalarla seyretmeleri ve yine Demirel’in, kendisine küfreden bir vatandaş için avukatının açtığı davayı haber alınca, “Kim bilir adamı üzecek ne yaptık da bize küfür savurdu. Git de hemen o davayı geri çek” demesi…

Millet o günlerin hoş görüsüne hasretken günümüzde farklı bir durum var. Son altı yılda Cumhurbaşkanı’na hakaretten dolayı açılan davaların 70 bini bulduğu söyleniyor. On bin kişi bir şekilde mahkûm edilmiş, açılan tazminat davaları almış başını gidiyor. İnsanlar artık gerginlikten hoşlanmıyor ve eleştirmeyi, espri yapabilmeyi özlüyor; somurtmak değil gülmek istiyor.

Ortada uyulmayan, göz ardı edilen mevcut bir Anayasamız, uygulamada farklılıklar ya da keyfilik olan kanunlarımız varken öncelikle yapılması gereken mevcuda uymaktır ki yapılmak istenene güven duyulsun. Kaldı ki genel kanaat, açıklanan “9 Amaç, 50 Hedef”e ulaşmak için mevcut Anayasamız’ın ortaya koyduğu bir engel yok. Önemli olan zihniyetin değişmesi, uygulamadaki aksaklık ve keyfiliklerin giderilmesi…

Onun içindir ki tıpkı “2023’te Ay’a gideceğiz”, “2023’te bilmem kaç milyar metreküp doğalgaz çıkaracağız” müjdeleri gibi bu “İnsan Hakları Eylem Planı” da heyecan uyandırmadı. Çünkü milletin başka öncelikleri var. Tabir yerinde ise adeta can boğazda iken, virüs belası almış başını giderken, millet karnını doyurabilmenin telaşına düşmüşken, geleceğine dair endişeler taşırken ve üstüne üstlük vergi ve zam yükü altında ezilirken ortaya atılan “Müjdeler”, “Çılgın projeler” masal gibi geliyor.

“Aya gitme” meselesinin o günlerde ortalığı kasıp kavuran Ay çiçek yağı bulup ucuza alabilme telaşı ve parklara oturup “Ay çekirdeği çitleme” hasreti kadar heyecan yaratmadığını söyleyebilirim. Çünkü biz halkın içinde yaşıyoruz. Hele tam da o sıralarda Amerikalıların Ay’dan fersah fersah uzakta olan Merih’e araç indirmeleri, oradan fotoğraflar çekip göndermeleri oluşan cılız heyecanı da alıp götürdü, ümitleri söndürdü. Bir yandaş kanalda “Ay’daki -olup olmadığı bile belli olmayan- madenlerin çıkarılıp ekonomiye katkı sağlamasına dair” yapılan, yaptırılan program ise “Donmamış çocuğa don biçmek” olarak değerlendirildi.

Devlet İhale Kanunu’nda 198 defa değişiklik yapılmış olması, bazı müteahhitlerin vergi borçlarının silinmesi, vergiden muaf tutulmaları, temelinde müşteri garantisi ve ödemelerde hazine teminatı yatan “Yap İşlet Devret” uygulamaları milleti gerçekten endişelendiriyor. Şehir Hastaneleri, Avrasya Tüneli, İstanbul Boğazı’ndaki Üçüncü Köprü ve İstanbul – İzmir yolundaki Osman Gazi Köprüsü’nün götürülerinin getirilerinden fazla olduğu artık herkes biliyor. Bir örnek olarak Osman Gazi Köprüsündeki durum şu:

Köprünün 1,2 milyar dolara mal olduğu ve 22 yıl geçiş garantisi verildiği söyleniyor. Taahhüt edilen geçişler gerçekleşmediği için, Hazine tarafından telafi edilen meblağla yapımcı firma ilk dört yılda, köprü yapımına harcadığı paranın iki katını çıkararak 2,5 milyar dolar gelir elde etmiş. 18 yıl daha işletmeye devam edeceğine göre bu durumda 12 milyar dolar daha kazanacak demektir. 1,2 milyar dolar yatırım yapıp 15 milyar dolar kazanmak gibi karlı bir iş dünyanın neresinde vardır?

Yap İşlet Devret uygulaması ile yapılan diğer tesislerde de benzer durumlar var. Zafer Havaalanı, İstanbul Havalimanı, Şehir Hastaneleri vb… Devlet, müteahhit firmalara hazine garantisi verdiğine göre elini taşın altına koyan müteahhitler değil devlettir. O halde neden başkasına yaptırılıp zaman içinde en az on on beş kat fazla para ödeniyor? Devletin ilgili kurumlarının Yapı İşleri Daireleri arkalarında hazine garantisi olduktan sonra bu işi fevkalade yaptırabilirler ve yine Osman Gazi Köprüsü üzerinden gidecek olursak toplam maliyeti 15 milyar dolar değil de en fazla 1,5 milyar dolar olurdu. Milletimize, çocuklarımıza ve torunlarımıza devredeceğimiz bu borç yüküne yazık değil mi?

Durum ortada iken, “Çılgın Proje” olarak ilan edilen ve “İnadına yapılacağı” söylenen “Kanal İstanbul” projesi de heyecan uyandırmıyor, milleti üzüyor, endişelendiriyor. Sonunda yük milletin omuzlarına binecek. Çünkü 22 milyonu bulan icra dosyası varken, salgın döneminde uzaktan öğretim için büyük ihtiyaç olmasına rağmen 4,5 milyon civarındaki öğrencinin tablet ya da internet erişimi olmadığı için EBA’ya girememesi ortada iken, ekmek bayilerine “Askıda Ekmek” listeleri asılmışken, pazar yerlerinde atık meyve ve sebze toplayanlar çoğalmışken “Kanal İstanbul” için 50 milyon TL’lik hazine garantisinin yolunun açılması olacak iş değildir.

Uluslararası istatistikler açıklanıp duruyor. Milli gelirimiz devamlı düşüyor. 192 ülke arasında 74. Sırada olmamız bizim için kocaman bir ayıptır ve hal böyle iken çılgın projelerle avunmak lükstür, israftır ve Allah buyuruyor ki “İsraf haramdır!”

İktidarın artık ince eleyip sık dokuyarak kabahati muhalefette ve dış güçlerde arama kolaycılığından vaz geçip öncelikle kibir, gurur, büyüklenme, laf – söz dinlememe yüklerinden kurtulması gerekir. Atalarımızdan gelen meşhur bir ikazdır ki, “Danışan dağlar aşar, danışmayan düz yolda şaşar.”