Dinle ilgili tartışmaların kaynağında yatan sebeplerden biri de dinin misyonu ile ilgili algılarımızdır. Dinin kendine biçtiği misyonla, bizim ona biçtiğimiz misyon arasında dağlar kadar fark var. Bunu anlamak için Türk ve İslam dünyasının geri kalmışlığı üzerine yapılan tartışmalara bakmak kafi.

Bir çoklarına göre geri kalmamızın sebebi İslam'dan uzaklaşmak iken, diğer bazılarına göre de tam tersine geri kalmışlığın nedeni bizzat dinin kendisidir. Din terakkiye manidir tekerlemesi buradan çıkmıştır. Her iki görüşü seslendirenlerin çıkış noktası aynıdır; İslam'ı bir hayat nizamı olarak görmek yerine iktisadi bir proje olarak görmek, buna bağlı olarak kalkınmayı veya gerilemeyi dine bağlamak.

Her iki görüşün de yanlış olduğunu söylemeye gerek yok.

Dinden uzaklaşma gerileme sebebi olsaydı bugün en geri toplumlar Kiliselerin kapandığı, ateizmin yükseldiği Batı toplumları olurdu.

Keza din terakkiye mani olsaydı, Osmanlı, Selçuklu veya Endülüs Emevileri gibi dönemlerinin en ileri devletleri olmazdı. Kalkınma, dinlerin bir hali değil, toplumların din algılarının, hayat tarzlarının, sosyolojilerinin, kültürlerinin yarattığı bir durumdur. Her yeniliği din dışı ilan eder,çağın gereklerine uymayı ret ederseniz bu din anlayışı sizi geriliğe mahkum eder. Din ilerlemeye mani olmaz, ona mani olan dine biçtiğimiz misyon ve toplumların alışkanlıkları, hayat tarzlarıdır.

Semavi dinlerin hedefi ahlaklı insan, düzenli toplumdur. Vazettikleri kurallar bu amaca matuftur. Hedef, gönülleri fethetmek, hayatı anlamlandırmak, dünyayı herkes için yaşanabilir hale getirmek, her türlü ilerlemeye, bilimsel gelişmeye hayatı açık tutmaktır. Bundan sonrası toplumların kendi gayretlerine, çalışmalarına, yaşadıkları çağın icaplarına göre davranmalarına bağlıdır. Çalışmayan, iş ahlakına sahip olmayan, kuralsız yaşayan, aklını kullanmayan, bilime önem vermeyen toplumlar en yüce, en ekmel dine sahip olsalar da geri kalmışlıktan kurtulamazlar.

Batı ile aramızdaki fark, bizim dinimize sarılmamamız değil, çalışmamamız, koşmamamız,akla önem vermememizdir.Buna yukarıda ifade ettiğim yanlış din algımızı da ilave edebiliriz.Dini, kalkınmanın manivelası olarak görmek ne kadar yanlışsa onu dünya umuru ile ilgisiz bir ahiret rehberi olarak görmek de yanlıştır. Din, bu dünya için gelmiştir, bize vazettiği her şey de aslında bu dünya ile ilgilidir. Dini dünyadan koparıp, ahiret işi haline getirmenin sonucu dünyaya karşı kayıtsızlık, meskenet ve tembelliktir. Bir lokma bir hırka anlayışı -zahitlerin, dünyadan kopup, ahirete adanmışların- yolu olabilir ama toplumların, milletlerin yolu bu olamaz. Fakirliği yüceltmek de bu bağlamda değerlendirilebilir. Zira, fakirliği yüceltmek insanları kalkınmanın dinamosu olan çalışmaktan, terlemekten, daha fazlasını istemekten alıkoymaktır. Bir nevi tembelliği dindarlık haline getirmektir. Oysa İslam fakirliği değil, veren el olmayı teşvik eder ve fakirliğin neredeyse küfürle birlikte yazılacak kadar dinden uzaklaştırıcı olduğunu söyler. Bunun anlamı; fakirliğin insanı küfre itebilecek kadar yıkıcı olduğudur.

İslam, insana ahlak verir, hayatı anlamlaştırır, topluma düzen getirir, iyiliğin, doğruluğun, güzelliğin yollarını gösterir, toplumu ileri götürmek, ekonomik anlamda kalkındırmak ise o toplumların alışkanlıkları, sosyolojisi, kültürü, coğrafyası kısacası insan unsuru ile ilgilidir.Bunu anlamadığımız müddetçe ne kadar dindarlaşırsak dindarlaşalım bir adım ileri gidemeyiz.