Müslümanlar tarih boyunca belki de en çok aldatılan toplulukların başında gelir. Bunda araştırmadan, soruşturmadan, incelemeden önlerine konan her şeye inanmalarının tesiri büyük. Hâlbuki İslam irade sahibi insanın en makbul imanının tahkik ederek sağlama bağladığı inanç olduğunu söyler.

Tahkiki iman, taklide dayalı olmayıp düşünme ve araştırmaya bağlı her Mü’minden istenen gerçek inançtır. İman esaslarından her biri üzerinde, elden geldiğince akli ve ilmi çerçevede düşünerek, araştırarak, bunları kendine mal ederek, yürekten tatmin olarak inanmak, İslâm’ın emridir. Böyle bir imana sahip olan kimseyi şeytan yoldan çıkaramaz, inançsızlık şüpheleri karşısında sarsıntı duymaz.

Müslümanlar neden çok kolay kandırılıyor? Bunun sebeplerinin başında Kur’an’ın hakiki manada tetkik edilmemesi ve önlerindeki şahıslara Kur’an’ın ölçülerini aşan kutsiyetler atfetmeleri gelmektedir.

İslam, âlime bir fonksiyon yükler. Bu fonksiyon Allah (cc) adına vekil gibi iş yapmak değil, Allah(cc)’ı razı etmek için iş yapmak ve gerçekleri açıklamaktır. Ne yazık ki tarih boyunca Müslümanları aldatanlar kendisini Allah’ın vekili sayan âlim kılıklı tipler olmuştur. Hâlbuki Allah (cc) kendisine vekil değil, ayna olacak insanları âlim, ilim sahibi saymaktadır.

Günümüzde de Müslümanların en büyük aldanma noktaları bazı insanların kutsanarak olduğundan fazla misyon yüklenmesidir. Tıpkı batılı toplumlar arasında yaygın olan olağanüstü kişilerin (Süperman, Batman, Himen vs.) gelip kendilerini kurtarma inancı ve beklentisi olduğu gibi Müslüman toplumlarda da aynı inanç geçerli olduğu için hep olağanüstü zatlar beklemişlerdir. İslam tarihi boyunca zuhur eden ve on binlerce Müslümanın hayatına mal olan Mesih ve Mehdi hareketleri bunun tipik örnekleridir.

Günümüzde de özellikle tarikat ve cemaatler başlarındaki insanlara ya Mesih ya Mehdi ya da kurtarıcı imam misyonu yüklemektedir. İşte tam bu noktada aldatmaların da kapısı açılmaktadır.

Müslümanların Allah (cc) ile aldatılmalarını en çarpıcı örneğini FETÖ hadisesinde gördük. Gülen’in müritleri Gülen’e alabildiğine büyük bir misyon yükleyerek onu Kutbu’l Aktap, Mesih, Mehdi ve Kainat imamı saymış ve sonunda Gülen onları birer bozuk para gibi harcamıştır.

Bu sadece Gülen’in peşinden gidenler için geçerli bir örnek değil ülkemizde. Hemen bütün tarikat ve cemaatler (Günümüzde cemaat kavramının içi boşaltılarak menfaat gruplarına da maalesef cemaat denmektedir.) başlarındakini kutsayarak adeta günahsız, hata yapmaz, yanılmaz ilan etmekte ve böyle inandıkları içinde onların söylediklerini asla herhangi bir araştırmaya, incelemeye tabi tutmazlar. Çünkü kutsadıkları kişi artık Allah (cc) adına hareket ettiği için yanılabileceği akıllarına bile gelmez.

Son günlerde yaşanan bir hadise ayrım yapmadan bütün tarikat ve cemaatlerin aynı vartaya düştüklerini bir kez daha gösterdi. Kendilerini “İndirilen din mensubu” sayan, diğer Müslümanları ise “Uydurulan din mensubu” ilan eden bir güruh, başlarında kutsadıkları kişinin ayetin tespitiyle Mü’minlerin annesi Hz. Hatice (ra) annemize yaptığı “İki erkekten arta kalan” şeklindeki hakareti bile içselleştirmekte ve liderlerine toz kondurmamaktadırlar. Bu durum aslında zihni alt yapılarında liderlerini yarı tanrı konumuna koymalarından kaynaklanmaktadır.

Yıllar önce Kadir Mısıroğlu, “Fetullah’ı yirmi yıl önce söyledim. Şimdi tekrar ikaz ediyorum. Mustafa İslamoğlu’na mani olunmaz ise o da geleceğin FETÖsüdür.” Diye açıklama yapınca kendisini eleştirmiş ve İslamoğlu’na haksızlık yaptığını yazmıştım. Yaşanan olaylara ve müritlerinin İslamoğlu’nu putlaştırmalarına bakınca Kadir Mısıroğlu’nun ne kadar haklı olabileceğini bir kez daha düşünmek zorunda kaldım.

İslamoğlu yıllardır kendisi ve peşinden gidenlerin “İndirilmiş din” mensubu olduğunu ilan ederek güya Kur’an’ı en iyi kendilerinin anladığını ve yaşadığını ileri sürmüştür. Bu durumda diğer Müslümanlar yani kendi grubuna mensup olmayan Müslümanları ise Kur’an yerine geleneklerle örülmüş bir inanca sahip oldukları için “Uydurulan din” mensubu olduklarını iddia etmiştir. Sadece şu durum bile İslamoğlu ve grubunun ne kadar “Kibir ve enaniyet” sahibi olduğunu göstermeye yeter de artar bile.

İslamoğlu’nu uzun yıllardır dışarıdan takip ediyorum. Bütün kitaplarını okumuş ve istifade etmiş biri olarak şunu tespit ettim. İslamoğlu kitaplarında daha ılımlı bir dil kullanırken konuşmalarında diğer Müslümanları rencide eden, aşağılayan itici bir dil kullanmayı itiyat haline getirmiş. Bunu “konuşmanın şehvetine kapılma” olarak değerlendirebiliriz ama bu sık sık tekrarlanınca aynı hüsnü zannı beslemek oldukça zorlaşıyor.

İslamoğlu, gözlemlediğim kadarıyla genelde gündemden düştüğü bazı zaman dilimlerinde sanki yeniden gündeme gelmek için toplumun rijit saydığı konularda fikirler serdetmekte ve haliyle de büyük tepkiler almaktadır. Bu tepkilere verdiği cevaplara bakınca İslamoğlu’nun bunu bilerek yaptığı kanaati hasıl olmaktadır. Öyle ya, “reklamın kötüsü olmaz” derler. “Gündeme gelelim de tepkiler normal” mantığı ile hareket etmenin sonunda kendisini yakan bir ateş topuna dönüşebileceği ihtimalini inşallah düşünüyordur.

İslamoğlu’nun büyük tepki alan konuşmalarından bazılarını örneklendirelim isterseniz:

Fetullah şeytanının foyaları bir bir meydana çıktığı dönemlerde İslamoğlu Gülen’i eleştirenlere karşı durmuş ve “O bir âlim, bizim hocamız, yetiştirin de göreyim. Hadi bir Fethullah Hoca yetiştirin göreyim sizi. Hoca’nın ayakkabısını yetiştirin alnınızdan öpeyim sizi. Karalamak kolay, birbirimiz hakkında konuşacaksak iyi konuşalım. Bu bir hastalık!” şeklindeki sözleriyle Fetullah’ı savunmuştur. Haliyle Fetullah’ın İslam ve millete zararlarını bilenler tarafından da eleştiri bombardımanına tutulmuştur.

İslamoğlu başka bir konuşmasında ise Resulullah(sav)’ın isminin bahsedildiği yerlerde “Sallallahu Aleyhi ve sellem” demek olan salavat getirmenin yalakalık olduğunu, kendisinin yalakalık yapmamak için salavat getirmediğini söylemiştir. Resul’ü baş tacı eden bir toplumda böyle bir söz tam anlamıyla bir densizlik olarak kabul edilmiştir. Müritleri tarafından kendisine Hoca denilmediği zaman kızan birinin Resulullah’a salavat getirenleri yalakalıkla suçlaması nasıl bir psikolojik travmadır, herhalde anlamak için İslamoğlu’nun çocukluğuna inmek gerekir diye düşünüyorum.

İslamoğlu bazen de kendi söyledikleriyle çelişen sözleriyle gündeme gelmiştir. Bunlardan biri de Hz. Adem (as) konusudur. Yıllarca “Hz. Âdem’in babası yoktur” görüşünü savunan İslamoğlu ne keşfetti ise birden bire Hz. Adem’e baba bulması ise tam bir çelişki örneği oluşturmaktadır.

İslamoğlu, Hz. Âdem’in babasının olduğuna delil olarak “Hiç şüphesiz biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık. Onu denemekteyiz. Bundan dolayı onu işiten ve gören yaptık.” (İnsan, 2) ayetini ileri sürdü. Güya bu ayet Hz. Âdem’in insan olduğu için doğal olarak aynı normal insanlar gibi bir rahimden doğduğunu ifade ediyormuş. Bu türden bir görüş tefsir tarihi içinde var mı bilmiyorum ama İslamoğlu bu hususta Hz. İsa’ya baba bulan Fetullah’ı hatırlatmaktadır. Bilindiği üzere Fetullah da Hz. İsa’ya baba olarak Resulullah’(sav)ı göstermiş ve “Kur'an'dan İdrake Yansıyanlar” adlı eserinin 247. Sayfasında Meryem Suresi nin 17. ayetinin mealini kendi ifadesiyle şöyle yapmıştı:

“Sonra, insanlardan gizlenmek için bir perde germişti. Ruhumuzu göndermiştik de ona tam bir insan olarak görünmüştü. " (Meryem Suresi, 17. Ayet) Acaba ne idi bu ruh? Hemen büyük çoğunluğu itibariyle bütün tefsirler, ayeti kerime de: "… ruhumuzu gönderdik… "diye belirtilen ruhun Cebrail (a.s.) olduğunu ifade etmektedirler. Ne var ki, burada Kur'an "Ruh" tabirini kullanıyor; ruhun tayinin de ise ihtilaf vardır. İhtimalin sınırları ise ihtilafın çerçevesini aşkındır; hatta Efendimizin ruhunu içine alacak kadar da geniştir. Evet bu da muhtemeldir; zira Hz. Meryem çok afife ve nezihe bir kadındı. Bu itibarla da gözlerinin içine başka bir hayal girmemişti ve girmemeliydi de. Ona sadece kendisine helal olan biri bakmalıydı. O da olsa olsa Efendimiz olabilirdi; zira o bir münasebetle Hz. Meryem'in kendisiyle nikâhlandığına işaret buyuruyordu. Bu açıdan da "Ruh"un Efendimizin ruhu olabileceği de ihtimal dahilindedir…"

Aslında İslamoğlu’nun gündemden düştüğü dönemlere denk gelen bu şaz yorumları onu toplum nezdinde itibardan düşürmekten başka bir şeye yaramamaktadır. İnsan suresi 2. Ayetle Hz. Âdem’e baba bulan İslamoğlu’nun bir de anne bulması gerekmez miydi? Eh madem eli değmişken Fetullah gibi gündemden düştüğü bir zaman diliminde artık Hz. İsa’ya da bir baba bulur.

İslamoğlu, bulunduğu ortamın tesirinde kalmanın zafiyetiyle onların kabul edecekleri cümleleri sarf etitği de bir gerçektir. Böyle bir durum Fatih Altaylı’nın programında yaşanmıştır. Altaylı İslamoğlu’na, “Mademki cihat savunmadır. Savaş başlatmak yoksa ve sadece savunmadan ibaretse o zaman Osmanlı’nın fetihlerini nasıl değerlendireceğiz?” şeklinde bir soru sormuş ve İslamoğlu’da Altaylı zihniyetinde olanların hoşuna gidecek olan ve Osmanlı’yı kötüleyen şu zavallı cümleleri kurmuştur: “Fetih algısı Kur’ani anlamdan çıktı, giderek toprak fethine dönüştü. Geldiğimiz noktada şöyle geriye dönüp baktığımızda ne görüyoruz? Osmanlı 14 kavimli bir toplumdu. 400, 450, 500 yıl bir arada kaldığımız toplumlar oldu. Kılıçla gelenler tüfekle gittiler. Hiçbir işe de yaramadı. Geriye kanlı bir mazi kaldı, nefret kaldı. Yüzümüze çarptıkları bir şeyler kaldı. Bazen bizi utandıran şeyler kaldı.”

İslamoğlu’nun bu Osmanlı düşmanlığına Akif’in “Zulmü Alkışlayamam” şiiriyle cevap vermenin en doğru hareket olabileceğini düşünüyorum:

“Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;

Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.

Biri ecdadıma saldırdı mı, hatta boğarım! ...

-Boğamazsın ki!

-Hiç olmazsa yanımdan kovarım.

Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam;

Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.”

ANNEMİZ HZ. HATİCE’YE HAKARET!

İslamoğlu’nun itici ve incitici dili bazen çok ileri ifadelerin meydana gelmesine de sebep olmuştur. 2017 yılındaki bir sohbetinde Resulullah(sav)’tan bahsederken Hz. Hatice (ra) annemize ağır hakaret içeren ifadeler kullanmıştır:

“40 yaşında bir hanım şehvetine düşkünü bırak. Birazcık şöyle kendine ciddiye alan genç bir erkek, üstelik Mekke'nin yiğidi, Mekke'nin el emini; el üstünde tutuluyor, gözbebeği, Abulmuttalib'in de gözbebeği ve varisi gider de 3 ÇOCUKLU, 2 KOCADAN ARTA KALMIŞ 40 YAŞINDAKİ BİR DULU 25 yaşındayken alır mı? Hadi aldı. 25 sene bununla tek evli olarak yaşar mı? 25 sene dikkat buyurun...''

“Böyle talihsiz bir açıklama konuşmanın şehvetine kapılarak yapılan bir gaf mı yoksa nefret mi?” sorusuna toplum cevap ararken İslamoğlu’nun verdiği cevap, bunun millet nezdinde tam anlamıyla bir hakaret olduğu kanaatini uyandırmıştır. İslamoğlu bu hususla alakalı Twitter hesabından incitici ve itici bir dil kullanarak aynen şu galiz sözleri sarf etmiştir:

“Bilumum mürit, pelikan, holigan, çomar ve troller! Hz. Hatice annemizi gerçekten çok severim. Lütfen bana iftira üretme görevinizi Hz. Hatice’yi alet etmeden yapın! İftiranın da cılkını çıkardınız. Efendilerinize söyleyin, başka bir iftira bulsunlar. Sizde iftiradan çok ne var?”

Hâlbuki bir mü’min hata yaptığında özür dile erdemini göstermeli değil mi? İslamoğlu, neden bir özürle geçiştireceği olayı daha da büyütmektedir? Bağlıları İslamoğlu’nun Hz. Hatice annemiz hakkında sarf ettiği “3 ÇOCUKLU, 2 KOCADAN ARTA KALMIŞ 40 YAŞINDAKİ BİR DUL” sözünün tarif için söylendiğini ve kötü niyeti olmadığını savunmaktadır. Hâlbuki İslamoğlu’nun yukarıdan beri örneklerini verdiğin konularda olduğu gibi bu konuda da yaptığı açıklamalarına bakarak bunda iyi niyet aramanın safdillik olacağı çok açıktır.

Kim olursa olsun bir toplumda yaşıyorsanız hele de grup lideri olarak bulunuyorsanız o toplumun inançlarına saygılı olmak bir zorunluluktur. Farklı düşünmek veya çok bilmek o toplumun sinir uçlarına dokunma hakkını size vermez. Siz fikirlerinizi delilleriyle ortaya koyarsınız, bu sizin doğal hakkınızdır. Ama tıpkı “Yahudileşme Temayülü” kitabınızda Yahudilerle ilgili yazdığınız şeyi siz yaşarsanız o toplumun size tepki vermesini yadırgamamanız gerekir. Kendinizi “İndirilmiş din”, diğerlerini de “Uydurulmuş din” mensubu göstermek ve insanların inançlarıyla alay etmek bir Yahudileşmek temayülü olmaz mı?

Hülasa etmek gerekirse, İslamoğlu birçok açıklamasıyla kendi grubunu yüceltirken diğerlerini aşağılamakta, itici ve incitici bir dil kullanmakta, bazen konuşmanın şehvetine kapılarak hakarete varan açıklamalar yapmaktadır. Böyle durumlarda insana düşen vazife, yanlışını anlamak, özür dilemek ve meseleyi uzatmamaktır. Ancak ne kadar hazindir ki, İslamoğlu ve müritleri tam tersini yapmakta, kibirlerinden dolayı özür dilemenin bir erdem olduğunu fark edememekte ve adeta olayların köpürmesi için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Sonra da toplumdan gelen tepkiler fazla olunca “ağlama ayini” yaparak mağdur algısına sığınmaktadırlar. Madem bu kulvarda meseleyi köpürtüyorsunuz o zaman sonuçlarına da katlanmak zorundasınız.

Kur’an diyor ki:

"Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizle kazandıklarınız yüzündendir. Bununla beraber Allah yine de çoğunu affeder." (Şura, 30)

Bilindiği üzere Musibet kelimesi “istenmeyen, kötü durumlar, felâketler” anlamına gelir. İnsanın başına gelen her musibetin kendi yapıp ettikleri yüzünden olduğu belirtilirken, gerek evrendeki fiziki ve sosyal yasaları görmezden gelmesi ve gerekli önlemleri almaması, gerekse Allah’a isyan teşkil eden davranışlarda bulunması sebebiyle dünyada karşılaştığı sıkıntı, acı ve felâketlerin kendi kusurunun bir sonucu olduğuna dikkat etmesi istenmektedir.

Anadolu’da bir tabir vardır; “Kul azmayınca Allah bela yazmaz” denir. Bu sizin için bir musibetse bunu siz istiyorsunuz. İslamoğlu’nu kutsayan, yanlış yapabileceğini kabul etmeyen müritleri sağa sola saldırıp algı oluşturacağına biraz akıllarını çalıştırıp hocalarını ikaz etseler böyle bir duruma düşmezler.