Kimsenin aleyhinde olmayan kendi aleyhindedir. Herkesle, her türlü insanla barışık yaşayan kişi, kendisiyle savaşmak zorundadır.

Ömer Lütfi Mete’ye rahmet dileyerek başlayalım… Şimdilerde herkesin unuttuğu “Çığlığın Ardı Çığlık” romanında şunları yazmıştı:

"… Kimsenin aleyhinde olmayan kendi aleyhindedir. Herkesle, her türlü insanla barışık yaşayan kişi, kendisiyle savaşmak zorundadır Kevser. Bense kendimle barış içindeydim ve düşman kazanmam kaçınılmazdı... Yine de bunu kendi isteğimle seçmiş sayılmam... Dava adamlığı derttir ruhcağızım; yaradılıştır... Ama buna rağmen sorumluyum... Şimdi bütün varlığımla bu sorumluluğu anlamlandırmaya çalışıyorum."

Adımın önüne “dava adamı” sıfatı yapıştırıp, böbürlenmeye niyetim yok. Milleti bırakın, kendimi bile inandıramam “dava adamlığı”na. Sadece birileriyle dalaştığım zaman bu satırları hatırlayıp avunuyorum.

“Ne çıkar, bahtımızda

ayrılık varsa yarın”

Hayat, birileriyle yollarımız birleşiyor, ayrılıyor… Problemli insanlarız, zaman zaman üzülüyoruz, çokça birilerini üzüyoruz.

Umutlanıyor, hayal kırıklıkları yaşıyoruz. Ama hayallerimiz hiç bitmiyor, birazı kendimize, çoğu arkadaşlarımıza, inandıklarımıza, ideallerimize dair, dünyayı sarmalayan hayaller…

Şunu soruyorlar sık sık: “İsmail Türk’ün derdi ne?”. İtiraf edeyim ben de sık sık arıyorum bu sorunun cevabını…

Bütün yollar şu cümlede kesişiyor: Başarıyı arıyorum… Çünkü başarısızlık, “haksız olduğumu” ima ediyor bana. Bir ömür peşinde koştuğum bir iddianın haksız olduğunu düşünmek çileden çıkartıyor beni. “Haksızsak arkadaşlarım niye öldü?” diyorum…

Haksızsak niye vurduk?

Niye vurulduk?

Niye hapis yattık?

Niye idam edildik?

Niye her şeyden vazgeçtik?

Belki gerçekten haksızdık, ama bunu ölene kadar kabul etmeyeceğim. Birilerine haksızlık yapma ihtimaline inat, “Biz haklıydık, haksız olduğumuzdan değil, sorumluluk verdiklerimiz görevlerini layıkıyla yapamadıkları için başarısız olduk” demeye devam edeceğiz. Sonra başarısız olduklarını düşündüklerime yöneleceğim, hesap sormak için. Her zaman olduğu gibi, bazen en yakınlarımın “İsmail Türk’ün derdi ne?” diyeceklerini bilerek…

“Sanma ki hikâyesi, şu titreyen dalların

düşen yaprakla biter”

Biz insanın olmadığı, paranın olmadığı, umudun olmadığı yerlerde ve dönemlerde siyaset yapmaya alışmıştık. Şimdikilerin mazeretleri komik geliyor bana, hiçbir mazeretle ikna olmayacağım.

Etrafımız önceden, gariban aile çocuklarıyla, öğrencilerle, beş parasız ama memleket sevdasıyla dopdolu gençlerle doluydu.

Bir köşe başında oturuyoruz, masada oturanla tanıştırıyorlar: “Falanca tıp fakültesinde doçent”, “falanca bakanlıkta müsteşar yardımcısı”, “falanca bankada genel müdür yardımcısı”, gözlerine bakıyorum, ışıl ışıl, sanki birine “sen şu bayrağı al”, “sen şu pankartı tut”, “sen şu taşı at” desem peşime düşecekler. Hepsi benim, hepsi bizim, hepsi ülkücü…

Sonra, partimi yönetenlerin yerine “ben daha iyi yaparım” diyen arkadaşlarıma bakıyorum. Arkadaşlarım, yanlarında maymun ve papağan gezdiriyorlar. Maymunlar şaklabanlık yapıyor, papağanlar ezberlemişler “Aristo, Maristo” saçmalayıp duruyorlar. Hayvan sever olduklarını düşünüp kendimi avutacağım, içimden bir ses “Yok anasının gözü!” diye isyan ediyor…

“Ağlama olma mahzun

gülerek bak yarına”

Hayata ve siyasete dair umutlarımı kaybetmedim.

Benim, Mehdi Eker’den daha iyi tarım bakanlığı yapacak 200 tane arkadaşım var.

Benim Bülent Arınç’tan daha iyi konuşan 188 tane arkadaşım var, hem de numaradan ağlayıp durmuyorlar…

Benim Suat Kılıç’tan daha yakışıklı 1560 tane arkadaşım var, hem de artisttik pozlar keserek dolaşmıyorlar.

Ömer Çelik’ten daha zeki 85 tane arkadaşım var, hem de insanlara insan muamelesi yapıyorlar.

Benim, Bekir Bozdağ’dan daha fazla temsil kabiliyeti olan 825 tane arkadaşım var, hem de konuşurlarken konuştukları anlaşılıyor

Sağdan bakıyorum görüyorum, soldan bakıyorum görüyorum, yukarıdan bakıyorum, çaprazdan bakıyorum, her yerden görünüyor. Tek bir yerden görünmüyor: Genel Merkez’den…

Soruyorum onlara, “Herkesin gördüğünü siz niye göremiyorsunuz, derdiniz ne?” Onlar da millete soruyorlar: “İsmail Türk’ün derdi ne?”

Al sana cevap: “Ebenin takkesi!..”.

Genel Merkez ne yapıyor? Bugün itibariyle yüzlerce insanı, görevlendirip yerel seçimlerle ilgili çalışma yapıyor olmaları lazım. Genel Merkezde, illerde, binlerce insanın, “elimizdeki belediyeleri çalışmalarını nasıl parlatırız?”, “nasıl daha fazla belediye kazanırız?”, “belediyemiz olmayan, Türkiye genelinde oy oranımızın düşmesine sebep olan İstanbul’da, İzmir’de ne yapabiliriz de kazanabiliriz?”, “kıl payı kaybettiğimiz Ankara’yı bu sefer nasıl alabiliriz?” diye kafa patlatmaları gerekirken “kongrede nasıl partiyi elimizde tutarız?” derdindeler.

Öbürlerine bakıyorum, başlamaları gereken nokta, Ülkücü Hareket’in muhteşem insan potansiyelini bir “ortak akıl ve ortak irade” etrafında örgütlemenin yollarını bulmak iken, havanda su dövüp, maymun oynatmakla zaman geçiriyorlar…

“Sanma ki güzelliğin

o ipek saclarına

dökülen akla biter”

Hiç kimseye amirlik taslamadım. Hiç kimsenin marabası da değilim. Hiçbir yere aday değilim. Hiçbir göreve talip de değilim. Bu sözleri söylerken, hiç kimsenin “boynuma ip takıp beni gezdiremeyeceği” manasını çıkartmalarını beklemenin en tabii hakkım olduğunu düşünüyorum. Tekrar etmekte fayda var: Ülkücü Hareket’in muhteşem insan potansiyelini bir “ortak akıl ve ortak irade” etrafında örgütlemenin yollarını bulup iktidara yürümek derdinde olan herkesle beraberim. Bunu Devlet Bahçeli’de görürsem onunla da beraberim.

Şarkı şöyle bitiyor unutmayın: “Böyle bir kara sevda / kara toprakta biter”

NOT: 13 sene önce kaleme aldığım makale.

Editörün Notu: Habererk olarak Zafer Partisi Genel Başkan Yardımcısı İsmail Türk'e 13 sene önce yazarak yaptığınız öz eleştiriden sonra  şuanda durumunuzu nasıl açıklarsınız diye sorduk. Verdiği cevap: "Aradıklarımı bulduğum yerdeyim. Ülkülerimin peşindeyim. "  şeklinde cevapladı. 

Editör: Gökçe Sevim