Devlet ve millet olarak son yıllarda bir ekonomik durgunluk yaşadığımız, hatta çoğu zaman önümüzü göremeyip gelecek için karamsarlığa düştüğümüz malum. Bazı doğuştan ya da siyaseten “şanslı” olanların bunu fark etmiyor ya da millete fark ettirmeme gayretinde olmaları durumu değiştirmez. İktidarda olanların millete moral vermek ve bir başka deyişle kusurlarını cilalayıp farklı göstermek için parlak nutuklar atarak pembe tablolar çizmeleri de gerçeklerin üstünü örtemez. Geçenlerde, Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu, “İktidardakilerin ‘ekonomi iyi yolda’ diye tekrar edip durmaları, gece vakti mezarlıktan geçerken korkusunu bastırmak için türkü söyleyen adamın haline benzer” diyerek durumu çok güzel ve veciz olarak ortaya koyuverdi.

Millete moral verip karamsarlığa düşürmemek elbette iyidir ve devleti yönetenler bunu yapmak zorundadırlar. Ancak ne var ki söylenenlerin ve yapılan icraatların da toplumda bir karşılığı olması, gerçeklerle örtüşmesi, kısaca güven vermesi gerekir.

Olup bitenlerden bazı örnekler vererek durumun analizini yapalım…

Özellikle son iki yıldan beri iğneden ipliğe her şeye zam yapıldığı, vergilerin sürekli arttırıldığı, şimdiye kadar akla hayale gelmeyen yeni vergiler konulduğu ve artık işin esprisi yapılarak, “Bisiklete Motorsuz Taşıtlar Vergisi geliyor”, “Hava Alıp Verme Vergisi çıkıyor”, “Yaraya pamuk basan hemşire 4100, pamuk tıkayan imam 5500 TL maaş alıyor ama pamuğu üreten çiftçi icralık” gibi geyiklerin uçuştuğu bir dönemdeyiz. Elektrik, doğalgaz ve akaryakıt zamları zaten milleti canından bezdirmiş durumda. Bu üçlüye gelen zamların da iğneden ipliğe, ekmekten suya her şeyin pahalanması demek olduğunu herkes biliyor, görüyor ve yaşıyor. Geçtiğimiz haftalarda yaşanan ve bir daha olmasını hiç arzu etmediğimiz aile boyu intiharlarla onlar kadar duyulmasa da işsizlik ve başka sebeplerle ferdi olarak yapılan intiharlar, karın doyurmak için yapılan hırsızlıklar milletin içinde bulunduğu dar boğazı gözler önüne seriyor.

Öteden beri, devletin oluşturduğu fonlar, “geçici” olarak başlatılıp kalıcı hale gelen vergiler ve o fonlarda toplanan paraların akıbeti ya da amaç doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığı hep tartışma konusu olmuştur. Bunlardan aklımıza gelenleri şöylece sıralayabiliriz: İşsizlik Fonu, Tasarruf Mevzuatı Sigorta Fonu, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu, Özelleştirme Fonu, Savunma Sanayii Destekleme Fonu, Tanıtma Fonu, Konut Fonu, İletişim Vergisi vs.

Bir örnek verecek olursak, 99 depreminden sonra “geçici” kaydıyla konan ve artık “kalıcı” olarak devam eden “İletişim Vergisi”nden toplanan meblağın 64 milyar lirayı geçtiği hesap ediliyor ama bu paranın nerede nasıl kullanıldığını ya da deprem zararlarını en aza indirme konusunda ne yapılıp yapılmadığını kimse bilmiyor. Keza, DASK adıyla toplanan deprem vergilerinin de işe yarayıp yaramadığı konusunda endişeler var. Çünkü deprem için en büyük hasarlara gebe olduğu bilinen İstanbul ve çevresinde bile henüz elle tutulup gözle görülen bir iyileştirme yok. Bu konular bir yerde deprem olunca hatırlanıp konuşuluyor, sonra bir deprem haberi daha gelene kadar unutuluyor ve “kısır döngü” misali öylece devam edip gidiyor.

15 Temmuz Şehitleri ve Gazileri için oluşturulan vakfa toplanan 309 milyon Türk Lirası’nın akıbeti de gündeme gelmişti. Bu tür söylentiler ve net bir açıklama yapılmayıp sürüncemede bırakılması haliyle güvensizlik oluşturuyor.

Oysa fonların genel özelliklerine bakıldığında; “Belli bir amaca yönelik olmaları, özel kanun ve kararla kurulmalarının yanında kaynaklarının mutlaka belirtilmiş olması, kullanımlarının kolay olması, genelde geri dönüşün olması ve kâr amacı güdülmemesi” gerekiyor. “Gerekiyor” desek de fonların kullanılması konusundaki belirsizlik ve tereddütler, “Şuyuu vukuundan beterdir” kabilince artarak devam ediyor.

Durum bu merkezde iken, asgari ücretin belirlenmesi konusunda adeta kıl kırk yarılırken zaten ballı kaymaklı maaş alan ve başka çalışanlara verilmeyen sosyal haklara sahip olan milletvekillerinin, ihtiyaç sahibi olmayan ana – babalarına bile ömür boyu sağlık hizmeti getirilmesi gündeme gelebiliyor. Bu hazretler zaten genellikle çift maaş alıyor, kamuoyunda “ballı emeklilik” denen emeklilik haklarından faydalanıyor, diplomatik pasaport alıyor, başkalarının -onu da para bulabilirlerse- tanesi 1500 – 2000 dolara yaptırabildiği diş implantlarından tam 12 adedini millet kesesinden yaptırabiliyorlar. Tabii, yetki ellerinde ya, ne olur olmaz uygulama yargıdan dönebilir endişesi ile bu haklara Yüksek Yargı mensuplarını da dâhil ediveriyorlar!

Yazımızın başlığında “Güven Bunalımı” ifadesi de vardı hani… Doğrusu milletin güven bunalımına girmesi için ne lazımsa yapılıyor. Milletvekillerinin işlev ve yetkileri azaldıkça mali ve sosyal haklarıyla toplum düzenini bozacak ayrıcalıkları arttırılıyor. “İhtiyaç sahibi olmayan ana – babalarına bile ömür boyu sağlık hizmeti getirilmesi” meselesinden bir hafta kadar sonra bu defa bir gece yarısı operasyonu ile 6 Aralığı 7 Aralığa bağlayan gecenin saat 03’ünde yanlarına başkalarını da ekleyerek kendilerine, “Kırmızı ışıkta geçme, çakarlı araba kullanma ve park yasağı olan yerlere park edebilme hakkı” da kazandırdılar. Ayıptır beyler, ayıptır! Siz milletin vekili misiniz yoksa başlarında ağa mısınız, ya da ambulans oldunuz da “geçiş üstünlüğü” alarak hastalara siz mi yetişeceksiniz? Hadi söyleyin bakalım!

Araştırdım, soruşturdum ABD ve gelişmiş Avrupa ülkelerinde böyle bir saçmalık yok. ABD’de, Kongre Üyeleri ve Senatörler sade vatandaş gibi gelip gidiyorlar, arabalarında çakar makar yok. Hollanda’da, Finlandiya’da hatta İngiltere’de Başbakanlar, eşleri ve çocukları bisikletleriyle ya da metro ile gidip gelebiliyorlar. Yanlış bir bilgi vermemek için yazıma burada kısa bir ara verip Almanya’daki durumu çok iyi bilen ve protokol uygulanan bazı toplantılara da katılan bir arkadaşımla iletişime geçerek sordum. İşte verdiği cevap:

“Almanya’da öyle bir şey yok. En son 23 Kasım 2019 günü önceki Cumhurbaşkanı Chiristian Wulf’un konuşmacı olduğu bir toplantıya katıldım. Sade bir vatandaş gibi geldi. Almanlarda öyle sükseli ve ayrıcalıklı hareketler, uygulamalar kişiliği gölgeleyici bir unsur olarak algılandığı için kişiler de kendilerinin hüner, beceri ve titrleri ile tanınmalarını isterler. Yani sükseleri değil her zaman kişilikleri ön plandadır.”

Peki, onlar öyle de biz neden böyleyiz ya da bizde neden böyle oluyor? Biz beşinci sınıf bir ülke ve şahsiyetini bulmamış, bulamamış bir millet miyiz Allah aşkına? Yakışır mı bize bu?

Daha önce Fransa’da öğretmenlik yapan bir arkadaşım, görev yaptığı ilin Belediye Başkanı’nın metro ile işe gidip geldiğini, ayakta seyahat ederken birkaç defa yer vermek istediğini ve kabul etmediğini söylüyordu. Bizde olup bitenler sonradan görmelik değil de nedir? Hadi o kadar da olmasın ama memleketin bunca derdine çözüm yolları aramak yerine “Torba yasa”yı fırsat bilip durumdan menfaat devşirerek o torbanın içine kendilerine ayrıcalık tanıyan bir şeylerin sokuşturulması milletimize reva mıdır? Artık o hale geldi ki, “torba yasa” konusu ne zaman gündeme gelse halk arasında, “Acaba milletvekillerine yine ne verilecek” söylentileri dolaşmaya başlıyor! “Çakar” meselesi ve ihtiyacı olmayan ana babaya bile ömür boyu sağlık hizmeti getirilme gayreti de milleti haklı çıkardı. Hele de bir milletvekili, “Bu ülkede mafya babalarının arabalarında bile çakar var, bizde niye olmasın” diye açıklama yaptıktan sonra halk arasındaki söylentilerin önüne geçmek mümkün değil.

2918 Sayılı Karayolları Trafik Kanunu’na göre bu haklardan kimlerin ve hangi araçların faydalanabileceği belli iken ve -uygulanıp uygulanmadığını bilmiyorum ama- bu iş sulandırıldığı için 1 Kasım 2019 tarihinden itibaren bazı lüzumsuz “çakar” kullananlar devre dışı bırakılmışken bu yaptığınız milletle alay etmek değil de nedir? Yoksa 1 Kasım düzenlemesi, 6 – 7 Aralık gecesi yapacağınız operasyonla trafikte “caga” satma lüksünü kendinize saklamak için hazırladığınız bir kılıf mı idi? Bu düzenlemeniz, trafikte kargaşa çıkarıp toplum düzenini bozmak, trafik polislerinin işini zorlaştırmak ve milletin sinirlerini hoplatmaktan başka neye yarar? Nitekim 10 Aralık 2019 günü saat 15.10 sıralarında aracımla Çankaya yönünden gelip Kızılay kavşağına yaklaştığım sırada önümde çakarlı bir araç vardı. O kavşakta sola dönüşler ve dolayısıyla U dönüşleri kesinlikle YASAK. Ama bir söz vardır ya hani, “Kanunlar ve yasaklar örümcek ağları gibidir; zayıf olanlar takılır kalırlar da kuvvetli olanlar delip geçerler” diye, aynen öyle oldu. O araç her kime ya da hangi makama ait ise “Ağamız, beyimiz” ya da şoförü sola döndü ve üstelik U dönüşü de yaptı! Dolayısıyla her iki yasağı da delerek gerisin geri dönüp gitti, orada bulunan trafik polisleri ise çaresiz, bir şey diyemediler. Ya ben, ya da başka bir vatandaş bu hareketi yapsa idi halimiz nice olurdu? Bu haksızlık ve kanunsuzluk karşısında ancak şunu yapabildim: Direksiyonu bırakıp ellerimi yana açarak kendi kendime sordum: “Olur mu bu!?” Ama olmuştu, oluyordu!

Bu arada malum, gülsek mi ağlasak mı bilemediğimiz bir haberle de karşılaşmıştık… 7 Aralık günü ajanslara düşen haberde, “Kayseri’nin Sarız İlçesi’nde yola çıkan ineğe ceza kesildiği” bildiriliyordu. Önce şaka sanmıştık ama ineğin küpe numarasının da yazılı olduğunu ve mal sahibine Muhtar tarafından tebliğ edilen ceza makbuzunu görünce inandık. Yani ne diyeceğimi bilemedim; zavallı inek nereden bilsin ki o yolun milletvekillerine tamamen açık ama kendisi gibilere kapalı olduğunu! Sonra acı acı güldüm… Şaka bir yana, bu ceza elbette ineğin sahibi tarafından ödenecek ve hemen yukarıda sözünü ettiğim Karayolları Trafik Kanunu’nda da yeri var ama Milletvekillerine verilen “geçiş hakkı” ile aynı günlere rastlaması için “hoş” ya da “aksi bir tesadüf mü demek gerektiğini bilemedim!

(Hissi kable’l vuku mudur bilmiyorum da, “geçiş üstünlüğü” konusunun akıbeti ile ilgili olarak aklıma gelen bir şey var: Olur ya, yarın Sayın Cumhurbaşkanı bu kararı VETO ederse, kararı çıkartan milletvekilleri Termik Santrallarla ilgili filtre meselesinde olduğu gibi çark ederek yine şecaat arz etme kuyruğuna girerler mi acaba? Ya da halk arasında söylene geldiği gibi… Ah koca şeytan ah! Aklıma neler de getiriyorsun; git başımdan!..)