Bir önceki yazımda, “Milletvekillerinin işlev ve yetkileri azalırken sosyal hakları ve ayrıcalıklarının arttırıldığından” bahsederek bazı örnekler vermiştim. Tabii, hiçbir kamu görevlisine verilmeyen haklara sahip olan vekillerimizin toplandıkları Meclis’in de onların “şanlarına uygun” hale getirilmesi için gereken yapılmalı, öyle değil mi? Öyle de yapılıyor zaten!

TBMM’de bir taraftan vekillere olağanüstü haklar ve ayrıcalıklar verilirken öbür taraftan tadilat da bitmiyor, alımlar da sona ermiyor. Geçenlerde bir de, “Gelen yabancı misafirlerin karşılanması” gibi tuhaf bir gerekçe ile galiba 17 lüks araç alınacağı, ardından da Meclis çatısı altında sanırım 4 büyük lokanta varken 550 kişilik yeni bir lokanta yapılması için 8 milyon bilmem kaç liraya anlaşıldığı haberleri çıktı. Sanki TBMM’de araç yok, sanki havaalanından alınacak misafirler mevcut Mercedeslere, Audilere bindirilse olmuyor ve sanki 550 kişilik yeni bir lokanta olmazsa vekiller aç kalacaklar! Hani insanın, “Yiyin efendiler, yiyin” diyesi geliyor! Yazıktır, günahtır beyler. Bugüne kadar yeten lokantalar bundan sonra da yeter. Milletvekillerinin sayısını azaltmak gerekirken ha bire onları doyurmak için çalışmak milletimizin sırtına yüktür.

AKP’den ayrılışların başladığı ve yeni siyasi parti kurma çalışmalarının gündeme geldiği sıralarda oluşturulan Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu ve bazı banka yönetimlerine yapılan atamalar da oldukça dikkat çekmiş, millet rahatsız olmuştu. Hele de Yüksek İstişare Kurulu’nun ilk toplantısında 13 bin bilmem kaç lira olarak belirlenen maaşın az bulunarak 17 bin bilmem kaç liraya çıkarılması da işin tuzu biberi idi. Hele bir de o kişilerin geçmişteki Milletvekilliklerinden dolayı zaten ballı kaymaklı emeklilik maaşı aldıkları düşünülürse bize de “Vay babam vay, vay” demek düşer!.

Birtakım devlet kuruluşlarında oluşturulan ve daha çok hatır gönül atamaları yapılan “Üst Kurul Üyeliği” maaşları bir facia. Hele de aile boyu atamalar ve birkaç yerden maaş alanların durumu, öbür yanda ise özellikle üniversite mezunu genç işsizliğin giderek artması… Millet bütün bunları görüyor, duyuyor ve üzülüp çaresizliğine yanıyor. Ücret dengesizliği, işsizlik ve sosyal adaletsizlik toplumları yaralayan en büyük unsurlardır.

Yönetimde bulunanlar Peygamberimizin yaşayışını, Hz. Ömer’in adaletini, O’nun devlet işlerini görürken devletin, arkadaşları ile sohbet ederken kendi mumunu yaktığını anlata anlata iktidara gelmişlerdi. Oysa geçen zaman içinde en çok konuşulan konulardan biri de lüks, israf ve şatafat. Acaba niye böyle oluyor? Sistem değişince iş adamlarından da Bakanlarımız, bürokratlarımız var artık. Mesela onlar bir şekilde kendilerine ait işleri de sürdürdüklerine göre işlerinin yürümesi için devlet imkânlarından yararlanıyorlar mı yararlanmıyorlar mı? En azından kendi işleri için makam telefonlarını kullanıyorlar mı kullanmıyorlar mı? Kamuya ait telefonlarla Cuma ve kandil mesajları çekmek ne kadar sakıncalı ve günahsa iş takip etmek de aynı olduğu için bir Müslüman olarak bunu hatırlatmak elbette üzerimize vazifedir. Türk Milleti’nin vergisini veren birer ferdi olarak hepimiz bunları bilmek, öğrenmek ve sorgulamak zorundayız.

G 20 Toplantısı için Temmuz 2018’de Hazine Bakanı Berat Albayrak’ın, Ağustos 2018’de de Bilim ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank’ın özel uçakla Arjantin’e gittiklerini biliyoruz. Bildiğimiz bir şey daha var: Ekonomisi bizden kat kat üstün olan Almanya ise ne yazık ki (!) aynı toplantıya Başbakanı için uçak kaldırmıyor. “Kaldıramıyor” değil, kaldırmıyor! Alman Şansölyesi Merkel, yapılacak resmi toplantı için sade bir vatandaş gibi hem de İspanya aktarmalı tarifeli bir uçakla ve hiç tanımadığı bir yolcu ile yan yana oturarak Arjantin’e gitti ve ar meselesi yapmadı.

Bizde ise mesela Karadeniz’de meydana gelen sel felaketi üzerine üç ayrı Bakan’ın üç ayrı özel uçak kiralayarak Trabzon Havaalanı’na inmeleri unutulacak gibi değil. Keza, yurt dışında bir cami ya da temsilcilik açılışı yapılacaksa Türkiye’den uçak dolusu insan götürmenin bir anlamı da yok. Bu tür açılışların, devletimizin oralardaki temsilcilerinin katılımı ile yapılması daha uygun olur. Millet zamlar ve vergilerle bunalıyor ve bunaltılıyorsa yetkililer de bunu en aza indirme gayreti içinde olmalıdırlar.

Yurt içinde yapılan toplantılarla açılışlara devlet büyükleri genellikle uçak ya da helikopterlerle gidiyorlar ama tırlar dolusu zırhlı araç, makam otomobilleri, korumalara ait araçlar da ayrıca kara yolu ile sevk ediliyor. Oysa valilerimizin makam otomobilleri de oldukça lüks ve şatafatlı. Hatta bazıları milyonlar harcayarak makam otomobillerine özel tasarımlar bile yaptırdılar. Makam odalarını saray odaları gibi döşetenleri de okuduk, resimlerini gördük. Sayın Cumhurbaşkanı ve başka görevliler gittikleri ilin imkânlarından faydalansalar da bunca masraf yapılmasa olmaz mı? Biz bu kadar zengin miyiz? Zenginsek peş peşe gelen vergiler, yapılan zamlar ne oluyor?

İnsanlarımız, dünyayı yöneten ABD’deki Beyaz Saray’da bulunan ve başkanlar değişse de sadeliği hiç değişmeyen şömineli ofisi, Japon İmparatoru’nun herhangi birimizin evindeki oturma odasından daha sade olan kabul salonunu, Putin’in mütevazılığını da görüyor, biliyor. Onlarda galiba tefrişat ve yenileme için konan bir ödenek yok. Bizde ise çok! Her devlet kurumunun bir bütçesi var ve adet olduğu üzere her yıl bir “Tasarruf Genelgesi” yayınlanır, güya alımlar kısıtlanır ama yılsonuna doğru bütçe kalemlerinde kalan para varsa onu harcayıp bitirmek için gayret içine girilir ve hazineye zırnık bırakılmaz. Bunları gördük ve yaşadık, biliyoruz.

Hani vergi dairelerinin kapılarında ya da duvarlarında şöyle bir söz bulunurdu: “Ödediğiniz vergiler size yol, su, elektrik olarak geri dönecek!” Oysa bizde vergi vergiyi, zam zammı getiriyor ve bir türlü sonu gelmiyor. Çünkü ödenen vergilerle zamların genellikle lüks ve israfa gittiğini artık herkes görüyor, biliyor. Onun için vergi ve zam bindirerek milleti bıktırmak yerine devlet kendi lüks ve israfından feragat etmek zorundadır. Devlet ve bağlı kuruluşlar kendi israflarını önlerlerse Türkiye’nin gücü en az ikiye katlanır. Zam üstüne zam, vergi üstüne vergi, ceza üstüne ceza ve hepsi de millete eza. Yukarıda, Hz. Ömer’in mumlarından bahsedince aklıma gelmişti, yazmasam olmaz… Beştepe’den her geçişimde Cumhurbaşkanlığı yerleşkesinde bulunan yapılardaki ışıkların tamamının sabahlara kadar yandığını görünce o mumları hatırlayıp “Hey gidi Hz. Ömer hey” demekten kendimi alamıyor ve lüzumsuzca yanan ışıkların niye söndürülmediğine bir türlü akıl erdiremiyorum.

Bir yandan bu israf ve savurganlık devam ederken öbür yandan da devlete – millete ait elde avuçta ne varsa ucuz – pahalı demeden satılıp savuluyor. En son, Türkiye Vakıflar Bankası’nın yüzde 58 hissesinin Hazineye devredilmesi Vakıf ruhuna aykırıdır. Bu işe ön ayak olanların Vakıf Duası ile Vakıf Bedduası’nı bulup okumalarında fayda var. Bu devir haberini duyunca, “Allah İş Bankası’nı korusun” demekten kendimi alamadım doğrusu! Çünkü Halk Bankası’ndan bir vakıf üniversitesine ve muhtemelen benzerlerine de verilen kredilerin gündemde olduğu şu günlerde devlete bağlı bankaların hatır gönül kredileri ile ne hale geldikleri ve gelecekleri ortada! Malum, kamuoyunda “Tüpçü” diye bilinen kişi de, Türkiye Cumhuriyeti Ziraat Bankası’ndan kredi alarak koskoca Doğan Medya’yı bütün unsurları ile alıvermişti. Aynı Ziraat Bankası son olarak da iktidara yakınlığı ile bilinen bir firmanın Simit Dünyası’nı kurtarmak için harekete geçti. Bankacılıktan simitçiliğe; olacak iş mi bu? Hem, “kurtarılanlar” nedense hep büyük sermayeli ama “yandaş” olanlar! Öbür tarafta da icralık dosyalar, kapanan iş yerleri, çaresizlikler…

Bu yapılanların kamuoyunda bir karşılığı olmadığı ve memuru, esnafı, çiftçiyi velhasıl herkesi kara kara düşündürdüğü ortada. Kara kara düşünülünce de haliyle dert insanları söyletiyor ve ortaya neler çıkıyor neler… İşte sosyal medyadan birkaç derleme: “Tank Palet’e gelince Katar sermayesi, Simit Sarayı’na gelince Ziraat Bankası!”, “Ziraat Bankası bundan sonra Maaş Promosyonu yerine simit verir artık!” “Çiftçi kardeş, kara kara düşünme! Yatır buğdayını Ziraat Bankası’na, simit gelsin sofrana!.. Tabii, bir de dalgasını geçenler var: “Ziraat Bankası Simit Sarayı’nı alıyormuş; millet şaşkın! Oysa normal… Şöyle ki: Simit undan yapılır, un buğdaydan. Buğday nedir? Zirai ürün! Tamam işte; ilişki burada!..”

Bütün bunlar güvensizlik yaratıyor ve devletle milletin arasında giderek uçurumlar oluşuyor. Derken işte bir güvensizlik haberi daha:

Eski Devlet Bakanlarından Bahri Dağdaş’la Ankara’nın belediyeciliğinden çok her işe maydanoz oluşuyla ün salıp ona buna laf yetiştirmesiyle meşhur olan Melih Gökçek mahkemelik olmuşlardı. Dava sürecinde Bahri Dağdaş’ın talebi üzerine hâkim, Melih Gökçek’in mal varlığının araştırılması kararını vermişti ki işte o hâkim o davadan alındı. Davutoğlu da hâlihazırdaki ve geçmişte görev yapıp hayatta olan Başbakanlarla Cumhurbaşkanlarının mal varlıklarının araştırılmasını istemişti ama siyasiler duymazdan, yargı makamları görmezden geldiler. Her nedense bu konuda herkes sağır, dilsiz ve kör. Siyasilerden olur olmaz konularda duyduğumuz “Hodri meydan” sözünü bu konuda neden duyamıyoruz acaba? Söz konusu hâkim davadan alınınca, Gökçek’in avukatı da daha önce 10 bin lira olarak talep ettikleri tazminatı 50 bin liraya çıkarıvermiş, iyi mi? Şimdi gelin de bu konuda siyasilere, yargıya, oraya, buraya karşı güvensizlik içine girmeyin!

“Dert bir olaydı ağlamak kolaydı” misali hangisine yanıp hangisini dile getireceğimi bilemiyorum. Üstat Fuzuli, “Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil/Çektiğim âlâmı (elemleri) bir ben bir de Allah’ım bilir” demiş olsa da artık derdi tasayı, milletin çektiği elemleri bilmeyen kalmadı. “Kalkıp söylesem delisin, oturup ağlasam ölüsün” deseler de, kalkıp söyleyecek kürsüm olmadığı için yazıp söylüyorum…

Mesela Bakanlıklara bağlı kaç ayrı yerde kaç bağlı kuruluş varsa Bakan Beylerin o binaların çoğunda dayalı döşeli “makamları” var. Bakan o binaya geliyorsa orada bulunan Genel Müdür, Daire Başkanı ya da Müdür, her kim ise onun odasına geçip oturmalıdır. Doğru olan budur da öyle olmuyor. 2018 yılında, ABD’de Trump’un, kendi damadı ve bizim damat Berat Bey’i kabul ettiği bir fotoğraf yayınlandı. Sanki bizdeki mahalle muhtarlarının odası gibi bir yerde sade ve ahşap bir masa, ahşap sandalyeler… Dünyanın en zengin ülkesi öyle, tüketim toplumu olmaktan bir türlü kurtulamayan biz ise böyleyiz. Açıkçası biz az üretip çok tüketen bir millet olduğumuz için baba parası yiyen sorumsuz çocuklar gibiyiz. Sosyal medyada sık sık paylaşılan şu serzeniş de zaten bunu gözler önüne seriyor:

“Çin’in gelir kaynağı TOPLU ÜRETİM, Hindistan’ın gelir kaynağı YAZILIM, Almanya’nın gelir kaynağı OTOMOTİV, Japonya’nın gelir kaynağı DİJİTAL TEKNOLOJİ, Türkiye’nin gelir kaynağı ise saymakla bitmez: TRAFİK CEZASI, BEDELLİ ASKERLİK, İMAR BARIŞI, NOTER TASDİĞİ, VERGİ, ZAM, YİNE VERGİ YİNE ZAM!..”

Bütün bu yazdıklarımızdan sonra diyebiliriz ki biz itibarımızı gösterişle göstermeye çalışırken onlar üretiyor, satıyor, zengin oluyor, teknoloji üstüne teknoloji geliştiriyor ama sadelikten şaşmıyorlar. Gösteriş merakı devletten millete sirayet eden bir hastalık olduğu için de iki yakamız bir araya gelmiyor. Evlerde durmadan eşya yenileniyor, yeni yeni binalar yapılınca evler değiştiriliyor ama üretime yönelik faaliyetimiz yok, dünyaya sunduğumuz markamız yok. İnsanımız atadan babadan kalma tarlasını, arsasını, devletimiz de geçmişte kıt kanaat yapılan fabrika ve başka kuruluşları satarak, bugüne kadar akıl edilmeyen, edilemeyen yerleri imara açarak şimdilik idare ediyor. Atalar her ne kadar “Hazıra dağ dayanmaz” diye yol gösterici bir ikaz bırakmışlarsa da aldıran yok. Din adamlarımız Kur’an-ı Kerim’deki üretime, bilime, akledip düşünmeye, ibret almaya yönelik buyrukları görmezden gelerek insanları yalnızca öbür dünyaya hazırlamakla meşguller ama siyasetin girdaplarında kendileri de lüks ve israfa alıştıkları için onu da beceremiyor, kaş yapmak isterlerken göz çıkarıyorlar.

Türk Vatanı ve Türk Milleti’nin sevdalısı büyük şair Arif Nihat Asya, “Eller kıskanır diye destan da yazmayalım mı” demişti. Destan yazacak ortam da kabiliyet de yok bizde ama birileri kızacak diye düşünce ve fikirlerimizi de yazmayalım mı?

Velhasıl, bu israf düzeni ve güvensizlik bunalımından çıkıp kendimize gelmemiz gerekiyor. “Okumak şart” esprisini tutturup gereğini yapamamış olsak da millet ve devlet olarak israftan, lüksten, şatafattan vaz geçip “Üretim şart” gerçeği ile yüzleşmek zorundayız.