Kendi gündemini yaratamayanlar, başkalarının gündemine meze olurlar. Son gündem, İstanbul Sözleşmesi.

Sözleşmenin Türk aile yapısına uygun olmadığını savunanlar karşı duruş sergilerken, kadın haklarına sahip çıktığını söyleyenler savunuyor.

Toplumun genelinde gözlenen ayrışma iktidarın içinde de var. Ancak bu daha çok siyasi nedenlerden kaynaklanan bir ayrışma. Bu çevreler, sözleşmenin oluşturduğu hukuki, oluşturacağı sosyolojik ve kültürel zemini tartışmak yerine meselenin ne kazanır ne kaybederiz cephesi ile ilgileniyorlar.

Sözleşmeden çekilmezsek oy kaybederiz yahut çekilirsek kadınların oyundan oluruz argümanından hangisi öne çıkarsa o kazanacak.

Ancak şunu baştan ifade etmekte fayda var, dindar olmaktan ziyade mutaassıp(din cahili) çevrelere bir defa sakalı kaptırdınız mı bir daha kurtaramazsınız. Dün Ayasofya, bugün İstanbul sözleşmesi, yarın hilafet öbür gün kim bilir ne. Bu çevreler ne İslam’ı biliyor, ne de yaşadıkları dünyanın gerçeğinden haberdar. Bugünü dünün fıkhıyla, hukukuyla yönetmeye kalkmak toplumsal değişmeyi, farklılaşan sorunları görmemektir. Doğru olan dünün müesseselerini bugüne taşımak değil, İslam’ın ışığını bugüne taşıyarak günümüzün problemlerine tatbik etmek, günümüzün idrakiyle İslam’ı anlamaktır.

Lakin iktidar, genelde toplumsal cehalete hitap ediyor, İslam’ın doğrularından ziyade halk İslam’ının kabullerine göre siyasetini tanzim ediyor. Bunu yaparken de popülizmini İslam ve ahlaklılık kisvesiyle örtüyor.

Yasalar sınırlar çizse de ahlaklılık apayrı bir şeydir. Yasa, belli sınırlar çizdi diye sosyal ahlak düzelecek diye bir şey yok. Bununla yasaların sosyolojik etkileri olmadığını söylemiyorum, tam aksine iyi uygulanan ve toplumsal hassasiyetlerle örtüşen yasalar sosyolojik bir hüviyet kazanarak zamanla kültürleşir, hayatın bir parçası haline gelirler. Lakin, bu tek başına ahlak oluşturmaz. Yasalar tek başına ahlak bozmadığı gibi tek başına toplumu ahlaklı hale de getirmezler. Bunu anlamak için İstanbul Sözleşmesi öncesi ve sonrasına bakmak kafi. Öncesinde de kadın cinayetleri, tecavüzler, çocuk tacizleri vardı, bugün de var. Sözleşme, sadece kadına hukuk karşısında bir güç, dolayısıyla bir özgüven kazandırdı.

Sözleşmeye ahlakilik iddiasıyla karşı çıkanların çoğu ne yazık ki şurada burada ortaya çıkan çocuk istismarlarına aynı tepkiyi göstermediler. Kurslarda, yurtlarda ortaya çıkan rezaletlerin Sözleşme ile hangi bağlantısı var? Olmayan bir ahlakı hiçbir yasa düzeltemeyeceği gibi, ahlaklı bir toplum da yasa veya sözleşmelerle kolay kolay ölçülerinden kopmaz. Bir toplumun ahlaki geleceği bir sözleşmeye indirgenemez.

Din, sadakat duygusu bakımından birinci sırada gelir, hiçbir beşeri yasa dinin insan vicdanında bıraktığı kadar iz bırakamaz. Şurada burada uç veren çocuk tacizlerinin çoğu dinin ön planda olduğu, dindarlık skalasında önde olan yerlerde meydana geldi. Dinini dinlemeyen, fırsatını bulduğunda neyi dinler ki?

Diyeceğim şu, ahlak meselesini yanlış zeminlerde tartışıyoruz. Din vicdanlara, yasalar korkulara tesir eder. Bizi yasalar bozmadı. Osmanlı’nın çözülme dönemlerinde de bugün şikayet ettiğimiz, rezaletler vardı. Yasalar bizim inançlarımızdan neşet ettiğinde de vardı. Yönümüz Batı’ya değil, kendimize dönük iken de vardı. Batı bizi bozdu demek kolaycılıktır, biz batıya bozulduğumuz, geri kaldığımız için yöneldik. İşin doğrusu bunu yaparken ne neyi kaybettiğimizi biliyorduk, ne de neyi aradığımızı... Onun için Batı’dan aldıklarımız da sadre şifa olmadı. Bugün dine dönüş diyenler de aslında ne aradığını bilmiyor, din geçmiş uygulamaları taklit etmek değil, kitap ve sünnetin ışığında kendi çağımızın uygulamasını bulmaktır. Geçmişi bugüne taşımak din değil, tarihsel, belli bir zaman ve mekan ile sınırlı uygulamaları taklit etmektir. Temel soru, dinimiz, kültürümüz bugün bize ne diyor olmalıdır.