Bâzı yazılarımı, “Yok, olmadı, anlatamadım.” diyerek beklemeye alırım ve eksik kısım için Hakk’tan bir hediye beklerim. Genelde de o hediye gelir.

Bu yazının hediyesi, Abdurrahman Dilipak’ın Avrupa’yı hak dine katma teklifi. Okuyunca güleyim mi ağlayayım mı bilemedim. Dilipak, patenti Osman Yumakoğuları’na âit bir projeyi tekrar etmiş. On milyon Müslüman genç, Müslüman olmayan bir Avrupalı ile evlenecek. Eşini Müslüman yapacak. Üç çocuk olunca da Avrupa’da elli milyon Müslüman hazırda.

Dilipak, bu konuyu Erdoğan’ın Bosna ziyâreti vesilesiyle gündeme getirdiği için dikkatimi çekti.

Bu dâhiyâne (!) fikri bir tarafta tutarak asıl konuya geçeyim.

Cumhurbaşkanımızın Bosna’ya gideceğini duyunca olur da Bosna hakkındaki intibâlarımızı dikkate alırlar diye kaleme sarıldım. Çünkü Türkiye-Bosna ilişkilerinde öyle bir kanayan yara var ki anlatmaktan teeddüp ediyorum. Fakat dile gelmeli, üzerine gidilmeli. “Seni kim takar?” derseniz, takıp takmamaları umûrumda değil. Ben vazifemi yapayım da onlar takmasınlar.

Yazımın başlığı, bir dizi filmin adı. Rahmetli Yücel Çakmaklı, Bosna Savaşı’na dikkat çekmek için savaş devam ederken 1994 yılında çekmişti. İnternette var, lütfen seyredin. Bosna’daki Osmanlı mîrâsı, İslâm-laiklik çatışması, Batının Bosna’daki ikiyüzlülüğü.. Gerçekten zengin muhtevalı bir film.

Bosna’ya üç kere gittim. Gazeteci olarak değil, elhamdülillah kendi paramla. (Bunu özellikle söylüyorum ki devletin parasıyla gittim zannedilmesin.)

Köylerine kadar dolaştım. İlk gidişimde Ramazan Bayramı’ydı. Şehidliğe çok yakın bir yerde kalmıştık. Bir şehre nüfûz etmek için gün doğmadan dolaşmak lâzım. Başçarşı’yı tan yeri ağarırken solumak, Bilge Kral’ın ihtişamdan uzak kabrini seher vakti ziyâret etmek, unutmayacağım hâtıralarım. Gâzi Hüsrev Câmisi imamı, “Bayram-ı şerif mübârek olsun” dediğinde gözlerim dolmuştu. Daha evvel askerî bir görevle giden rahmetli âbimin, “Osmanlıyı anlamak için muhakkkak gidin.” demekle ne demek istediğini anlamıştım.

Burada hemen bir bilgi vereyim. Âbim Bosna’ya gittiğinde 28 Şubat rüzgârları esiyordu. Döndüğünde içi yanarak şöyle demişti: “Bizim subaylardan Sırplarla oturup kalkan, Aliya’nın komutanlarına ‘çarıklı’ diyenler var.”

Ne yazık ki Türkiye’de dindarlara mürteci gözüyle bakanlar, Bosna’da da Sırplara karşı savaşan mücâhidlere öyle bakıyorlardı ve ne yazık ki Bosna’da da İslâm dinine mesâfeli laik Boşnaklar vardı.

İkinci gidişimde Bosna tepelerinde bir mahallede ev tuttuk. Kurban Bayramı’ydı. Ev sâhibinin, erik şurubu ikrâm ederek “hoşgeldiniz” demesini, nefis bayram baklavasını unutmam mümkün değil. Birbirimizin dilini bilmiyorduk ama iki Osmanlı torunu ne güzel anlaşmıştık.

Gidenler, Aliya’nın savaş karargâhının altındaki meşhûr çay evini bilirler. Dünya, çok küçük. Orada aynı lisede okuduğum bir hanımın edâsı dikkatimi çekmişti. Bize gelen Batılı turistler gibiydi. Kaldıkları otelin lüksünü anlattı. Bosna’dan daha gelişmiş bir ülkeden gelmenin havası o kadar belliydi ki bu ahmak kadına ne diyeyim, bilemedim.

Meğerse mesele, çok daha vahimmiş. Orada tanıştığım iki gençle sohbet edince savaştan sonraki ilk yılların heyecanının bittiğini, artık Boşnakların bize iyi gözle bakmadığını söylediler. Zâten bir önceki yıl “hay hay!” diyerek bize yer gösteren köftecinin, bu sefer “Yemek bitti” diyerek savuşturmaya çalışmasından işkillenmiştim.

Bunları niye anlattım? Evet, Fâtih’ten emânet Bosna için çok şey yaptık ama tıpkı Türkî Cumhriyetlerdeki gibi yanlışlar da yaptık. Ağabeyliğin suyunu çıkardık. Üzgünüm ama bütün bunlar, erkek milletinin yüksek katkılarıyla oldu.

Oysa Türkiye, Balkanlarda destan yazıyor. TİKA, her yerde. İnsan, bu kelimeyi hiç ummadığı bir yolda giderken veya câmi, türbe tâmirinde okuyunca gurur duyuyor. Karşılaştığınız herhangi bir insan, “Erdoğan nasıl? Türkiye nasıl?” diye soruyor.

Aliya-Erdoğan dostluğu, hem bizim için hem onlar için çok anlamlı. Beş asırlık geçmişi var.

Tayyip Erdoğan’a eleştirilerim ayrı bir konu ama AK Parti iktidarında Balkanlara ve Türkî Cumhuriyetlere yapılan hizmetleri inkâr edenin gözüne dizine dursun. Şundan eminim ki Erdoğan’ın, Bosna’ya ve Aliya’ya muhabbeti bâkidir. Bosna’yı, Fâtih’ten, Aliya’dan emânet bilir.

Bilge Kral’ın oğlu Bakir İzzetbogoviç’in de Erdoğan gibi siyâsî sıkıntıları var. Bir yandan Sırp ve Hırvatlarla diğer yandan laiklik taraftarı Boşnaklarla mücâdele ediyor. Hâl böyle olunca İslâm kardeşliği adına Türkiye’den Bosna’ya gidenlerin İslâmı doğru temsil etmesi, daha bir önem kazanıyor. Fakat burada bile iktidarın İslâm ahlâkına aykırı hâlleri ortadayken, Bosna’ya gidenlerin sahâbe gibi olmadığını tahmin etmek zor değil. Muhakkak ki Bakır İzzetbegoviç’in muhâlifleri de bunun farkındalar ve “Bunlar mı İslâmı temsil ediyor?” diye sormaktan geri durmuyorlar. Tıpkı Türkiye’deki laiklerin, iktidarın ahlâkî sıkıntılarına bakarak sordukları gibi.

Demek istediğim şu: Bosna’da Türkiye’nin ağabeyliğinden memnûniyetsizlik var.

Bosna’nın yaralarını sarmaya giden birtakım çıkarcılar ve uçkuruna sâhip olamayanlar yüzünden Türkiye-Bosna dostluğu derin yaralar aldı, almaya devam ediyor. Boşnak kardeşlerimiz inciniyor. Elbette bu durum, Türkiye’yi Bosna’da görmek istemeyen İslâm karşıtı Boşnakların ve Sırpların hoşuna gidiyor. Bu yanlışların faturasını, Bakır İzzetbegoviç ödüyor.

Şimdi yazının başındaki konuyla bu kanayan yarayı birleştirelim.

Bizim erkeklerimizde ciddi şuuraltı sorunları var. Özellikle cinsel konularda. Ortam serbest olduğunda, yâni kullar görmediğinde Allah korkusu da, utanma da kalkıyor. Bunun üzerine bir de öteki kadın merakını ekleyince işler çığırından çıkıyor.

Hâl böyleyken, “On milyon genç bekâr Müslüman insan Avrupa’daki Hristiyanlardan eş seçsin, Müslüman yapsın” derseniz, bu kutsal vazifenin üzerine öyle atlayanlar olur ki şaşar kalırsınız.

Siz, “genç insan” dersiniz; doksanına gelmişi, “tebliğ yapacağım” diye ayaklanır.

Siz, “Müslüman olmayanlardan eş seçin.” dersiniz; onlar, her önüne gelen sarışını Hristiyan zanneder.

Siz, bekârlara seslenirsiniz; evliler, sıraya girer.

Nitekim, değil Hristiyan bir ülkede, Bosna’da bile çok sıkıntılar yaşandı. Yukarıda bahsettiğim gençler, din görevlilerinin bile gece hayâtına nasıl daldıklarını anlattığında kulaklarıma inanamadım. (Türkî Cumhuriyetlerdeki rezillikler, ayrı bir yazı konusu.)

Türkiye-Bosna ilişkileri sorgulanırken bunları görmemek, görmek istememek, çözüm değil. Çöp dağı, eninde sonunda patlar.

Geleyim asıl merâmıma. Bosna’da böylesine kanayan bir yara varken, bunları görmezden gelip “ağabeyliği seçim malzemesi yapmak”, hem kulları hem Allah’ı gücendirir. Ziyârete katılan gazetecilerin Bosna’da herşey güllük gülistanlıkmış gibi yazılar döşeyip, Bakır İzzetbegoviç’in, “Erdoğan’a sahip çıkın” mesajıyla dönmeleri ayıptır. Birileri, Bosna halkının da okuma yazma bildiğini bu gazetecilere anlatmalı.

Boşnak kardeşlerimizin savaş yaraları çok acı, çok ağır. Acılarının hafife alınmasına, günlük siyâsete malzeme yapılmasına tahammülleri yok!

Nitekim tahammül edemediklerini, Râsim Ozan Kütahyalı meselesinde ayaklanarak ortaya koydular. “Aman bu adam Reisçi, Erdoğan’ın hatırına ses etmeyelim” demediler. “Reissen icabına bak!” dediler.

Acı olan şu ki bu densizliği yapan adam, Boşnaklar tepki vermeden cezâlandırılmadı. Yaptığının üzeri örtülmek istendi. Hani Boşnaklar Aliya’nın emânetiydi? Nasıl olur da bir Reisçinin lüksü, Türkiye-Bosna ilişkilerinden daha değerli olabilir?

Birgün Bosna halkı, “tebliğ”le kamufle edilen, ağabeylikle süslenen İslâm dışı hâl hareketlere baş kaldırdığında çok geç olacak.

Biliyorum, bu yazı biraz karışık oldu. Kafanız karışsın istedim.