Zaman zaman ülkücü harekete muarızları tarafından yakıştırmalar olur. Faşistlikten, ırkçılığa kadar çeşitli suçlamalar yöneltilir. Bunların çoğu gerçek dışıdır ama ülkücü hareket hiçbir zaman bu suçlamalara karşı kendini doğru dürüst savunamamıştır.

Bugün din adına daha doğrusu onun adı kullanılarak her türlü cinayet işlenebiliyor. Her türlü ahlaksızlık, din ambalajına sarılarak meşrulaştırılıyor. Eğer o toplumda hakikati arama ve bulma gayreti yoksa bu tip propagandalar başarılı da oluyor.

Halbuki biz böyle değildik.

Gençlik yıllarımızda İslam’a zarar getirmekten, onun şanlı ismini kirletmektense her türlü zararın bize gelmesini tercih ederdik. İslam’a zarar vermiş olarak büyük mahkemeyeçıkmaktan korkar, adımlarımızı ona göre atardık. Kavgada da yumruklarımız Allah diyene yönelmezdi.

Şimdi bakıyorum da en büyük cinayetleri, en büyük adaletsizlikleri, en büyük hırsızlıkları İslam diyenler yapıyor. Kimsede Allah’ın dinine zarar veririm endişe veya hassasiyeti yok. Bizim “Allah’ın davasına gelen bize gelsin” şuuru bunlarda bize gelmesin İslam’a gelsin şeklinde tersine dönmüş durumda. İslam’ın, İslamların zarar görmesini nefsinin zarar görmesine tercih eden çıkarcı bir İslamcılık anlayışı. Ve onun içindir ki, dine ve dindarlara olan güven her geçen gün biraz daha aşınıyor.

Ülkücü çizgi, İslam’ın Türk kültürü ile kavrandığı bir çizgiydi. Kuran tektir ama onu her millet kendi kültürü ile kavrar, yorumlar ve anlar. Mesela bizde Muta nikahının hoş karşılanmaması, İran’da uygulanma imkanı bulması tamamen iki milletin kadim kültürü ile ilişkilidir. Müslümanlığımızın üslubu Türk üslubuydu. Bugün Türklük ırkçılıkla özdeşleştirildiği için gitgide o üslup kayboldu. Artık sadece dinin hükümlerini değil, başkalarının kültürlerini de ithal ediyor, kendimizi başkalaştırıyoruz.

Eğer o Türk Müslümanlığı çizgisini sürdürebilseydik bugün bambaşka bir manzara ile karşılaşabilirdik. Biz o çizgiden uzaklaştıkça hem etkimizi kaybettik hem de diğer hareketlere o boşluğu doldurma imkanı verdik. Bir çok ülkücünün sağa sola savrulmasında, dini gruplara yönelmesinde hareketin Türk Müslümanlığına tekabül eden yönünün kaybolmasıyla yakından alakası var. Çünkü Ülkücü hareket sadece siyasi bir hareket değil, aynı zamanda ahlaki bir hareket. Hareketin ahlaki yönü zayıfladıkça bazı kopmaların, savrulmaların olması mukadderdi, öyle de oldu.

Toplumları değiştirecek olan sadece fikirler değildir. Değişimin en önemli dinamiklerinden biri yeni bir ahlaki anlayıştır. Toplumları fikirler kadar ahlaki yapılar dönüştürür. Fikrin, düşüncenin, imanın ete kemiğe bürünüp görünür hale geldiği alan da ahlaki alandır.

Geçmişi geliştirerek, zenginleştirerek geleceğe taşıyamadık. Bugünü anlayacak kriterlerimizi kaybettik. Bugünü yaşıyor ama 30-40 sene öncenin düşünce şablonları ile konuşuyoruz. Zamandan kopan toplumdan ve gerçekten kopar.

Bugün de Hakka, hukuka, devlete, millete, İslam’a gelen bize gelsin diyoruz. Lakin bunu dedikten sonra nasıl bir toplum tasavvuruna sahip olduğumuzu diyemiyoruz. Siyasal İslamcıların boşaltmaya başladıkları dini ve milli hassasiyetler alanını nasıl dolduracağımızı söyleyemiyoruz. Üstelik buna talip de olmuyoruz. Yeni bir dünyanın kurucusu ve inşacısı olmak varken, çekilip gitmekte olan eski dünya ve onun siyaset anlayışının payandası olmayı tercih ediyoruz. Dini nefislerine ve siyasetlerine alet edenlerin maskelerinin düştüğü ve sürülmekte oldukları bu alanı doldurmak için önümüze çıkan bu fırsatı değerlendiremiyoruz. Halbuki, bunu yapabilmek için kendimize ve kendi değerlerimize dönmek kafi ve vafidir.