Hayâtım, Ankara ve İstanbul arasında geçti. Önce Ankara’yı terk ettim, İstanbul için. Sonra Ankara için, “Ölüm çıksın bu şehirden” dediğim İstanbul’u terk ettim. Nasıl bir ayrılık ama! Köprüden geçerken boğazım düğümlenmişti.

Ankara, memur şehri. Üretmeyen, tüketen bir şehir. Kravat ve takım elbise giyen herkes, büyük adam. Yeni teğmen olanların kendisini genelkurmay başkanı görmesi misâli, yeni memurların da kendisini büyük bürokrat olarak hayâl ettiği bir şehir.

Ankara, iyice büyümüş. Her geleni yutuyor. Tezgâh, böyle kurulmış; çark, böyle işliyor.

Gençlik yıllarımdan iki arkadaşımla karşılaştım. Onlar da benim gibi İstanbul’dan gelmişlerdi. İkisi de maşallah, çok yukarılara çıkmış. Birisi, yarım ağız konuştu benimle. Pek adam yerine koymadı. Ne de olsa koskoca vekil olmuş. Ben kim, o kim değil mi?

Yanındakilere, “Kerime’nin kalemi iyidir.” derken, “Kerime, iyi dikiş diker.” der gibiydi. Oysa yazmak, benden önce onun hayâliydi.

Diğeri, pek bir sevindi ama sağolsun, “sayın” koymamı istedi isminin başına. Sürekli, “Kendini çok ihmâl etmişsin” dedi. Onun gibi kariyer yapmadım ya onun gibi yükselmedim ya haklı elbet. Her “sayın” deyişimde o kasıldıkça kahkaha atasım gelirdi.

İstesem onların yerinde olamaz mıydım? Niye olmasın? Bir seferinde, siyâsete tövbe etmiş bir arkadaşım vazgeçirdi. “Boş ver sana uymaz.” dedi. Bir seferinde de kendim terkettim o dünyâyı. Aynı arkadaşım “6 ay süre biçmiştim. Bir sene kalsan kurtulamazdın.” dedi.

O altı ay bile beni mahvetti. Hâlet-i ruhiyyem bozuldu. “Kendini çok ihmâl etmişsin.” diyen arkadaşım, bu cümleyi otomatiğe taktıkça derin derin düşünmeye başladım. Kendini ihmâl etmemek için imhâ etmeyi göze almak...

“Sen de kendini imhâ etmişsin. Bu kadar yalan dolan insan haysiyetine yakışmaz.” diyemeden ayrıldım, o dünyâdan. Desem ne olacak? Bürokrasi zehirlemiş. İkbâlden düşmek, kâbus gibi. Önünde el etek öpenlerin, o zaman ne yapacağını iyi biliyor. Kirli etek mihrâbı öperek geldiği mevkide kendi eteği de kirlenmiş ama farkında değil. Büyük devlet işleri yapıyorum diye avunuyor.

Sağolsun, sâyesinde kendini imhâ etmenin ne kadar berbat olduğunu gördüm ve kendimi ihmâl etmemeye karar verdim.

Benim bir avuç bahçem olacaktı. Elbisem eski ama bahçemde iri kırmızı güller olacaktı. Baharı, mor salkımla karşılayacaktım. Hanımeli ve gül kokuları birbirine karışacaktı.

Bahçenin bir kenarında domates biber, bir kenarında kadife çiçekleri olacaktı.

Kaderde İzmit varmış. Bu yazıyı, İzmit’in sâkin, bağlık-bahçelik, sabah horoz sesiyle uyandığımız bir yerinden yazıyorum. Yazlık niyetine değil, dört mevsim yaşamak için geldim.

Klavyenin tuşlarına basarken parmaklarım acıyor. Taşınma yorgunuyum ama tanışma için çok heyecanlıyım. Komşular, “Hoşgeldiniz. Bir ihtiyacınız var mı?” diye sorduklarında yorgunluğum geçmeye başladı. Kimi, kapıya geldi sordu; kimi, bahçeden seslendi. İftardan sonra gönderilen karpuz, içimi serinletti.

Hemen yolun karşısında süt satıldığını öğrendim. Süt sormaya gittiğimde karşıma bir “Sütçü Ramiz” çıktı. Selânik göçmeniymiş. Bahçedeki erik dalları yerlere eğiliyor. Koparmak için izin istedim. ”Hepsi senin kızım!“ dedi. Bunu dediğine pişman olacağını nereden bilsin? Evde yedi nüfus var.

Bu sabah gün doğmadan sâhile indik. Ihlamur kokusu baygınlık veriyordu. İzmit’in her yerinde ıhlamur ağaçları var.

Ihlamur kokulu yazılar çıkar mı bilmiyorum ama bundan böyle yazılarımı burada yazacağım.

Kendini ihmâl etmeyen arkadaşlarıma gelince...

Seçim meydanlarında esip gürlemeye devâm ediyorlar. Çekip gitme hürriyetleri yok artık!