CENGİZ HAN'IN MOĞOL ORDUSU

1206–1294 yılları arası Orta Asya'da kurulmuş eski bir imparatorluk. İmparatorluk kurulma döneminde Asya'daki Cengiz Han idaresine boyun eğmiş Moğol ve Türk boylarının birleşiminden oluşuyordu.

1206 yılında Cengiz Han tarafından kurulan Moğol İmparatorluğu, kısa zamanda her yönde genişleyerek dünyanın %22'sine yayılmış, 24 milyon km2 den fazla bir alanı kapsayan ve tarihin bitişik sınırlara sahip en büyük imparatorluğu haline gelmiştir.En geniş döneminde 100 milyondan fazla kişiyi topraklarında barındırıyordu. İmparatorluğun bu denli geniş olması batı ile doğuyu birleştirmiş bu sayede İpek ve Baharat yollarında ticaret yapmak güvenli olmuş ve Pax Mongolica denilen barış dönemi yaşanmıştır. Cengiz Han'ın ölümüyle birlikte devlete Ögeday liderlik etmiş ve babasının fetihlerinin tamamlamıştır. 1260 yılında Memlukler tarafından Filistin'de Ayn Calut Muharebesi'nde ilk kez yenilgiye uğratıldılar. 1294'te Kubilay'ın da ölümüyle imparatorluk bölündü. Altın Ordu hanlığı (Cuci'nin Devleti), Çağatay Hanlığı (Çağatay'ın Devleti), İlhanlılar (Hülagû'nun Devleti), Kubilay Hanlığı (Tuluy ve oğlu Kubilay'ın Devleti) olmak üzere dört parçaya ayrıldı. Moğol İmparatorluğunun tamamen sona ermesi Kubilay Han'ın kurduğu Yuan Hanedanı'nın, Çinli Ming Hanedanı tarafından 1368'de yenilmesiyle olmuştur. Moğol kelimesi ilk kez 7. yüzyılın sonlarında Çin’e ait Tang Hanedanı yıllıklarında küçük bir kabile ismi olarak geçmektedir. 1140 yılında Cengiz Han’ın büyük dedesi Moğol kabilelerinden Börçiginlere mensup Kabul, bütün Moğolların ilk lideri olarak “Han” unvanını almıştır. Cengiz Han’ın babası Yesügey Bahadır onun torunudur. Moğolların en önemli rakibi , güneyde gittikçe yükselen ve güçlenen, Altın İmparatorluk olarak anılan ve Çin’in kuzeyini hızlı ve parlak bir zaferle zapt eden Jin Hanedanı idi. Kabul Han ve onun halefi Ambakay Han zamanında Moğollar onlarla mücadele edecek kadar kuvvetlenseler de Tatarlar, Çin derebeylerini hoşnut etmek için Ambakay’ı Çin’e teslim ettiler. Ambakay hiç alışılmadık bir şekilde, “tahta eşek şekli” denen bir duruma sokularak çarmıha gerilip infaz edildi. Cengiz Han’ın büyük amacası Kutua, bu hakarete Çin üzerine ve Tatarlara bir dizi saldırı düzenleyerek cevap verdi ve bu akınlar sonunda “Moğol Herkülü” unvanını kazandı. Fakat, 1160 yılında, detayları bilinmeyen bir dizi olay sonunda, Kuzey Çin’in hakimi Jin Hanedanı, Moğolları hezimete uğrattı. Moğollar bir süre karmaşa içinde dağıldılar. Sefalet içinde yüzen bu karmaşık haldeki Moğollar’ın içerisindeki önemsiz liderlerden biri olan Yesügey Bahadır, Kabul Han’ın torunu ve Böriçigin kabilesinin en önemli şahsiyeti idi. Yesügey Bahadır’ın en büyük amacı ittifaklar kurarak Moğolları güçlendirmekti. Müttefiklerinden bir tanesi batı komşusu olan Keraitler idi. Keraitler 200 yıldan beri Nasturi Hıristiyan’dı. Hıristiyan Keraitlerin o zamanki lideri Tuğrul idi. Tuğrul, 1160 yılında akrabalarının korkusu ile kaçmak zorunda kalmıştı. Moğolların lideri Yesügey, Tuğrula kabilesinin önderliğini yenide ele geçirmesi için yardım etti. Tuğrul ve Yesügey Bahadır anda ile kardeşilik yemini ettikten sonra, daha sonraları Moğolların yeniden ortaya çıkışında olağanüstü önem taşıdığını kanıtlayacak olan bir ittifak kurdular.

Moğolların tarih sanhesine çıkışı Temuçin'in tüm kabileleri Moğol siyasi çatısı altında birleştirip 1206'da Cengiz Han unvanını alması ile gerçekleşti. 1206'ya kadar yaptığı mücadeleler sonucunda Merkitler'i, Naymanlar'ı, Moğollar'ı, Uygurlar'ı, Keraitler'i, Tatarlar'ı ve diğer küçük kabileleri kendi liderliği altında birleştiren Cengiz Han 1206-1227 arasında Kuzey Çin'deki Batı Xia ve Jin Hanedanı, Orta Asya'daki Kara Hıtay, Türkistan ve İran'daki Harzemşahlar ile Kafkasya'da Gürcüler, Deşt-i Kıpçak'taki Rus Knezlikleri ve Kıpçaklar ile İdil Bulgarları üzerine gerçekleştirilen seferler sonucunda gerçekleştirdiği seferlerle Pasifikten Hazar denizine kadar uzanan Moğol İmparatorluğunu kurdu.

Cengiz Han daha hayatta iken kurduğu imparatorluğu dört oğlunun idaresine vermiş ve kaynaklar bunlardan "dört ulus" diye söz etmişlerdir. Kağanlık, büyük han olarak merkez Karakurum’da olmak üzere Ögeday'a bırakılırken Balkaş’ın kuzey ve doğusundaki Tarbagatay, Kara İrtiş ve Uranga bölgelerinin idaresi de ona verilmişti. Çağatay’a eski Kara Hitay İmparatorluğu ve Uygur ülkesinin yer aldığı Türkistan’dan İli, Issık Göl, Çu ve Talas havzaları ile Maveraünnehir’e kadar uzanan topraklar verilmiştir. Cengiz’in en küçük oğlu Tuluy ise Moğol geleneğine göre ailenin koruyucusu “Otçigin” sıfatıyla babadan kalan ilk toprakların mirasçısı olarak, Tula, Yukarı Onon, Yukarı Kerulen arasındaki topraklara sahip olmuştur. Tuluy cesur ve iyi bir asker olmasına rağmen, çok fazla genişleme siyaseti gütmemiş ve kendisini içkiye vererek 1232’de ölmüştür Güney Sibirya, Kıpçak bozkırları, Harezm ve Kafkasya toprakları büyük oğlu Cuci’ye verilmişti. Aancak Cuci, Cengiz Han ölmeden 6 ay önce öldüğü için idaresi altındaki topraklar onun oğulları Orda ve Batu'ya verildi. Batıda alınacak yeni topraklar da Batu'nun idaresine bırakıldı. 1235-1242 arası Batu Han, Moskova ve Kiev’i fetheder ve böylece Rusların “Tatar Boyundurluğu” dediği yaklaşık 300 sene sürecek dönem başlar. Sovyet yönetiminin Rusya’da 80 sene sürdüğü düşünülürse bu muazzam bir süredir. Avrupa’daki Moğol seferlerini planlayan Subutay ile birlikte Batu Han’ın seferleriyle Moğollar Rusya, Ukrayna, Polonya üzerinden Almanya’nın doğusuna, Hırvatistan ve Dalmaçya sahillerine kadar istila etmişler hatta büyük bir Polonya ordusu ille Macar ordusunu yenerek Macaristan topraklarını da ele geçirmişlerdi. Ancak Batu Han Viyana önlerinde iken 1242 yılında Ögeday ölünce seferde olan yeni kağanın seçilmesi için ordusuyla Moğolistan’a döner ve Avrupa ancak Moğol İstilasından bu şekilde kurtulur. Bir diğer yoruma göre Doğu Avrupa topraklarının zengin olmaması Moğolların İran ve Çin’de yaptıkları gibi Doğu Avrupada yerleşmemesinin başlıca nedeniydi.Batu Han'a ait olan yerlere, babasının adından dolayı "Cuci Ulusu" deniyordu. Batu, Cengiz Han'ın hakimiyet alameti olarak kendisi için altın busagalı ak orda kurdurmuştu. Üzeri altın kaplama olduğu için, bu otağa altın orda deniliyordu. Böylece babasından dolayı “Cuci Ulusu” olarak anılan Batu Han'ın Altın Ordası imparatorluk parçalandıktan sonra kurulacak olan dört devletten birine temel teşkil etti.

1241’de Moğolların İran istilasını yürütmek için Baycu Noyan tayin edildi. Baycu Noyan, Anadolu’yu Moğollara bağlayarak büyük Han’ın nazarında itibar kazanmak istiyordu. Bu amaçla 1242’de Erzurum’u kuşatarak ele geçirmiş bu olay üzerine 1243 ilkbaharında Kayseri’de toplanan Anadolu Selçuklu ordusunu Sivas-Erzincan arasındaki Kösedağ mevkiinde mağlup etmiş ve Anadolu Selçuklu Devleti, Moğollara her sene yüklü bir miktar vergi ödemek koşulu ile barış yapmak zorunda kalmıştır.

1255 kurultayında büyük han olan Tuluy’un oğlu Möngke, merkez Karakurum’da büyük han olarak kendisi kalırken kardeşlerinden Kubilay’ı Çin’in tamamının fethi için, Hülâgu’yu ise tam bir kontrol sağlanamayan İran’a “il-han” yani bölgesel han olarak gönderdi. Hülagü, Tebriz'i başkent yaparak Azerbaycan'a yerleşti. 1258’de İran’da Alamut Kalesi’ni fethedip yerle bir ederek yaklaşık 150 yıldır dehşet saçan Hasan Sabbah’ın İsmailîleri’nin sonunu getirmesinin yanı sıra Bağdat’ı fethederek Abbâsî Hilafetine son verdi.

Möngke'nin 1259' daki ölümüyle, Moğolların büyük fütühat devri sona erdi. 1260'taki Ayn Calut savaşında Moğol ordusu, Sultan Baybars komutasındaki Memluk ordusuna yenildi. Möngke'nin ölümüyle Cengiz soyundan gelen yöneticiler arasında bağlar iyice gevşemeye başladı.

1262' de Batu'nun oğlu Berke ile Hülagü, güçlerini birleştirip topraklarını batıya doğru genişletecek yerde, Azerbaycan ve Kafkasya'daki otlaklar yüzünden bir dizi çarpışmaya girdiler. Berke’nin Mısır Memlukları ve Anadolu Selçukluları ile ittifakı hem de akrabalık tesis edişi Hülagü’nün batıya doğru ilerlemesinin önünü tıkadı.

Aynı tarihte doğuda, Tuluy'un çocukları, Kubilay ve kardeşi Arık Böke arasındaki taht kavgasından çıkan ve dört yıl süren savaş sonucu merkez de sarsıntı içersindeydi. Kubilay bu mücadeleden galip çıkıp kağanlık kendisine geçince başkenti, Karakurum'dan bugünkü Pekin'e taşıdı. Böylece Çağatay Ulusu ve Batu’nun Altın Ordasından sonra Çin'de Çinlilerin Yuan Hanedanı olarak adlandırdığı Kubilay Hanlığı İran'da da Hülagü'nün İlhanlıları olmak üzere iki devlettin daha temelleri atılmış oluyordu.

1294’te büyük han Kubilay’ın ölümünden sonra imparatorluk parçalanmıştır.
 

ROMA ORDUSU

Antikçağın en büyük bürokratik yapısı olan, Roma imparatorluk ordusunu Augustus kurmuştu. Augustus’un ordusu, 150.000 lejyoner, eğitimli ağır piyade ve istihkamcı ile birlikte, lejyonerleri tamamlayıcı olarak görev yapan ayrıca 150.000 yardımcı askerden oluşuyordu. Yardımcı askerlerin yarısı her türde süvariden oluşuyor. Bu 300.000 askerin her biri, günde yarım litre şarap ve yılda yaklaşık 350 kilo mısır tüketirler. Silah imalathaneleri, idari binaları ve eğitim tesisleriyle, imparatorluktaki en büyük üretici ve tüketici konumundalar.

Kişilerin, ancak Roma vatandaşı olduklarını belgeledikten sonra (iyi bir referans, tıbbi inceleme veyaş, zeka, görme ve boy konusunda standartlara uygunluk) asker olmalarına izin veriliyordu. Tabii imparatorluğun umutsuz son yıllarında bu standartlardan vazgeçilmişti. Roma’daki personel burosunda, her subay ve centurion’un kişisel kayıtları saklanır, komutanlar ve bürokrasi tarafından düzenli olarak denetlenir. Generaller, seferler sırasında askerlerin yüklerini kontrol eder, gereksiz eşyaları atardı; imparatorlar ise sınırlardaki birlik ve kaleleri teftiş ederdi.

Dış tehditler, küçük bir orduyu silip süpürebilir, ama büyük bir orduda, ekonominin iflas etmesine yol açar ve darbe ihtimalini artırır. Öyle ki, İmparator Marcus Aurelius, bir defasında sefer masraflarını karşılayabilmek için, bir açık artırmada kendi özel mallarını satmak zorunda kalmıştı. Ordu, profesyonel ve imparatorluğa bağlı bir güç haline getirildi ve böylece Romalıların, keyfi hareket eden birliklerin, cumhuriyetin son yıllarında gösterdiği öfkenin yarattığı kaostan korkmasına gerek kalmadı. Oysa, askerler, daha farklı ve daha az yıkıcı bir şekilde de olsa, siyasetin merkezinde yer almayı sürdürmüştü. İmparatorlar, para ve kişisel komuta yoluyla, onların desteğini kazanmak zorundaydı. Misal, İmparator Septimus Severus’un, “Askerleri paraya boğ, kalanları da boş ver.” Dediği bilinir. Parayı ödeyen kimse, askerler ona sadık kalırdı. Augustus’un iktidara gelişinden sonraki toplam 240 yıllık sürenin son on yılı iç savaşla geçti, fakat askeri bir isyan görülmedi.

İmparatorluk askerlerinin yaşam standartları yüksek. Ücretlerinin belirli kısmını biriktirir, köle satın alır ve birinci sınıf tıbbi hizmetten faydalanırlar. Normal bir vatandaştan ortalama beş yıl daha fazla yaşarlardı. Tüm kalelerde revir ve temiz su, büyük olanlarında ise hastane bulunur. Askeri doktorlar cerrahi aletleri ve şifalı bitkileri ustalıkla kullanırdı. Ağrı kesici olarak afyondan faydalanan doktorlar, ayrıca bir organı kesmek ya da mesela göğüsten ok çıkarmak için son derece gelişmiş teknikler uyguluyorlardı. Penisilin icat edilinceye kadar hiç bir asker, Roma askerlerinin sahip olduğuna denk bir tıbbi bakımdan istifade edememiştir. Gıdaları şarap, domuz eti, peynir, sebze, meyve, tahıl, kümes hayvanları, balık, sığır ve koyun etinden oluşurdu.

İmparatorluğu savunan ordu, aynı zamanda onun yönetilmesine de yardım ediyordu. Askerler zaman zaman polis, yargıç ve vergi tahsildarı olarak da görev yapardı. Lejyonlar, bulundukları bölgelerin sakinlerini askere alır; lejyonerler de o bolgelerin kızlarıyla evlenirdi. Bu nedenle, lejyonlar, bir bolgeden diğerine intikal ettirilmekten gittikçe daha çok nefret etmiş, bu da Roma lejyonlarının stratejik olarak konuşlandırılmasını zora sokmuştu.

Gelelim disipline… Disiplinleri de ayrı bir mesele. Bazı lejyonerler göreve sarhoş olarak çıkar, silah taşımaz ve orduya yarım günlük bir iş gözüyle bakardı. Subaylar, birliklerdeki asker sayısını azaltarak, onların ücretlerini ceplerine indirirdi. Bu durum orduyu gittikçe zayıf düşürse de, Augustus’un bilediği kılıcın körelmesi için yüzyıllar geçmesi gerekecekti.

6.000 askerden oluşan bir lejyonda 10 kohort bulunur ve her kohortta 600 asker; 1 subay ve 6 centurion yer alır. Bu komuta yapısı sayesinde, daha komplike manevraları gerçekleştirmek ve yakın savaşta herhangi bir klasik cağ ordusundan daha etkili olmak mümkün. Savaşta birlikleri idare edebilmek için trampet ve sancaklar kullanılır. Tüm lejyonerler, cirit ve kılıçla dövüşen ‘hastati’lere dönüşmüştü. Uzunluğu 2 metreden fazla ve etkili menzili 30 yarda olan bu ciritler, bedenlere olduğu kadar, kalkanlara karşı da etkiliydi. Cirit, isabet ettiği zaman, kalkanı delerek onu taşıyan kişinin bedenine saplanırdı. Çift ağızlı kısa kılıçlar, savurmaktan ziyade, saplamak için kullanılırdı. Lejyonerler, gladyatörlerin kılıç tekniklerini öğrenmiş, güçlü ama hafif zırh ve miğferlerle donanmışlardır. Tahtadan yapılı, kenarları metalle kaplanmış, 1.5 metre yuksekliğinde, 75 cm. genişliğinde, tüm vücudu örten silindir şeklinde bir kalkan kullanırlardı.

Taktikleri, ateş gücü ve şok etkenlerinin karışımından oluşuyordu. Her lejyoner, 20 saniye içerisinde, taşıdığı iki ciridi fırlatarak düşman saflarını dağıtır ve düşmanın toparlanmasına fırsat vermeden kılıcını çekip hücum ederdi. Süvari, çoğunlukla kanatları korumak için kullanılsa da, zaman zaman Helen dönemindeki rolünü de üstlenirdi. Benzer şekilde, mesela Romalı bir komutan, ağır süvarilerin hücumunu durdurabilmek için, birliklerini, uçları düşmana bakan hilal şeklinde dizmişti. Okçularla desteklenen kargılı askerlerden oluşan bir saf, lejyonların önüne yerleştirildi ve hilalin uçlarına yerleştirilen carroballistai, düşmanı ateş altına aldı. Roma ordusu, carroballistaileri, Helen ordularının kullandığı her şekilde, hatta daha fazlasıyla kullanmıştı. Bir carroballistai dakikada üç ok fırlatabilir ve bu oklar, 300 yarda uzaktan kalkanları delebilirdi.

Roma ordusu etkileyiciydi, fakat yenilmez değildi. Arazi ve düşman gibi engeller Ren ve Tuna nehirlerinin ötesinin, Sahra, Arabistan, İskocya ve Sudan’ın fethini engellemişti. Ortadoğu’nun çöl ve dağlarında, Part askeri sistemi, nitelik acısından Roma ile boy ölçüşebilecek seviyedeydi. Örneğin, MO 53 yılındaki Carrhae Savaşı’nda, zırhlı Part süvarileri, 45.000 Roma askerini yanaşık düzende savaşmak zorunda bırakmıştı. Atlı okçular, sıkışık durumdaki orduya her yandan ok yağdırdılar. Romalılar beklerse ölecek; hücuma geçerse, kaçarken kendisini takip eden düşmana ok atma konusunda uzman olan düşmanının tuzağına duşmuş olacaktı. Sonraki yedi yüzyıl boyunca Romalılar, Partlara ve onların halefi Sasanilere karşı çok fazla savaş kaybetmedi. Fakat, Roma çok sayıda süvari sayesinde düşmanların üstesinden gelse de, kurak arazi taktiği veya yıpratma savaşları sonucunda, er geç geri çekilmek zorunda kalıyordu.

Sasani İmparatorluğu ve Avrupalı barbarlar, daha güçlü ve daha saldırgan hale gelerek, eşzamanlı ve büyük saldırılara girişmeye başladı. Augustus’un ağır piyadeden oluşan merkezi ordusu, bu tehditlerle başaçıkabilecek güçte değildi. Bir lejyon, sefer mevsiminde imparatorluğun bir ucundan diğerine gidebilse de, bunların hiç biri, Avrupa ve Asya’yı aynı zamanda koruyabilecek güçte değildi. Roma, düşmanlarıyla artık eskisi gibi teke tek savaşmıyordu; tehlike her yerdeydi ve Roma’nın askeri güc zayıflamıştı.

MS 395–425 yılları arasında insan gücü açığı had safhaya ulaşan Roma; köleleri, barbar esirleri ve hatta kendi isteğiyle başparmaklarını kesenleri bile çaresizce askere almaya başladı. Adrianople’ın ardından, Roma süvarisi hizmet vermeye devam ederken, piyadelerin niteliği iyice düştü. Çoğu, dağınık ve disiplinsiz falankslar şeklindeki feoderatilerdi. Romalılar, hâlâ yakın savaş düzeninde dövüşüyor olsa da, kendilerini güçlü kılan disiplin ve taktikten artık eser kalmamıştı, çoğu zırh bile giymiyordu artık. Roma’nın düşmanları, her zaman imparatorluğun küçük bir bölümüne tüm güçleriyle saldırır ve kazanırlardı. 50.000 askerlik bir birlik, Adrianople’da Romalıları mahvetmeyi başarmış; 25.000 askere sahip kabileler, önemli eyaletleri ele geçirmişti. Batı İmparatorluğu, MS 400–450 yılları arasında dağıldı. Özellikle MS 400–410 arasında, Roma askeri sistemi acısından her şey kötü gitti. Limitaneiler, ne comitatenseler tarafından desteklendi ne de devletten maaşlarını alabildi. Bir süre sonra ister istemez köylü milis kuvvetlere dönüştü ve sınırları değil de, kendi çiftliklerini korumaya başladı. Sınır savunması ve ordunun büyük bir kısmı dağıldı. Galya ve İtalya’da en fazla 75.000 comitatense bulunuyordu ve buralarda bile, ordu ve garnizonların sayısı 5.000’i geçmiyordu.

İtalya’da, Roma askeri kadar, feoderatiler de mevcuttu. Batı İmparatorluğu, MS 405–407 yılları arasında, Doğu İmparatorluğu’yla girdiği iç savaşa hazırlanmak üzere, Britanya ve Galya’daki askerlerinin bir bölümünü geri çekti. Roma kuvvetleri ayaklandı; barbarlardan oluşan kalabalık bir müttefik ordusu ise, Batı Avrupa’daki tüm savunmayı ezip geçti ve Ren’i aştı. İç çekişmelerden istifade eden diğer bir ittifak kuvveti de İtalya’ya girdi ve oradaki feoderatilerle birleşti. 5 yıl içerisinde Roma yağmalandı ve Britanya ile birlikte Galya, İspanya ve Balkanlar’ın büyük bir bölümü elden çıktı. Büyük şehirler, ilkel kuşatma silahlarına sahip düşmanlarına teslim oldu. “Barbarlar” yayıldıkça, Roma’nın kaynakları tükendi. Artık ne insan ne de para kalmıştı; nihayetinde, Roma İmparatorluk Ordusu, beraberinde imparatorluğu da götürerek ortadan kalktı.

SPARTA ORDUSU

Sparta hegemonyası, Antik Yunan'da en büyük kara gücünü oluşturmuş olan Sparta kentinin hakimiyetindeki dönemi anlatır. Klasik dönemde Sparta Peloponez bölgesini denetimi altında tutmuş, yönetmiş ve etkilemiştir. Atina ve müttefiklerinin MÖ 431 - MÖ 404 yılları arasında yapılan Peloponez Savaşı'nda Sparta'ya yenilmelerinin ardından Antik Yunan dünyası MÖ 404 - MÖ 371 döneminde Sparta hakimiyetine girmiştir. Spartalılar düşmanlarına bilgi vermemek amacıyla içişlerine dair kayıt tutulmasına engel olmuştur. Sparta'ya dair tarih yazılarının hepsi Spartalı olmayan Ksenofon, Herodot, Plutarkhos ve Tukididis gibi tarihçiler tarafından yazılmıştır. Bu yüzden Sparta siyasi altyapısının işleyişine dair anlayış geliştirilmesinde sorun yaratmaktadır. Spartalılar şehir devletinden Peloponez bölgesinin hakimiyetine doğru ilerlerken toplumsal yapı üç sınıftan oluşmaktaydı. Homoioi, perioeci ve helotlar. Helotlar genellikle savaş esirlerinden oluşan köleyle özgür olmayan insan arasında bir kesimdir. Helotlar tarım ekonomisinin belkemiğini oluştururken, asıl işgücünü meydana getirirdi. Fethedilen bölgelerdeki bağımlı halklar perioeci olarak adlandırılırdı, bu kesimlerin şehirler arasında seyahat etme izni bulunmaktaydı. Perioeci'nin kendi topraklarında altyapısını, yönetim sistemini kurup idare etmek hakları vardı, vergi vermek ve savaş zamanında Sparta ordusu için asker sağlamak durumundaydı. Homoioi Sparta vatandaşlarından oluşurdu. Toplumdaki en yüksekteki zümre oldukları için Spartalı unvanını kullanma hakkı sadece onların hakkıydı. Bu bileşimli toplumsal hayatta Spartalı nüfus, emekçi toplama göre çok azınlıkta kalmıştır.Bu üç farklı sınıf özgün bir toplumsal yapısı olan Sparta toplumunu oluşturmaktaydı. Spartalıların kendilerini sürekli olarak askeri eğitim, hayatta kalma ve askeri tatbikat konularında geliştirmeleri hem kuvvetli bir silahlı kuvvete sahip olma gereği hem de bu toplumsal yapıyı muhafaza etme gereğiyle açıklanabilir.
 

OSMANLI'NIN YENİ ÇERİ ORDUSU

Osmanlı Devleti’nde askeri bir sınıf olarak kurulmuş olan Yeniçerler, Dünya tarihindeki ilk sistemli ve çağdaş ordudur. 15. yüzyılda oluşturulan ve birçok savaş kazanan bu askeri birlik, aynı zamanda çağının en etkili askeri gücü olarak kabul edilmiştir. 16. ve 17. yüzyıllarda Osmanlı Devleti’nin duraklama ve gerileme dönemlerinde askeri başarılarını yitirmiş ve zamanla imparatorluğa uygulamış oldukları baskı ve isyanlar nedeniyle ortadan kaldırılmıştır. 

Osmanlı Devleti’nin topraklarının giderek genişlemesiyle birlikte yeni bir ordu sistemi arayışı başlamıştır. Yıldırım Bayezid döneminde oluşturulmaya başlanan bu askeri ocağın, aslında Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde çalışmaları yapılmış fakat uygulanamamıştır. Bu ocak ani bir kararla değil, zaman içerisinde gelişen askeri düşüncelerin bir düzene oturtulmasıyla oluşturulmuştur. Osmanlının topraklarının genişlemesiyle birlikte imparatorluktaki gayrimüslimlerin sayısı oldukça artmış ve gayrimüslimlere birçok imtiyazlar tanınmıştır. Bu haklardan biri de orduda savaşabilmeleri oluşmuştur. Bu nedenle devşirme sistemiyle oluşturulan yeni bir ocak kurulmuştur. Devşirme sisteminde; gayrimüslim ailelerden 10-18 yaş arası erkek çocuklar alınıp, Türk ailelere teslim edilmiştir. Türk aileler bu çocuklara Türklerin; gelenek, görenek, örf ve adetlerini, Türkçe konuşmayı öğretip sonrasında sünnet ettirdikten sonra acemi ocağına yollamışlardır. Acemi ocağında başarılı olan gençler daha sonra “Yeniçeri Ocağına” girmeye hak kazanmışlardır. Son olarak kişilerin zekâ seviyeleri ve kişilik özellikleri belirlenerek; eğitimleri alan gayrimüslim gençlere duruma göre sarayda önemli görevler verilmiştir. Geriye kalan erkekler ise ocakta askerlik yapmaya başlamışlardır. İlk zamanlarda Kapıkulu ordusunda çok az sayıda bulunsalar da zamanla sayıları 150.000 bulmuştur. Yeniçeri gelirini ise; ulufe denen maaş, yılda bir takım elbise, üç ayda bir yevmiye ve padişahın dağıttığı cülus bahşişi oluşturmuştur.

Yeniçeriler, genellikle savaş alanlarında bulunmamışlardır çünkü ayaklanmaları ve iç huzursuzlukları bastırmak onların temel görevlerinden biri olmuştur. İtibarları gittikçe yayılmış olan bu askeri birliğin, sayı olarak fazlalaşmaları güçlerini gittikçe arttırmıştır. Padişahı, sarayı, merkez alanını ve uç bölgeleri gibi devletin kilit noktalarını korudukları için çok itibar görmüşlerdir. Bu ocak sayesinde Türkler, Rumeli’ye çok kolay bir şekilde yerleşmişlerdir. Barış zamanında genellikle İstanbul’u korumakla görevlendirilmişlerdir. İlk olarak Edirne’de kurulan bu ocak, devletin merkezinin İstanbul’a taşınması sebebiyle İstanbul’a yerleşmiştir. Yeniçerilerin birçoğu İstanbul’daki at meydanındaki Şehzadebaşı’na, diğerleri ise Aksaray tarafındaki kışlalara yerleştirilmişlerdir. 

Nam salmış ve birçok savaş kazanmış olan Yeniçeri, ne yazık ki unvanını bir süre sonra kaybetmiştir. III. Murat döneminde yeniçerililer bozulmaya ve devletin iç işlerine karışmaya başlamıştır. III. Murat döneminde akçe değerini kaybedince maaşlarını akçeyle alan yeniçerililer bu duruma karşı çıkıp isyan etmişlerdir. Belki de birçok kişinin yeniçeri ocağına, eskisi gibi zor koşullarla değil de daha kolay şekilde alınması bu düzensizliğin asıl nedenlerinden biri olmuştur. Normal şartlarda bir yeniçeri evlenemez ve askerlik dışında da başka bir işle uğraşamazdır. Fakat zamanla kuralların hafifletilmesi durumu oldukça değiştirmiştir. Yeniçeriler evlenmeye başlamış ve başka işlerde çalışmışlardır. Zamanla da halkı rahatsız edecek davranışlarda bulunmaya başlamışlardır. 17. yüzyıl ortalarında İstanbul’daki birçok isyanı Yeniçeriler çıkarmıştır. І. Mahmut zamanında esnafa “Esame” adı verilen maaş kartları satılmış ve bu kartların her biri bir ulema maaşı anlamına gelmiştir. Yeniçerili askerlerin bazıları bu kartları bilinçsizce zenginlere satmış ve onlarla iş birliği yapmıştır. Zaten zamanla birçoğu torpil ile üst görevlere geçmişlerdir. 1560 yılından itibaren İstanbul dışındaki sancaklara yerleştirilen yeniçeriler, yönetimde de söz sahibi olmaya başlamışlardır. Cülus bahşişinin az verilmesi ya da bazen hiç verilmemesi de yeniçerileri isyan ettiren sebepler arasında olmuştur. İlk isyanlarını Fatih Sultan Mehmet’e karşı yapmışlardır.

Padişah ve Çandarlı Halil Paşa arasındaki mücadeleye tepki olarak yapılmış bir isyandır. Fakat padişahın zaferi ile sonuçlanmış ve yeniçeriler padişahın yeni sistemiyle kontrol edilmiştir. Kanuni Sultan Süleyman’ın ardından tahta gecen padişahların çoğu sefere çıkmayıp saray içinde kalmışlardır. Bu durum yeniçerililerin daha da bozulmasına ve ayaklanmasına neden olan sebepler arasında olmuştur. Hiç şüphesiz, yeniçerililerin en vahşice isyanı Genç Osman zamanında çıkarılmıştır. Genç Osman seferde başarısız olan ve gittikçe bozulan yeniçeri ocağını kaldırmaya karar vermiştir. Bunu kısa sürede duyan Yeniçeriler ayaklanmış ve padişahı boğarak öldürmüşlerdir. Daha sonra değişen şartlar ve olumsuzluklar ІІ. Mahmud döneminde Yeniçerilerin 1826 yılında kaldırılmasıyla son bulmuştur. Yeniçeri ocağının yerine ise Asakar-i Mansure-i Muhammediye Ordusu (Vaka-i Hayriye) kurulmuştur.

TİMUR'UN ORDUSU

Timur 1336 yılında, Cengiz Han'ın oğlu Çağatay'ın yönetimindeki topraklarda dünyaya geldi. Babasının adı Taragay (Turagay), annesinin adı ise Tekina Hatun idi. Timur'un 1360 yılına kadarki gençlik dönemiyle alakalı fazla bilgiye sahip değiliz. Arap kaynaklarında, Timur'un gençlik döneminde babasıyla birlikte serserilik ve eşkıyalık yaptığı, hatta bir koyunu çalmaya çalışırken, çoban tarafından okla vurulduğu yazılır.

Arap tarihçilerin Timur hakkındaki bu iddiaları abartılı bulunsa da, Timur'un iktidar mücadeleleri sırasında, bir savaşta okla yaralanmış olduğu bir gerçektir. Bu yarası sebebiyle Aksak Timur yani 'Timur Leng' namını almıştı. Gençlik dönemindeki mücadelelerinden sonra, Timur'un 1370'de Semerkand şehrinde hükümdarlığını ilan ettiğini görüyoruz. Dolayısıyla Timurlular veya Timur İmparatorluğunun kuruluşu olarak bu tarihi ele alabiliriz. 

Timur vakit kaybetmeden seferlerine başladı. 'Hiçbir savaşını kaybetmeyen hükümdar' olarak bilinse de aslında 1365 yılında göçebe Moğollar ile yaptığı savaşta çok fazla yağmur yağdığı için zafer elde edememişti. 1370'de tahta oturduktan sonra ilk hedefi Harezm bölgesiydi. Buraya 4 sefer düzenleyerek, 1379 yılında Harezm'i tamamen kontrolü altına aldı.

Ayrıca, Altın Orda'nın taht kavgalarından kaçan Toktamış 1376 yılında Timur'a sığınmıştı. Timur, Toktamış'a askeri destek vermişti. Toktamış iki defa yenilgiye uğradıysa da Timur desteğini geri çekmedi. Harezm bölgesine hakim olunan 1379 yılında Toktamış da, yine Timur'un desteğiyle Altın Orda üzerindeki himayesini geri almıştı. Fakat bozkırlar, bu iki hükümdara dar gelecekti. 

Timur'un sonraki hedefi İran ve çevresiydi. Bu bölgeye birkaç başarılı sefer yaparak 1386'da Azerbaycan topraklarını ele geçirdi. Bu bölge yıllar evvel Altın Orda ve İlhanlılar arasındaki çatışmaların sebebiydi. Şimdi de Timur ve Toktamış'ın mücadelesine sebep olacaktı. Tarih değişiyor, karakterler değişiyor fakat amaçlar aynı kalıyordu.

Aynı zamanda Toktamış Han, Memlükler tarafından elçiler vasıtasıyla Timur'a karşı kışkırtılıyordu. Nitekim ilk karşılaşma 1387 senesinde vuku buldu. Bu ufak bir çatışmaydı ve Timur'un oğlu Mirinşah önderliğindeki kuvvetler kolay bir zafer kazandılar. Bundan sonra 1391 yılında Timur, Kundurca'da bir kez daha galip geldiyse de Toktamış bu savaştan kaçmayı başardı.1395'deki son karşılaşmalarında Toktamış yine kaçarak kurtulmayı başarmıştı fakat bu son yenilginin sonuçları çok ağır oldu. Altın Orda artık Ruslar için bir tehlike oluşturmaktan çıktı. Dolayısıyla Timur, istemeden de olsa Rusların faydasına dokunmuştu.

Timur'un fetihleri Anadolu'yu tehdit etmeye başlamıştı. 1400'deki seferden sonra Şam ve Bağdat'ı ele geçirmesi, Anadolu'da Sivas ve Malatya'ya kadar gelmesi de başta Osmanlı olmak üzere Anadolu'daki bütün beylikleri endişelendirmişti. Ankara Savaşı vuku bulmadan önce Yıldırım Bayezid ile Timur arasında birtakım mektuplaşmalar oldu.

Timur esasen Osmanlı'ya karşı savaşmak istemiyordu. Birlik olup kafirlere karşı birlikte mücadele etmeyi öneriyordu, fakat Osmanlı'nın kendisine bağlanmasını istiyordu. Osmanlı ise batıya uzanmış, Roma İmparatorluğunun son kalesini zorlayan güçlü bir konumdaydı. Yıldırım Bayezid bu teklifi kabul etmedi. 

Netice itibarıyla 1402 yılında Osmanlı ordusu yenilgiye uğratılarak Yıldırım Bayezid esir alındı. Osmanlı bu savaştan sonra bir süre karışıklık içerisine girdi. Yıldırım Bayezid 1403 yılında esarette altında vefat etti. Timur ise 1405 yılının soğuk bir şubat günü, torunu Pir Muhammed'i tahta vasiyet ederek hayata gözlerini yumdu.

Editör: TE Bilişim