Gazeteci Adnan İslamoğulları’nın çıkan Kuyu isimli romanında dikkat çeken ifadeler yer aldı.

Romanda şu ifadeler yer alıyor:

12 Eylül istidratları XII

”Dedim ya, Eylül’dü. Savruluşu bundandı kimsesizliğimizin…”(*)

KUYU…

Tanpınar, “Türkiye, evlâtlarının kendisinden başka bir şeyle meşgul olmasına izin vermiyor,” derken şüphesiz bizimle aynı gerekçelere yaslanmıyordu, “Türkiye, beni yedin,” derken de ve aynı gerekçelerle olmasa da Tanpınar’ın bu çarpıcı sözü yıllar geçtikçe daha derin anlamlar kazanıyor zihnimizde ve hayatımızda… 

Artık en az altmış baharın yoğurdunu yemiş bir nesil olarak, politikanın ve siyasetin reçetesinde sanırım tabii olarak bulunan yalan, dolan, ilkesizlik, riyakârlık gibi insan hasletlerine dair ne kadar maraz var ise hepsinden uzak durmanın, uzak kalmanın, daha bir sessizliğe, hayatı yalnızca eski dostlarla sınırlı bırakmaya özen gösterdiğimiz bir tecerrüde, daha bir dinginliğe, daha bir huzura, daha bir tabiata yöneldiğimiz zamanları yaşıyoruz…

Türkiye’nin içinde yaşadığı acı, haksızlık, adaletsizlik, hukuksuzluk, liyakatsizlik, hâk ile yeksân olmuş devlet mehâbeti ve vakarı, ciddiyetsizlik, üzerinde tepinilen millî ve manevî değerlerimiz, ahlâkî çöküntü, ekonomik buhranın ahlâkî hasarları, bir an evvel kapağı yurt dışına atmayı düşünen gençlik ve benzerî tüm problemler karşısındaki bu apolitik ve ilgisiz hayat tarzımız bizleri huzursuz etmeğe ve bazen tecennün etmenin sınırlarına getirmeğe yetiyor aslında ve bu kez de sessizliğimizle bütün bu olumsuzluklara ortak olmak duygusu ile sarmalanıyoruz. 

Suskunluğumuz ve belki de çaresizliğimiz kimin ve kimlerin işine yarıyorsa bu suskunluk ve çaresizlikle onların yanında pasif olarak siyasete dahil oluyoruz…

Tam olarak kırk katır mı, kırk satır mı açmazı bu!

Çok küçük yaşlarımızda kuşandığımız idealizmimizle yüklendiğimiz vatan-millet kaygılarımız ve adanmışlığımızla bugün ve hatta bu ân dahi inanıyoruz ki ve son nefesimize kadar inanacağız ki, Türkiye’nin yıllardır biriken tüm problemlerinin çözümü yine Türk milliyetçiliğindedir ve Türk milliyetçilerinin/ülkücülerin omuzlarındadır, bundan hiçbir zaman şüphe etmedik, teberrî etmedik…

Yazımızın başında ifade ettiğimiz bedbinliğimizin, yorgunluğumuzun, ümitsizliğimizin, belki tâkatsiz, belki çaresiz hissedişlerimizin, içe çekilmelerimiz ve tecride iltica edişimizin inandıklarımızla çelişiyor gibi görünmesi ne kadar tabii ise, yalnızlığa yönelmemiz de aynı derecede tabii ve insanîdir…

Tabii ve insanîdir çünkü, Türk milliyetçiliği siyasal mücadelesinde tepedeki rüzgârlar hareketin yelkenlerini şişiremeyecek kadar ılık meltemlere dönüşmüş durumda ve ancak âheste kürek çekerek ulaşabildiği ilk limana demirleyecek bir atâleti var. 

Tepedeki mücadele, yüzyılın başındaki münevver aydın hareketi olan Türk milliyetçiliği hareketiyle, kadîm ideolojik çizgisiyle, aksiyoner yapısıyla ve kadro üreten devamlılığıyla arasındaki mesafeyi giderek açan ciddi bir rota sapması var…

Eski Isparta’da cılız doğan çocukları topluma külfet teşkil etmemesi için boğarlarmış…

Aynı eski Isparta’da olduğu gibi bizim hareketimiz de boğuyor çocuklarını ama tek farkla, eski Isparta cılız çocuklarını boğarken bizim hareketimiz hep gürbüz evlâtlarını boğarak ve tabii seleksiyonu bozarak yoluna cılız çocuklarla devam ediyor; cılız çocuklarla, cılız fikirlerle, cılız politik tercihlerle, cılız politik ittifaklarla, cılız kadrolarla, cılız diskurlarla ve cılız bir hamaset ile…

Enerjisini ve gücünü iç mücadeleye çevirmiş durumda…

Bir tek itiraza bile tahammülü yok. 

Bir tek muhalife bile tahammülü yok.

Bir tek eleştiriye bile tahammülü yok.

Bir tek soruya bile tahammülü yok.

Bir tek tavsiyeye de ihtiyacı yok.

Zaman zaman müesses nizamın zaman zaman da merkez sağın kıskacında zedelenen Türk milliyetçiliği siyasal hareketi, yirmi seneyi bulan ve merkez sağı yok ederek merkez hâline gelen AKP iktidarının kıskacında eriyip gidiyor.  

Millî Görüş siyasal hareketinin lideri Erbakan 2011 yılında vefat ettiğinde ardında Türkiye’yi yöneten üç isim bırakmıştı.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin...

Bu tablonun anlamı Gâlip Ağabey’in 70’li yılların sonunda söylediği şu sözlerde gizliydi:

“Evet, doğru. Kavgadan kaçıyorum. Çünkü, böyle bir kavganın faydasına inanmıyorum. Her iki tarafın da kaybedeceğini, şimdilik hiç hesaba katmadığımız üçüncü bir tarafın kazanacağını biliyorum. Bu üçüncü zümrenin hem her iki tarafa, hem de vatanın bütünlüğüne düşman olduğunu biliyorum. Böyle bir sonucun felaket olacağını da biliyorum…”

Üçüncü taraf kazanmıştı…

12 Eylül’ün belki de en önemli neticesi, kazanan ‘üçüncü taraf’tı… 
Kavgaya girmeyen, bir tek fiske yemeyen ve atmayan, üçüncü sınıf tekvando salonlarında trajikomik fotoğraflar veren, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu değerlerine karşı ideolojik savaş veren, kurucu kadrolarından nefret eden, Türk tarihiyle ve bizzat Türk kavramıyla kavgalı, dindarlıklarını ve din telâkkîlerini Ortadoğulu anlayışlardan alan üçüncü taraftı 12 Eylül’ün en önemli neticesi… 

12 Eylül’ün darbe lideri Kenan Evren’in okuduğu darbe gerekçeleri arasında, 6 Eylül 1980 tarihinde Konya’da yapılan Kudüs Mitingi’nde, İstiklâl Marşı okunurken yere oturan Millî Görüş hareketi vardı. Fakat darbe konseyinin hukuku, 12 Eylül darbesinin önemli gerekçeleri arasında gösterilen bu mitingin siyasî sorumlularını görmezden geldi, birkaç aylık tutuklamalarla geçiştirdi…

12 Eylül darbesi, öldürücü darbeyi Türk milliyetçilerine, ülkücülere vurdu…

12 Eylül darbesi, ‘Devlet’ deyince akla ilk gelen lider Alparslan Türkeş ve onun mücadele arkadaşlarına ve tabii Ülkü Ocakları’na, ülkücülere vurdu ölümcül darbeyi…   

Ve tabii sola...

Aslında ’78 nesline vurdu ölümcül darbesini 12 Eylül…

Kavga eden iki tarafı tankların paletleri altında ezdi, boyunlarına urganlar geçirdi, insanlık dışı işkencelere tâbi tuttu, evinden, ocağından, yurdundan etti ve ‘78 neslini çiğnedi postallarının altında…

Sahneye Özal çıktı; 24 Ocak Kararları’nın aktörü Özal…

“Anayasa bir kere delinmekle bir şey olmaz” dedi, “Benim memurum işini bilir” dedi, askerî birliği şortla denetledi ve tabii belki de en önemlisi siyaset dışı kurumlarla devlet arasında simbiyotik bağlar kurdu. Bir sivil toplum örgütü olarak siyasetin dışında kalması gereken yapılarla devlet arasında  hortumlar bağladı. Devletin imkânlarını bahse konu siyaset dışı yapıları akıttı. Hadi daha açık ifade edelim, artık cemaatlerin kendilerine ait gazeteleri, televizyonları, holdingleri, finans kurumları, dershaneleri, kolejleri ve daha nice dünyalıkları vardı. 

‘Bir lokma bir hırka’ artık onlara yetmiyordu, Özal sayesinde büyüyorlar ve semiriyorlardı…

“Bir şehirde iki şehriyar olmaz ve devlet şerik kabul etmez” diyen Türk milliyetçiliği ve Türk milliyetçilerinin haklılığı değil, onlar kazanıyorlardı…

Bu yapıların arasında 12 Eylül’ün has ve esas evlâdı olan ‘cemaat’ Rabelais’in o muhteşem eserindeki Ortaçağ Gargantuası gibi büyüdü, büyüdü, büyüdü… O büyüyen gövdesi devletin içinde o kadar büyük bir yer kapladı ki, herkes onları devlet zannetti…

Süreç Özal’dan sonra da değişmedi…

“Verdimse ben verdim” diyen Demirel de süreci devam ettirdi çünkü kendisinin eski lakabıydı ‘Nurlu Süleyman…”  

Ne Mesut Yılmaz, ne Tansu Çiller, ne Bülend Ecevit ve ne de koalisyonlar bu süreci değiştirmedi, değiştiremedi…

Ve altın çağlarını 2002 AKP iktidarıyla yakaladılar…

Siyaset dışı kurumlar artık devleti yönetir olmuşlardı, sandıktan müteselsil meşru iktidarlar çıkaran AKP davulu sırtında tutuyor, tokmağı bu siyaset dışı kurumlara veriyordu…

Tabii ki bunun bir sonu olacaktı…

“Bir şehirde iki şehriyar olmaz ve devlet şerik kabul etmez” diyen Türk milliyetçiliği ve Türk milliyetçileri yerden göğe haklıydı…

Bu haklılıkları 15 Temmuz denilen ihanetle tescillendi…

Osmanlı’da, devletin kılıcı bu gibi yapıların hep enselerinde sallanırken, 12 Eylül’ün ‘nur topu’ gibi evlâdı olan cemaat kılıcı beline kuşanmıştı ve o kılıcı gün geldi devlete çekti, devlete salladı…

Bu bir sonuçtu… 12 Eylül’ün sonucuydu, arada olanlar bu sonuca hizmet etti yalnızca… 

* * * * * 

Türk milliyetçiliğine ve Türk milliyetçilerine, ülkücü harekete gelince…

Aslında bahsi ikiye bölmek gerekiyor belki de tam ortasından…

Bir tarafta idealistler, diğer tarafta reel-politik aklı, yani parti üst yönetimleri…

İdealistler, yani reel-politik aklının  ‘romantikler’ olarak tarif ettikleri(belki de haklılar). 

Reel-politik aklı, yani bu haksızlık, adaletsizlik, liyakatsizlik, ciddiyetsizlik sistemine hiçbir zaman bir ‘challenge’ı olmayanlar, yani meydan okuyamayanlar… Tahtarevvelliye hep sistemin ihtiyaç hissettiği kadar ağırlık koyanlar ve icap ettiğinde ağırlık boşaltanlar…

İdealistler, yani 12 Eylül’ün üzerinden geçtiği romantikler. Ülkenin pek çok yerinde kazılmış kuyulara atılanlar, yurdundan atılanlar, canından olanlar, istikbalinden olanlar, sevdiklerinden olanlar, geleceğinden olanlar, yani hep verenler, canından verenler, istikbalinden verenler, sevdiklerinden verenler, geleceğinden verenler… 

Nemli ve kaygan duvarlarına tırnaklarıyla tutunarak kan revân içinde ölüm kuyularından çıkan ülkücüler… 

Ölüm kuyularından çıkmayı bildiler fakat, ölüm kuyularından çıktıktan sonra hiç bilmedikleri siyasetin külhanına düştüler ve siyasetin külhanında cayır cayır yandılar, yanmağa devam ediyorlar…

Hayalî’nin o muhteşem mısraı gibiydiler:

“Dağlar gibi gençlerdi, âlemde perîşân oldular…”

* * * * * 

Şimdi mi?

Nazan Bekiroğlu’nun mısralarına düştüler:

“Bundan sonra hiç Eylül olmayacakmış ama bundan sonrası hep de Eylül’müş gibi…” yaşıyorlar…

“En güzel hikâyeyi kendisine anlatacak bir Eylül kalmış gibi, en ağır hikâyeyi dinlemek Eylül’ün sırtına kalmış gibi…” yaşıyorlar…  

Kimileri, altmış baharın yoğurdunu yedikten sonra da yazmaya devam ediyorlar, Türk milliyetçiliğinin devlet yönetme iradesini bir hayalden bir hakikate dönüştürmenin aslında hiç de zor olmadığına inanmak gibi bir yükü yüklenmiş yazıyorlar ve inanıyorlar, saygıyla ve imrenerek okuyoruz…

Kimileri, sosyal medyada kısa mesajlarla isyan ediyorlar…

Kimileri, halen yurtdışında uzaktan hayal kırıklıklarıyla izliyorlar olan biteni…

Kimileri,  hasta yataklarından ya da tekerlekli sandalyelerinden yazıyor…

Kimileri vakıflarda meşguller, “Artık siyaset dışıyız” diyorlar…

Kimleri, ziyaretçisi ve bir Fatiha okuyanı kalmamış ülkücü şehitlerin kaybolan kabirlerini bularak onarmak ve yeniden yaptırmak gibi belki de en güzel vazifeyi yüklenmişler. Bugüne kadar 300’ün üzerinde şehit ülküdaşımızın kabrini yeniden yaptırdılar ve Mustafa Pehlivanoğlu’nun kabri başında hayrat çeşmesi yaptılar… Daha güzel bir vazife olur mu? 

Kimleri, köşesine çekilmiş hatıralarıyla yetiniyor…

Kimleri, arada bir araya gelip hareketin geleceğine dair sohbet etmek istiyor, bulundukları mekânda torunları yaşında gençler tarafından hakarete uğruyorlar…

Kimleri de her gün sosyal medyaya düşüyor ölüm haberleri olarak ve ebediyen çekiliyorlar egemenlerin ayak altlarından… 

Kimileri de romantikliğin ve idealistliğin faydasızlığına ikna olup reel-politiğin gölgesindeki yalan dünyada yaşamayı tercih ediyor…

Kimileri mi efendim?

Kimleri de, güncel olanın şerrinden edebiyata, yani kitaplara iltica ediyor, sığınıyor…

İşte ‘Kuyu’ isimli romanımız bu sığınmanın ve ilticanın neticesidir, ves-selâm…

(*) Cemal Süreyya’nın bu mısraı aslında ‘kimsesizliğimin’ diye bitiyor, yazıya ‘kimsesizliğimizin’ olarak aldım…

Editör: TE Bilişim