Tarihçi Prof. Dr İlber Ortaylı, “İstanbul’un Tophane kıyısındaki...” başlıklı Hürriyet’te kaleme aldığı yazısında dikkat çeken bilgiler paylaştı.

Ortaylı’nın yazısı şu şekilde:

Osmanlı İstanbul’u iki siluetle tanınır, birisi Suriçi’nin Marmara ve Boğaz başından görünüşü, ikincisi de Tophane kıyılarıdır. Buradaki en mühim eserler hiç şüphesiz ki Mimar Sinan’ın iftihar ettiğimiz Kılıç Ali Paşa Camii ki dolgu bir alandır ve Sultan II. Mahmud tarafından yaptırılan Nusretiye Camii’dir. Çok sanatsever ve bilmiş geçinen birkaç kişi ise tarihi İstanbul’u mahvediyorlar.

Vurdumduymaz halkımızın aldırış etmediği ilk olay burada Adnan Menderes devrinde yapılan Denizcilik Bankası’nın ve limanın gudubet antrepolarıdır. Bu garabet biter sanıyorduk. Bu sefer de ikinci nesil ve siyasilerin bir mucizesi daha ortaya çıktı, Tophane Projesi adını taşıyor. Üçüncü bir projeyi de eczacılıktan çoktan vazgeçen Eczacıbaşı’nın Sanat Müzesi çıkardı.

Bazı şeyleri tartışmadan tabulaştırıyoruz; modern sanat bienaller ve göz boyayıcı bazı hareketlerle başladı. Doğrusu methedilmesinin yanında beğenen ve beğenmeyenlerin de sesini çıkarmadıkları girişimlerdi. Şimdi ise bu girişkenlik çığırından çıkmış bulunuyor. Modern sanatın koleksiyonları hiçbir şekilde bulunmaz Hint kumaşı değil. Burası, bırakınız İngiltere, Fransa, Hollanda gibi memleketleri, Şçukin ve Morozov gibi hem Çarlık hem Sovyet devrinde koleksiyon bilgileri ve Avrupa’dan toparladıklarıyla Rusya’ya büyük koleksiyonlar kazandıran veya Melon Ailesi gibisi Amerika’ya empresyonist koleksiyonları getiren, modern resmin öncü yapıtlarını barındıran ülkeler ve hatta İran’ın bağrından çıkan modern sanat atılımları gibi ilginçliklerle de mukayese edilemeyecek bir sözde müzedir. Varlığının bir kısmı, başka müzelerden ödünç alınanlarla ortaya çıktı ve şimdi bu eserlerin geri verilmesi de söz konusudur. Bir ara bu binayı yıktılar, güya müzeyi eski yolcu salonuna verecekler dendi. Sonra ne yapıldı bilmiyoruz. Kıyıdaki binayı daha da genişleterek ortaya çıkarıyorlar. Bunlar kamuoyundan gizlenerek yapılıyor, oldubittiye getiriliyor. Başka bir yerde olsa hayırlı olsun deriz, ama hiç kimsenin denizden baktığı zaman Kılıç Ali Paşa Camii’nin ve onun biraz ilerisindeki Nusretiye’nin silueti yerine bu gudubet binaların varlığına tahammül edeceğini sanmıyoruz.

BU BİNA NASIL YAPILIR

Diğer taraftan devrin çok bilmiş mimarı (Emre Arolat) bu hafta Oksijen’de bir demeç vermiş. “İstanbul mimarisi ister istemez dikey olacak, yatay olması mümkün değil” diyor. Bunu ona sormadılar ve sormazlar da. Zaten İstanbul’un dikeyine büyümesinin sorumlularından biridir, ama bu facianın tek sorumlusu olmadığı da açık. Ancak mimarlığını yaptığı Resim Müzesi’ne dair sorularım var. Nusretiye Camii’nin yanına üstelik de güzellik ve sanat öğretmekle mükellef üniversitenin bir müzesini barındıracak böyle münasebetsiz binayı nasıl monte ettiğini, bu tersimi nasıl yaptığını, hangi ustaların yanında iş öğrendiğini çok merak ediyorum.

GERİYE ÇAMLICA KALDI

Çok sanatsever ve bilmiş geçinen birkaç kişi tarihi İstanbul’u mahvediyorlar. Hiç değilse gelip geçerken ruhumuza aydınlık getirecek manzara tamamen kapandı. 50 sene sonraki İstanbullular akıllanırsa bu iki binayı da götürürler, ama “Şimdilik biz bu çirkinliğe ve girişkenliğe tahammül etmek zorunda mıyız?” diye soruyorum. Her yerden görebileceğimiz tek cami, Çamlıca kaldı. Süleymaniye’nin dibi malum. Kıyılardaki Sinan eserleri ve özellikle etraftaki mezbele arasında boğulan, şimdi de modern birtakım bloklarla kuşatılan Piyale Paşa Camii’nin hazin durumu da belli. “Arıyorsun, bu nereye kayboldu” diye. Zevk tamamen Suudilerinkine benziyor. Orada da galiba Kâbe-i Muazzama’yı Hilton gibi otellerin arasında aramak lazım.

CEVAP BEKLEYEN SORULAR

Hükümet nerede, belediyeler nerede? Ya karşı tarafta Şemsi Paşa Camii’ni kazıkla sarsıyorlar ya da Rumeli yakasında Yazıcı Camii’nin önüne güya martı tipi rıhtımlar yaptılar ve şimdi de Kılıç Ali Paşa Camii ve Nusretiye Camii’ni gölgelemekle uğraşıyorlar! Neyi gizliyorsunuz, niçin gizliyorsunuz? Mimar Sinan’dan daha büyük adamlar mısınız? Bu inşaatın nasıl olup da Menderes antreposundan daha büyük alana genişlediğine dair detaylı bir açıklama bekliyoruz. Daha önce bir bölümü de olsa denizden rahatlıkla görülebilen tarihi camilerin siluetinin tamamen kapanmasına kim izin verdi, ne zaman ve nasıl? Güya tarihi mirasımıza, kültürümüze sahip çıkılacaktı? Tezhip kursu açmakla iş bitmiyor. Eskiyi arar olduk. Nusretiye Camii’nin statik yapısının bu binalar nedeniyle sarsılmayacağına dair bir teminat verilebilir mi? Kamuoyu bu soruların cevaplarını bekler.

16 MART 1921
MOSKOVA ANTLAŞMASI

16 Mart 1921 Moskova ile yapılan antlaşmanın 100. yıldönümünde Türkiye ve Rusya arasındaki yakın dostluk, maalesef bunalımlı bir noktaya girdi. Uzlaşma teşebbüsleri de tarafların şüpheli yaklaşımı dolayısıyla tehir ediliyor. Bu 100. yıl için, devlet düzeyinde yapılan toplantılar her ne kadar yeterince önem verilerek hazırlanmasa da ciddiyetle ele alınıp mütalaa edilmelidir. Zira 16 Mart 1921 Antlaşması’nın 100. yılına rağmen Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan’la olan sınırlarımız hâlâ devam etmektedir. Gürcistan’la dostluk bağları, bu cumhuriyetin yeniden kurulmasından beri aksamadan sürdüğü gibi Azerbaycan’ın akıllı bir dış politika ve ihtiyatlı yaklaşımları dolayısıyla bölgede kriz çıkma ihtimali gerilemiştir.

VERİMLİ BİR İTTİFAKTI

Bu antlaşmanın önemi şuradadır: II. Bayezid devrindeki diplomatik ilişkilerin tesisinden sonra Rusya ile harp, barış ve her barıştan sonra tekrardan harp yaygın olmuştu. Özellikle 18. asırdaki bütün Türk ve Rus savaşlarında Avusturya da müttefik olarak Rusya’nın yanındaydı. Bu dönem, 100 yılın sonunda 1790-1791 yılları arasında Ziştovi ve Yaş antlaşmalarıyla sona erdi. Rusya ile Osmanlı Devleti arasında 1800’de Napolyon Fransası’na karşı bir koalisyon teşkil edildi. İhtilalden sonra Osmanlı Devleti, Avrupa kuvvetlerinin aksine Fransa ile yakınlaşmışken General Bonaparte’ın Mısır seferi ve macerası, bu devre son verdi. Rus-Türk ittifakı verimliydi. Amiral Fyodor Uşakov ve bizim taraftan da Kaptan Kadir Bey’in müdahaleleriyle Adriyatik Denizi’ndeki İyon adaları Fransızlardan geri alındı ve burada iki monarşi tarihteki ilk Yunan cumhuriyetini kurdu (Cezâyir-i Seb’a-i Müctemia Cumhuru-Yedi Adalar Cumhuriyeti).

SAVAŞ YIPRATICIYDI

Bununla birlikte 19. asır yine savaşlar dönemi olmuştur. Napolyon’a karşı birlikte savaştığımız halde Çar I. Aleksandr, Osmanlı Devleti’nin 1815 Viyana Kongresi’nden dışlanmasını sağladı. Ama Prens Metternich ve Avusturya, Osmanlı taraftarıydı. Milliyetçi ayaklanmalara karşı Rusya ile de kutsal ittifaklarına karşı birlikte hareket etmediler. 1853 Kırım Savaşı, Rusya’ya bir darbedir. Osmanlı’nın Avrupa Concerti’ne girmesini sağlamıştır, fakat 1877-78’de Rusya ile savaş kendi oluruna bırakıldı. Doğrusu her iki taraf için de çok pahalı ve yıpratıcı olmuştur. Kaldı ki Bismarck’ın ve Avusturya’nın müdahalesi ve asıl İngiltere’nin ağırlığıyla Berlin Kongresi, Rusya’nın Balkan macerasını sona erdirdi.

Birinci Dünya Savaşı ne Osmanlı’nın ne de Rusya’nın savaşıdır. Düpedüz diğer büyük devletlerin iki tarafı savaş içine çekmesidir. Rusya, Osmanlı Devleti’nden büyük bir pay kapmayı ümit ediyordu, ama bunun mümkün olmadığını zaten savaşın sonunda anladı. Sazanov politikası daha Çanakkale (Gelibolu) Savaşı başlamadan iflas etmişti. Dış Bakan Sazanov da bunun farkına varmıştı. Zaten Gelibolu Yarımadası’na yapılan çıkarma harekâtının Çanakkale zaferi ile hitama ermesi, Rusya’nın bu savaştaki manasız yerini de ortaya koymuştu.

SONRAKİ YAKINLAŞMA

Birinci Dünya Savaşı’nın mağlupları arasında yer alan Osmanlı Devleti ve ihtilal dolayısıyla galipler safından kayan Rusya arasında bir yakınlaşma başladı. Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti ve yeni Sovyet Rusya’nın savaş aleyhtarlığı, daha çok ikisinin de ayakta kalma mücadelesiydi. Bir Sovyet Rus yardımı vardı. Bunun miktarı üzerinde tahmin ve tartışmalar sürüyor, ama gerek mali gerekse mühimmat bakımından Anadolu’daki hükümete büyük destek sağlandığı gerçektir. Çünkü savaşan Türkiye, Rusya’nın da yararınadır. Bilhassa 1921 Sakarya Muharebesi’nden sonra Sovyet Rusya’nın Moskova Antlaşması’ndaki hükümleri can-ı başla yerine getirdiği görülür. Zaten İtilaf Devletleri’nden İtalya, TBMM hükümetine çoktan hayırhah davranmaya başlamıştı, Fransa ise bildiğimiz gibi bir Ankara Musahalası’yla İngiltere politikasını terk etti. Sevr otomatikman rafa kalkmıştır.

1921 Antlaşması, Moskova’nın Kars’ta berkitilmesi, Kâzım Karabekir Paşa’nın doğudaki zaferleriyle bugünkü sınırın çizilmesi, asıl önemlisi Nahcivan Muhtar Cumhuriyeti’nin Azerbaycan’la bağının ve Türkiye ile sınır komşuluğunun temin edilmesi demektir. Aradan 100 yıl geçti; bu hükümlerin yaşaması mânidardır ve tarih açısından bir talihtir.

BARIŞ KAÇINILMAZ

Rusya ile Türkiye ilişkilerinin barış içinde olması kaçınılmazdır. Bu, basit bir slogan değildir. Güney Kafkasya ve Türkiye arasındaki sınırların çizimi ise katidir; tartışılacak durumu yoktur. Zaten sınırın ötesindeki Azerbaycan da Moskova Antlaşması’ndaki Azerbaycan değildir. Tarih onu çok daha üstün bir yere getirmiştir. Son olaylarda da Azerbaycan halkının bir millet şuuruna sahip olduğu açıkça görülmüştür ve iki memleket arasındaki ittifakta bu antlaşmanın payı büyüktür. İstiklal Savaşı’nın bir bakıma ilk büyük safhasının kazanıldığı ve bunun belgelendiği bir gündür.

Editör: TE Bilişim