Prof. Dr. Yümni Sezen: Sanatın iki yönü estetik ve kamuflaj

Prof. Dr. Yümni Sezen: Sanatın iki yönü estetik ve kamuflaj
Yazar Prof. Dr. Yümni Sezen, sanatın estetik halini veren bir yazı yazdı.

Yazar Prof. Dr. Yümni Sezen, ''Sanatın iki yönü estetik ve kamuflaj'' adlı yazısını kaleme aldı.

İşte Prof. Dr. Yümni Sezen'in yazısı:

Namaz kılarken fatiha sûresini, ya da sübhanekeyi, mahur veya hicaz makamında, yahut bir kaside, gazel şeklinde okumayı hiç düşündünüz mü? Böyle okunsa nasıl olur acaba diye aklınızdan geçirdiniz mi? Gece yarısı, karanlıkta Allah’a dua ederken, makam bilmiyorsanız bile arabesk namelerle dua etmek istediniz mi? Edilse daha etkili olmaz mı? Minareden ezan dinleyen müslümanlar, bunu Batı müziği tekniğiyle çok sesli orkestrasyon şeklinde dinleseler daha iyi olmaz mı? Yabancılar tek sesi ve güzel sesi tercih ediyorlar. Karşı olanlar hiç istemiyorlar.

Osmanlı zamanında teravih namazına geç kalan biri, hangi rek‘atta olduklarını, okunan makamdan anlarlarmış. Çünkü imam, her iki veya dört rek‘atta bir, makam değiştirirmiş. Bununla övünürüz. Katılan makam biliyorsa. Müzik ve ibadet, şekil ve öz, birbirini mi tamamlamakta, birbirinin yerine mi geçmektedir?

Bunları konuşmanın zamanı hâlâ gelmedi mi?

İnsanlık tarih boyunca, yavaş yavaş, azar azar, bilinçlenmesine uyacak şekilde, her şeye bir estetik (güzellik duygusu ve şekli) katmaya çalışmıştır. Kullandığı baltanın bile sapına güzellik katmış, kaldığı çadırı süslemiştir. Soframızdan, kullandığımız eşyaya, kültürümüzden dine kadar her yerde bu çabayı görmek ve göstermek mümkündür. Bugün bir yiyecek maddesinden salata yapacağımız zaman, öyle soslar kullanırız, öyle değişik şeyler ekleriz ki, yediğimiz esas maddenin ne olduğunu bazen farkedemeyiz bile. Hele sirkeyi, limonu, yağı, diğer lezzet maddelerini biraz fazla koyarsak, alttaki gıda maddesi artık bunlara uymuştur. Sofrayı ayrıca süsledik mi, estetik tamamlanmış olur. Bu, san‘at dediğimiz bir hünerle olur. San‘at, burada yiyeceğimize estetik katmış, daha güzelleştirmiş, fakat öbür taraftan esas yediğimizi adeta kamufle etmiştir. Alalamış, örtmüş, gizlemiş, bir bakıma onun yerine geçmiştir.

Sıradan bir şeyi, estetik vererek, göz alıcı, üstün bir şekilde sunabiliriz. Bu konuda her san‘at dalı geçerlidir. Özel olarak müzik, şiir, edebiyat, resim başta gelir ve çift yönlü role sahiptirler. Bunu niçin yaparız? Birincisi estetik duygumuzu tatmin için yaparız. Sonra güzeli daha güzel, sıradanı sıradanlıktan çıkarmak, çirkini kamufle etmek için yaparız. Kadının makyaj yapması, erkeğin süslenip püslenmesi nedendir? Bunları yaparken, sıradanın veya güzelin kendi kendini ve amacını da kamufle ettiğimizin farkına varamayabiliriz.

Sanatın bu yönünü kullanırken kötü niyet yoktur. Aksine hep iyi niyet vardır. Fakat bu tavırla “gerçek” ve “anlam” örtülmüş, anlaşılmaz hale gelebilir, gelebilmiştir.

Edebiyat, kelimeleri seçmek, seçkinleştirmek, ahenk ve incelik kazandırmak, anlam ve gerekirse mecaz yüklemektir. Şiirde bu daha belirgindir. Fakat bu estetik çaba anlam ve anlama sorununa yol açabilir. Onun için şiir ve edebiyat tahlillerine ihtiyaç duyulmuştur.

Estetikle yapılmak istenen, yalınlığı, anlam çıplaklığını giderip süslemek, güzelleştirmektir. Nesnelere ve kelimelere güzel elbiseler giydirmektir. Fakat bu elbiseler onları o hale getirir ki, giydirilenin ne ve nasıl olduğu unutulabilir.

Bu konuda en büyük marifet sanatın müzik dalında görülmektedir. Sese duygu yükleyip kelimeleri dans ettiren müzik, bizi duygu ve heyecan dünyasında koşuşturur. Bir söz düzeni (güfte), bir şiir, daha fazla duygu yüklenerek, anlamları bile unutturulmuştur, görünmez olmuştur. Çünkü estetik öne çıkmıştır. Bir örnek olmak üzere, Mehmed Akif Ersoy’un “Çanakkele Şehitlerine” şiirini, bir şiir olarak, bir de usta ve güzel sesli birinden bestelenmiş şeklini dinleyin. Müzikli şeklin ihtişamı, yalın okunduğu zamanki anlam ihtişamını örtmüştür, deneyiniz. Nağmeli okuyuşta, müziğe kapılmışızdır, mânâ sisli hale gelmiştir. Deneyiniz.

Her dalıyla san‘at, güzelliği yüceltici, kötüyü, çirkini alalayıcı, öbür taraftan anlamı ve amacı unutturucu özelliğe sahiptir.

Bir başka örnek üzerinde yürüyelim. Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n-Necât adlı, Hz. Peygamberin doğumu ve övülmesi ile ilgili şiire, mevlid dediğimiz ve asırlardır zevkle dinlediğimiz, dahası dinin bir unsuru gibi telakki ettiğimiz, manzum esere bakalım. Bir sûfi müridi olan Süleyman Çelebi, sûfi düşünce ve sûfi felsefeyle, şiir sanatını, yani estetiği birleştirmek istemiştir. Allah-İnsan-Alem ilişkisinde sûfi düşünce yoğunluğunu görürüz. Sûfi düşüncede pek yanaşılmayan, kaçılan “yaratma”, burada var ama, yaratmanın amaç ve niteliği kendine hastır. İlk yaratılan Hz. Peygamberin nûrudur ve herşey, ne varsa, bunun için ve bundan yaratılmıştır.

“Pes Muhammed’dir bu varlığa sebep”

“Ger Muhammed olmaya idi ayân

Olmayısırdi (olmayacaktı) zeminü asuman (yer ve gök)”

Hz. Peygamberin nûru, Allah’ın Zatının yansımasıdır. “Zatıma mir’at (ayna) edindim zatını” derken, aynada bakan zat görüneceğine göre, Hz. Peygamber aynasında görünen Allah’tır. İleri giden Aleviler de benzer laf etmişlerdir: “Aynayı tuttum yüzüme, Ali göründü gözüme.”

Şiirin başka yerinde, Hz. Peygamber iki cihanın padişahıdır. İş ahirete uzadığına göre (iki cihan) padişahı ve kullar olarak düşündüğümüzde, Hz. Peygamber ile insanlar arasındaki ilişkiyi, Allah ile insanlar arasındaki ilişkiye benzetmiş oluruz. İslamın hoşlanmadığı aşırılıkların, hadsiz hesapsız övgülerin yer aldığı Mevlid şiirinde, Kur’an’ın bize öğrettiği gerçeklerle ve verdiği öğütlerle sürekli çatışma içine düşmekteyiz. Sanatın güzelleştiriciliği veya örtücülüğü yanında bir şey daha eklenmiştir: “Kaş yapayım derken göz çıkarmak.” Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i bunun örneğidir. Hz. Peygamber’i öveyim derken çizgi dışına çıkmıştır. İlgilenenler bilirler felsefenin de çizgi dışı vardır. Bu üsluba sûfi düşüncesinden alışığız. Felsefeden faydalanmak yerine, din, felsefe içinde eritilmek istenmiştir. Buna bir çeşit hümanizm diyoruz. Allah yerine tepeye insanı koyan Batılı zihniyetteki hümanizm olmasa da, Allah’ı insanda (Mevlid’de Hz. Peygamber’de) temsil eden dinî bir hümanizmdir.

Mevlid şiirinde gördüğümüz Hz. Peygamber sevgisine ve övgüsüne, sevgi ve saygı olarak ve İslamın sınırları içinde kalmak şartıyla, bir diyeceğimiz yoktur. Fakat aklî ve İslamî sınırlar zorlanmıştır. Mesele bir yerde kalmamış başka aşırılıklar, Kur’an gerçeğine ve gerçekçiliğine uymayan alanlar kurcalanmıştır.

“Gel habibim (sevgilim) sana aşık olmuşam

Cümle halkı sana bende (köle) kılmışsam”

“Ben sana aşık olucak ey latif

Senin olmaz mı dû (iki) cihan ey-Şerîf”

Aşk meselesinin, sûfi düşüncede mevcut olduğunu biliyoruz. Fakat, insandan Allah’a yönelmiş bir aşktır bu. Bu da bir sapmadır ama, takvanın, inanmanın, sevginin aşırıya dönüştüğü bir hal olarak buna tahammül edebiliriz. Ancak Allah’ın, kendi yarattığına aşık olmasını anlayamayız. Yoksa, sûfiye göre aynadakine aşık olması diye mi yorumlamalıyız? O zaman da aynada Zat’lar birbirinin aynı olduğuna göre, Allah kendi kendine mi aşık olmuştur demeliyiz?

Sınırsız övgü ancak Allah’a yönelik olmalıyken, Hz. Peygamber’e ait övgünün sınır ötesine taşması, İslam’ın istediği akılla ve gerçeklerle mukadder çelişkileri getirmiştir. Bunun için de din yerine mitoloji üretilmiştir. Bu mitoloji, Hz. Peygamber’in annesi Amine’ye gördürülen rüya üzerine kurgulanmıştır. Bu mitolojik kurguda, odak noktası miraçtır. İsra’dan (gece Kudüs’e yürüyüş) ötesi olmadığı halde, kurgulanan miraçta, olağanüstü olaylar ve haller vardır. Artık bir mitoloji karşısındayız. Akıl ve gerçekler, hayale ve efsaneye esir düşer. Miraç konusunda hayal değil, hiç değilse bir mecaz hakim olmalıydı. Her mümin için miraç (yükseliş) mümkündür. İhlasla kılınan bir namazda, gece yarısı yapılan bir niyazda, Allah’a yönelen bir tefekkürde miraç vardır. Uydurulmuş bir hadis, mitolojik kurguya mesnet teşkil etmiştir. Miraca çıkartılan Hz. Peygamber, göğün her katında bir peygambere rastlar. Bunlar Hz. Peygamber’i tanımazlar, yoldaşı cebrailden öğrenirler. Hz. Peygamber, bu peygamberlerden tavsiyeler alır. Namaz vakit sayısı için Allah’la pazarlığa girişilir. İn-çık 50 vakit 5 vakte indirilir. Allah, fazlalığı ve güçlüğü bilmiyormuş gibi, ikna edilir. Hem de diğer peygamberlerin Hz. Muhammed’e akıl vermesiyle. Oysa Kur’an ne diyor: “... Allah sizin için güçlük istemez...” (Mâide, 6). Yine ne diyor: “Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde sorumlu tutar...” (Bakara, 286). Hz. Peygamber de şöyle der: “Kolaylaştırın, güçleştirmeyin, müjdeleyin nefret ettirmeyin” (Buharî, İlim, 11). Bu bilgilere rağmen mitoloji galip gelmiştir. Mitolojinin, şahıslaştırma, şahısları ilahileştirme, zaman ve mekan kavramları üzerinde, istenilen oyunbazlıkları oynama, akılla alay etme özellikleri apaçık görülmektedir. Hz. Peygamber’in adını duymuş olan at (Burak) kırkbin yıldır yiyip içmeden kesilmiş, sürekli ağlar hale gelmiş, Muhammed’in adına aşık olan Burak, onu miraca götürmekle ona kavuşmuştur. Fakat Cebrailin de geçip ileri gitmesi yasak olan bölgeye gelince, Hz. Peygamber, Refref adlı bir başka bineğe aktarılmıştır. Mutlak Hakikat olan inandığımız Allah, değil bunları, bunların milyarlarca üstününü ve olağanüstünü yapacak, yaratacak kudret sahibidir. Fakat Resulünün tekliği ile bize öğrettiği İslam böyle değildir. Bir taraftan, bize bizden (şah damarımızdan) daha yakın olduğunu söyleyen Allah, öbür taraftan Hz. peygamber’e Kendini göstermek için at sırtında yüzbinlerce yıllık mesafe katettiriyor. Kendini istediği yerde gösterir diyeceksek, O’na mekan, sınır, tanıdığımızı da ilave etmemiz gerekir. Bu mitoloji değil de nedir? Şiir sahibi, “ölmeyip İsa gök’e buldu yol” dediği zaman da Kur’an’a uymamıştır. Çünkü İsa ölmüştür.

Bu aşırılıkları ve yanlışları örten, dinî duygu ve heyecanı öne çıkaran, kendi üslubuyla bunu sunan san‘at olmaktadır. Felsefe gibi san‘at da dine hizmet etmeliyken, onu birçok yerde örtmüştür. Olumsuz yönünden dolayı san‘attan vaz mı geçeceğiz? Bu, meseleyi anlamamak olur. Her biri yerli yerinde, kendi yerinde, kullanılmalı, hakikatı değiştirmemelidir. Sanat, hem bilime, hem din, ahlak gibi diğer değer yargılarına zarar vemmemeli, onlarla uyuşmalıdır. Hele yer değiştirmemeli, amaçlar karışmamalıdır. Oysa dua mı ediyoruz, dua edebiyatı mı yapıyoruz, ibadet mi ediyoruz-gazel mi okuyoruz, Kur’an’ın öğütünü mü dinliyoruz-Kur’an’ın malzeme edildiği rast makamında bir beste mi dinliyoruz, birbirine karıştırılmamalıdır.

San‘atın çift etki alanında en fazla öne çıkan ve hayati önemi haiz olan müzik ve din ilişkisidir. Kendi üslubuyla dinî duygu ve heyecanı attırarak insanı yukarıya çeken müzik, gerçekte karşılıklı ilişkiye girmiştir. Çünkü san‘ata, özellikle müziğe ilham veren dindir. Din, ilk tebliğinde, yalın ve sadedir. Sanatın katkısı, güzelliştirme gayreti epey sonradır. Kiliselerde ve havralarda başlayan müzik katılımını, Kur’an’ı ve ezanı güzel sesle ve makamla okuma çabalarını düşünün. Hıristiyanlıkta resim sanatıyla da takviye yapılmıştır. Hz. İsa ve Meryem ana ikonlarını göz önüne getiriniz. İslam’da yazı sanatıyla (hat sanatı) böyle bir dinî estetik ihtiyaç giderilmiştir. Camiler, mezar taşları, pek çok yer bunlarla süslenmiştir.

Süreçte, oluşan sanatın dine katkısı, sanatın özelliği icabı ve insandaki duygunun galibiyetiyle, giderek anlamı ve anlaşılmayı ve esas amacı geri plana itmeye, örtmeye, gizlemeye başlamıştır. Hele bir de farklı dil sorunu olunca, anlama iyice çıkmaza girmiştir. İslamın arap ülkelerinde bile doğru anlaşılması ikinci planda iken, diğer müslüman ülkelerde sorunlar daha da artmıştır. İyi ve doğru anlaşılırsa, İslam dininin gerçekte bir sorunu yoktur. Sorun, din ile çatışan geleneklerin, saptırılmış medeniyet algısının, yerinde kullanılmayan estetik gibi diğer alanların ve özellikle dil meselesinin araya girmesiyle ortaya çıkmıştır, çıkmaktadır. Arap kültürü ile başka yerli kültürün dinî hayattaki tahtaravallisi, meseleyi egemenliği altına almıştır. İslam’a dahil olan her insan ve toplumun araplaşmasına gerek, ihtiyaç olmadığına, Allah’ın böyle bir muradı bulunmadığına göre, Kur’an’ın ve dinî kaynakların o toplumun dilinde ifadesini bulması doğal yoldur. Bunun başka bir yolu da yoktur. Her toplumun başta aydınları, kültürel kimliğinin rol sahipleri, bunu becerecek yaratılıştadır. Artık geçmişteki hatalar tekrar edilmemelidir. Bunlara yeni hatalar eklenmemelidir. Meselâ, bugün yapılan, “Kur’an’ı güzel okuma yarışması” anlamın önemli olmadığının, san‘ata sığınma işareti değil midir? Kur’an, eğitim-öğretiminin yön değiştirmesinin alameti değil midir? Kur’an, sadece ezberlemek ve tecvitle güzel okumak için mi gönderilmiştir? Eğitim-öğretimi bununla sınırlamak, İslamı dondurmak olmaz mı? Hele yarışmada, yarışmayı belirleyen esas müzik, vasıta olan ise Kur’an olunca, ne demeli? Amaç ve vasıtayı nasıl ayırdedeceğiz? Mevlid örneğinde de gördük ki, mevlid, adeta anlamamak için, şiire, müzige, mitolojiye, güzel sese sarmalanmıştır.

Kur’anın akılcılığı, gerçekçiliği, delilciliği asla unutulmamalı, bunlar atlanarak, önemsizleştirilerek bir din tebliği ve öğretimi yapılmayacağı bilinmelidir. Kur’an’ı, istediğiniz kadar güzel sesle ve makamla okuyun, anlama ulaşmadıkça, bir şey ifade etmez. Estetik arttıkça, anlama amacı o derece geride kalır. Çünkü Kutsal duygusunun bir şekilde tatmini oluşmuştur, onunla yetinilir. Kur’an’ın “ne kadar az düşünüyorsunuz”, “aklınızı kullanınız”, “ibret alın”, “şu şu delillere bakın” ikazları, verdiği öğütler, neleri yapmamız, neleri yapmamamız gerektiği, tefekkür etmemiz, adalete ve ahlak kurallarına uymamız, bir çırpıda, kaybolup gider. Sosyolojik çerçeve için bu yeterli olmuştur. “Hurafesiz din olmaz” dediğimizdeki sosyolojik gerçeklik de böyledir. Dinin özüne, ilke ve amaçlarına bakmaya çalıştığımızda iş değişir.

Mevlid dinlediğimizde, oradaki yanlışlıkları, hadsizlikleri, aşırılıkları, bilerek, kabul ederek dinlediğimiz söz konusu değildir. Bunlar aklımıza bile gelmez. Kur’an’ı anlamadan da olsa dinlediğimizde durum aynıdır. Huşu içinde dinleriz. İmanımıza da bir zarar gelmemiştir. Fakat bu, icmali imandır, tafsili ve bilinçli bir iman değildir. Burada anlayarak inanma yoktur. İşte meselenin can alıcı noktası buradadır. Buradaki duygu ve şekil, dinin kendisi olmuştur. bu inancın en ufak bir sarsıntıya tahammülü ve karşı koyucu gücü yoktur. Niyet yetmeyebilir, niyet elbette önemlidir. Özellikle dinde ve ahlakta onsuz olmaz. Niyet, yapılan-yapılacak olan işin anlamını, amacını belirler. O işin bir robotun işi olmadığını tayin eder. Fakat ne kadar önemli olursa olsun sadece ve tek başına niyet, çabasız niyet, hayal kurmamıza yarar. Böyle bir niyet, duvarı atlayıp bahçeye girmemizi sağlamaz, bahçe hayalini oluşturur. Sanatın süslediği, duyguların baskın olduğu “kutsal tecrübe”, niyeti de unutturmuştur.

“Sana kadınların ay halini sorarlar. De ki: O bir ezadır (rahatsızlıkdır). Ay halinde kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın” (Bakara, 222). Dil farkından dolayı, bunu anlamadan dinlediğimizde, İlahi Kelâm olmasından dolayı ve hele güzel sesli bir hafız tarafından müziğin ve tecvidin usulüne uygun okunmuşsa, duygulanıp ağlayabiliriz. İmanımıza bir zarar gelmez ve kutsalın tecrübesini de yaşamış oluruz. Fakat burada dinin sırat-ı müstakim (dosdoğru yol)” dediği yol nerede? İlk ve genel anlamı yol olan din nerede? Yaratıcının boşuna söylemediği “anlayasınız diye” (Yûsuf, 2; Zuhruf, 3) uyarısı nerede?

Dil sorunu, tarihî büyük bir hata ile giderilmek istenmiştir. Müslümanlaşmak için araplaşmak gerekli görülmüştür. Başlangıçta, İslamı anlamayan ve onu arap ırkçılığı için kullanan bir kısım araplar, bu yolu zaten zorlamışlardı. Oldukça da başarılı oldular. Daha sonraki süreçte, bazıları buna kendi gönül rızasıyla katılmaya kalktı. Bu konuya Türk Milleti için bakarsak, tarihî-millî kültürümüzün bütünü araplaşmadı, ama dinî kültürümüz, yani kültürümüzün dinî alanı, bir bakıma dinin kendisi araplaştı. Bunu göz önüne alarak sorunları anlamak elzemdir.

Her zaman olduğu gibi Türk aydınına bir çift lafımız olacaktır. Siz dinden kaçarsanız, onun yerine bilim veya gerçek din gelir sanmayınız. Yine din gelir, ama başka bir din veya başkalaşmış bir “din benzeri” gelir. Sözü, sanat ve estetik vesilesiyle açtığımıza göre, Mevlana festivallerinde, şeb-i arus törenlerinde, müzikle ve sema ile mest olanlara da bir sorumuz olacaktır: Mevlanaya hayran olan bazı Avrupalı aydınlar, neden Hz. Peygamber’e ve İslam’a karşıdırlar, hatta bazıları düşmandır?

Kaynak:Haber Merkezi

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.