Kalbimizin derininde bir yerde, nokta tarifi ile başparmağımızı basıp gösteremeyeceğimiz bir yerinde, dipsiz kuyu gibi çoktan daha çok derin bir boşluk var.

Belki hakkıyla inanmıyor olmanın belki gereği gibi yaşamamanın getirdiği bir boşluk.

Bunca kalabalık içinde yalnızlığımız,

Bu kadar varlık içinde yoksulluğumuz,

7/24 “cheese” pozisyonundaki ablak suratlarımızın görüntüsünün aksine içimizde ağustos güneşinde, besleyen kaynağı kurumaya yüz tuttuğundan zayıf akan bir dere gibi kanayan yaramıza rağmen büyük sevdaları masal kitaplarına hapsedişimiz de

Ulvi duyguların estetik ifadesinden başka bir şey olmayan şiirden fellik fellik kaçışımız da aynı sebepten:

Umudumuz yok.

Evimizin dışarıya açılan kapısı çelik…

İş yerlerimiz gibi devlet kurumları da gece görüşlü kameralarla donatılmış vaziyette. Emniyet Müdürlüğünün ilgili birimini ve bizi anında haberdar eden alarm sistemleri de cabası.

Sözün senet olduğu günlerden çek- senet gibi geçerli evrakın bile işlemediği bir ticaret dünyamız, dara düştüğümüzde, en samimi olduğumuz insandan bile üç günlüğüne borç isteyemediğimizden, kredi kartları maharetiyle, bankalara ipotekli bir hayatımız var artık.

“Teknoloji sosyal hayatı öldürdü azizim” yalanına sığındığımıza bakmayın.

Sokaklar tehlikeli olduğundan, arkadaşlarıyla oynamak isteyen evladına olmazlanıyor anne. Bilmeyen de sokakta gulyabaniler devriye atıyor zanneder.

Hiç sokak yüzü görmeden, mahalledeki arkadaşlarıyla – site mi demeliydim yoksa?- bir sokak arasında ip atlamadan büyüyen kızlarımız, top sektirmeden ergenliğe ulaşan oğullarımız var. Namaz vakitleri dışında Allah’ın evini bile kilitliyoruz.

Sınav yapıyor devlet.

Çocuklarına/ vatandaşlarına güvenmediğinden, başlarına iki memur koyuyor.

Memurlar hem sınava giren çocukları/ vatandaşları hem de birbirlerini kontrol ediyor.

Yetmiyor, bütün binayı kontrol etmekle görevli üç kişi görevlendiriyor. Bu üç kişi hem binadaki herkesi hem de birbirlerini kontrol ediyor. Burada bitmiyor kontrol işlemi, bütün il yada ilçeyi kontrol eden ve yine en az üç kişiden oluşan İl/İlçe sınav komisyonu, onunda üstüne Ankara’dan gelen deneticiler koyuyor.

Sonra: “Yaşanmaz bir hal aldı dünya diyoruz.”

“Vay arkadaş…” diye başlayan bir sürü hayıflanma cümlesi kuruyoruz.

Dünya güzel olmasına güzel de, aynı sebepten, onu kendimize biz zindan ediyoruz:

Güvenimiz yok.

Rivayet edilir ki Osmanlı’nın yıkım günleri başladıktan sonra padişah komutanları çağırdı yanına, memleketi bu badireden kimin kurtarabileceğini sormak için.

Ağız birliği etmişçesine:

Sarı Paşa Sultanım, dediler.

Ama bir kusuru vardı Sarı Paşa’nın. Monarşi karşıtı, Cumhuriyet taraftarıydı.

Olsun, demiş padişah. Memleket kurtulsun da varsın Cumhuriyet olsun.

Biliyorum, İslamcıların Göktürkleri sevdiği kadar (!) Osmanlı’yı sevenler, suratıma bir tokat aşk etmek niyetiyle o Kadir İnanır repliğini haykıracaklar: “Yalan söylüyorsun!”

Mesele hikâyenin doğruluğu yanlışlığı değil. Aslında mesele Vahdettin de Atatürk’te değil. Mesele, bu günün genel kurmay başkanı pozisyonundaki Fevzi Çakmak’ın rütbeleri sökülmüş Sarı Paşanın emrine girmesini sağlayan o duygu.

Türkiye üzerine bir hayalleri yok 18 yaşındaki çocukların.

Mümkünse Amerika’ya yerleşmenin derdinde çoğu, olmazsa dolgun bir maaş ve lüks bir hayatın…

Bilim yapmak, katma değer üretmek, karanlıkta kalmışları ışığa ulaştırmaya niyetli adamlar, evvelce söylenen eski bir meseldir.

“Kimsenin olmadığı yerde, ben varım, diyecek…” kimse kalmadı artık.

Bu zilletten kurtulmak için, bütün Müslümanlar Mehdi’yi bekliyoruz.

Ne olur ne olmaz, Mehdi’nin gelişi uzarsa, yada hiç gelmezse diye - kısa vadede ve özelde- biz yeni bir Türkeş bekliyoruz, İslamcılar yeni bir Ömer Bin Abdülaziz, komünistler yeni bir Che.

Allah hakkıyla gören ve bilendir ama, yine ne olur ne olmaz diye, işi garantiye almak için bir şeyhe kapılanıyoruz.

“ Enflasyon, pahalılık, zamlar, adalet” diye başlayan bir cümle kurmaya görün. Usul usul kaçıyor yanınızdan insanlar.

Parti başkanının kulağına gider, kaymakam/ vali duyar, hükümetin atadığı müdüre biri gammazlarsa benimle uğraşırlar korkusu hepimizde.

Zora talip olmuyoruz, kolaya kaçıyoruz.

Siyasetçiysek miting alanlarında, sempatizansak eş dost sohbetlerinde attığımız nutuklarda var ama fiiliyatta

İdealimiz yok.

Yahya Kemal’in: “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik” mısralarıyla coşan sahte kahraman,

Sarık sarıp cübbe giyersek yeniden dünyanın en büyüğü olacağımızı söyleyen yalancı Müslüman,

Başörtüsüne karşı olmayı ve viski kadehi ile poz vermeyi ilericilik zanneden papucumun Kemalist’iyle dolu dört yan.

Hepsinin ağzında aynı terane:

Ne olacak bu memleketin hali?

Cevabı, Rad suresinin 11. Ayetinde: “Bir topluluk kendini değiştirmedikçe Allah da onları değiştirmeyecektir.”

Senin anlayacağın azizim,

Önce kafalar değişecek.