Muhafazakâr sağın tuhaf değişimci, yenilikçi solun ucube muhafazakâr refleksler gösterdiği,  her şeyden birazı olan ama hiçbir şeyi tam olmayan aşure misali bir demokrasisi ve cumhuriyeti olan garip bir devlet haline geldi Türkiye. 


Baki ve dokunulmaz olması gereken kurumlara ve kurallara dokunulan; ölümle sınırlı hayat sahiplerine ise, çoğu zaman içten içe bazen de açık açık, ezeli ve ebedi/ Tanrısal güçler atfedilen böyle bir yönetim anlayışı ne geleneğe ne de çağdaş yönetim anlayışlarına uygunsa da “Yersen!” kabilinden, gözümüze sokulmakta.


Siyasal meşruiyeti için toplumsal iradeyi, toplumsal iradenin yegâne tezahürü olarak da seçimi -yani sandığı- gösteren muktedirlerin,  bunun dışındaki bütün sandık iradelerini yok sayması, örneğin; zaten bir süreden beri göstermelik bir hal almış üniversitelerdeki rektör seçimlerini artık fiili olarak ortadan kaldırması yada üniversitedeki öğrenci konseyi seçimlerini istemediği bir aday/ grup kazandığı için seçimi iptal eden rektörün bu davranışları yukarıdan aşağıya, toplumdaki bütün katmanların bu “demokrasisiz demokrasi ”anlayışını ne denli tuhaf bir biçimde özümsediklerinin iki garip örneği olması bakımından dikkat çekicidir.


Bütününün devleti var ettiği kurumların ve kurum idarecilerinin eşgüdüm içinde hareket etmesi gerekirken, her biri ayrı telden çalan selamsız bandosuna döndürülen;  plansızlığı plan, sistemsizliği sistem olarak dayatan bu anlayış ne kadar abes ise, bu anlayışın toplum nezdinde itibarının günden güne artarak devam etmesi de o kadar absürd bir durumdur aslında:  15 Temmuz FETÖ Darbe Kalkışması sırasında her biri diğerinden habersiz ve ayrı tavırlar sergileyen kurumların varlığı bunun ders alınası, en acı örneği olması gerekirken sebepten ziyade sonuca, ‘şey’in arka planından çok kendisine odaklanmayı alışkanlık haline getirmiş düşünce pratiği bu ‘saçma’yı da es geçmemize sebep olmuştur.


Adaletten Eğitime, Güvenlikten Sağlığa bütün kurumların  keşmekeşlikler sarmalında debelendiği bir ülkede yaşıyoruz. Her muktedirin gece rüyasında gördüğünü ilahi bir muştu sanıp sabahleyin uygulamaya koyduğu, plan ve programdan yoksun, kervan yolda dizilir mantığı ile oluşturulmuş politikalar ne denli süslenerek anlatılsa da neticeleri umulan olmak bir yana,  bir öncekinden de kötü olduğu için birkaç yıl içinde terk edilerek yerini yeni bir rüyanın aynı minval üzere uygulamasına bırakan politikalara bırakmakta…


Kavramların içinin boşaltıldığı yahut kavramlara asli manalarının dışında ve zıddı anlamlar yüklendiği bir Türkiye’de yaşıyoruz uzun süredir. Demokrasinin varlığını ortadan kaldıran darbelerin tamamının demokrasi adına yapılmış olması; fetva ehlinin fetvayı, kitaba göre değil de zamana, zemine ve isteyenin gücüne göre vermesi; kazançları on ve hatta yüzbinlerle ifade edilen beyaz camın popüler din adamlarının millete fakirliğin erdemlerinden bahsetmeleri, yani hâl ile kal arasındaki uyumsuzluk, yani özü ile sözü bir olmamak, yani ilmiyle amel etmemek, yani insanları kandırmak,  hem Kur’anî ifade hem de evrensel ahlak normları itibariyle zemmedilmesi gereken şeyler olacakken aksi bir kabulün tezahürü nasıl açıklanabilir ki?


Erbabın tabi’ye kurban edildiği Türkiye’de dün ne yaşandıysa bu gün de o yaşanmaktadır aslında. Nitekim dün güya insanı merkeze alan “Hümanist Sol” iktidarın Adalet Bakanının yapılan atamalardaki haksızlığa işaret edenlere cevap olarak kullandığı merd-i kıpti şecaatinin örneği: “… Ülkücüleri mi alsaydım?” cümlesi ile biten açıklaması ile bu gün peygamberi bir seda ile seslenmek iddiasındakilerin“ işi ehline tevdi etmek” peygamber ilkesinin karşılığı olarak kullanılan liyakat yerine mülakat tercihleri aynı haksızlığın, kara toprağın üzerine yansıyan tersten izdüşümleri değil midir?

“Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu/ Birinciliği beyaza verdiler” diyen şairi haklı çıkarırcasına zihin dünyamızdaki en saf ve temiz yapı olduğu genel kabulüne inat, Milliyetçiler de bu arapsaçı durumun paydaşlarından biri haline gelmiştir. “Ben Türk’üm, Türk esir olmaz” diyenin takipçisi olma iddiasındakiler, bu gün, Türk’üm diyemeyenlerin siyasi peyki, yancı birliği durumundadırlar. Milliyetçiliğin Başbuğ’unun öz hakiki taraftarı olduğu iddiasındakilerin durumu ise daha içler acısıdır. Öyle ki milliyetçiliği ayakları altına alanlarla neredeyse sınırsız bir ittifak kurulmuş, bu ittifaka ilkesel anlamda karşı çıkan herkes “tu kaka” edilmiştir. Gerçi gerekçe olarak “Devlet’in bekası” sihirli isim tamlamasını kullanmışlarsa da sonradan anlaşılmıştır ki Devlet’ten murat, bilinen tarihi 5000 yıl olan ve kıyamete kadar da baki kalacağına iman ettiğimiz tüzel kişilik olan Devlet değil, “külli nefsin zâikatü'l-mevt” emr-i mucibince ölümlü olan kişi Devlet’tir. Dün kara dediğine bu gün ak diyen, dün yerdiğini bu gün öven, söylemi hamasi fiili hamsi olan, yolda bulduklarını yola çıktıklarına tercih eden, fotoğraf makinelerine gülümserken yanında Ozan Arif’in değil Nihat Doğan’ın poz verdiği, on yıllardır hakları yenilip hukukları çiğnenen milliyetçilere koltuk çıkmak yerine makam koltuğuna sahip çıkmayı ana gaye edinmiş, ilkesiz, ülküsüz bir milliyetçilik… Neresinden tutsanız elinizde kalacak bir ucube yapı…


En demokratiğinden en totaliterine bütün fikrî ve siyasî yapıların sahiplendiği ama herkesin ortak bir tanımda birleşmek yerine şahıs veya fırka menfaatleri üzerinden bir tanım yaptığı için ortak paydada buluşamadığı yine de herkesin kendi tanımını tek doğru sandığından - neresinden tutarsa o sandığı - körlerin fil tarifine benzeyen; çocuk oyunlarının bile önceden konulmuş kuralları varken, bu meydanda cirit atanların kuralları oyun kurulduktan sonra kendi menfaatleri üzerinden yeniden koyabildikleri güya Türk tipi (!) bir orta oyunudur bizde demokrasi ve her yeni aktör ve aktristin oyunculuk yetenekleri bir öncekine göre daha kötü olduğu için artık seyredilemez bir hal almıştır. Nitekim dün kaosu büyütmek adına her fırsatı ganimet bilip yürüyüş ve gösteri yapan marjinal solun bu eylemlerine Demirel’in, artık siyasi bir vecize haline gelmiş olan, “Yollar yürümekle aşınmaz” tahammülünün yerini sosyal medyada ellerinde ateşli silahlarla karşı grubu tehdit eden yandaş çevrelere gaz veren “Biz o yolları teröristler yürüsün diye yapmadık!” talihsiz açıklamalarını yaparak kutuplaşmadan nemalanmayı düşünen yeni ama hiç de makul olmayan bir siyasi figür almıştır.

 
İki günü bir olanın ziyanda olduğu anlayışının sadece ekonomik anlamda ve yandaş baronlar için geçerli olduğu, demokrasi alanında, biz, buz dağlarının görünen yüzünün eridiğine aldanıp alttaki ve geminin batmasına sebep olacak asıl tehlikeli olan görünmeyen kısımlarının eriyenden kat be kat fazla büyüdüğünü idrak edemediğimizdendir yaklaşan tehlikeye dikkat kesilmek yerine halaylar kurup “tey tey!” diye çığırmalarımız. 


Kaynanası tarafından uğratıldığı haksızlıklardan ders çıkararak kendisi kaynana olduğunda gelinine daha ılımlı yaklaşması beklenenin, aksine gördüğü eza ve cefayı gelinine yaşatmak gibi hiç de akli olmayan bir davranışı sergilediği toplumlarda iki yanlıştan bir doğru çıkarmak beyhude çabasındaki insanlara hakikati hatırlatmanın hiç de mantıklı bir tarafı olmadığını bu yapılar içinde gördüğü hataları dillendirenlerin yalnız bırakılmalarından anlamalıydık oysa. 


Başkalarının acılarına geçmişte kendi yaşadığı acılardan dem vurarak kör ve sağır kalmak vicdansızlığını gösterenlere Kılıçtaroğlu’nun yürüyüşünde haklı bir tarafının olabileceğini yada Başbağlar’ın Madımak’ın muadili olmadığını, her ikisinin de bu toplumun canını yakan olaylar olması gerektiğini nasıl anlatabiliriz ki?


Yeni değil, , içinde kimimizin figüran kimimizin tip veya karakter olarak yer aldığımız yüz elli yıllık bir oyundur Türkiye’de sahneye konulan Yersen Demokrasisi. Bizim bu oyundaki rolümüz ise İsmet Özel’in o güzel şiirinin şu güzel bölümünü çığlık çığlığa söylemekten ibarettir:


“… Kardeşlerim 


Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan
Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan
Bakın yaklaşıyor.”

İşte böyle güzel ve emsalsiz bir şeydir bizde demokrasi (!)
Yersen…