Millî Devletimizin Geleceği
Durmuş Hocaoğlu
Durmuş HOCAOĞLU – Sayın Başkan, Türk Ocakları Genel Başkanı,
kıymetli siyasîlerimiz, kıymetli davetliler; hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Türk Ocakları ve Ankara Ticaret Odasının bu nazik, lütufkâr ve biraz da
doğrusu ağır görev yükleyen davetine belki de haddimi aşarak icabet ettim.
Böyle bir problemin üstesinden gelmeye ne kadar muktedir olduğumu
bilemiyorum; kusurlarımın bağışlanmasını şimdiden rica ediyorum.
Millî devletimizin geleceği konusu, anormal derecede büyük bir başlık; böyle
bir başlıktan belki 100 tane doktora tezi çıkar; bunu burada bir yarım saat
içerisinde ancak ana hatlarıyla ve çok çok kalın çizgilerle özetlemeye
çalışacağım.
Millî devletimizin geleceği konulu bu tebliğimi iki ana başlık altında takdim
etmek istiyorum. Birincisi, genel olarak daha teorik bir çerçevede, millî devlet
ve ulus devlet nedir, ne şekilde ortaya çıkmıştır; arızî midir, yoksa cevherî
midir; ortadan kalkabilir mi; kalkarsa ne olur ve gelişme imkânları, değişme
şartları ve eğer bir tehdit söz konusuysa, bu tehditlerin nereden geldiği. İkinci
kısımda da, daha özel bir konu olarak, Türkiye Cumhuriyetinin geleceği ve
vaktim kalırsa son birkaç dakikada da daha geniş kapsamlı olmak üzere, Türk
Milletinin geleceğine dair fikirlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Önce birinci kısımla başlayacağım; genel olarak millî devlet üzerinde ve ulus
devlet üzerinde konuşacağım. Hemen konuşmamın başlangıcında, bu iki
kavramın birbiriyle örtüşmediğini belirtmekle söze girmek istiyorum.
Sosyal bilimler ile fen bilimleri veya mühendislik bilimleri arasındaki önemli
farklardan birisi de, sosyal bilim kavramlarının çerçevelerinin çok daha esnek
oluşudur, tanımların çok fazla risk taşımakta oluşudur, daha fleksibl bir
karakter taşımakta oluşudur. Fen bilimlerinde tanım çerçeveleri daha sıkıdır,
matematikte kesin bir çerçeve de vardır. Bu - 29 –
yüzden, kavramları kullanırken ihtiyatlı olmakta fayda mülahaza ediyorum.
Millî devlet “national state” ile millet devlet, yani “nation-state” (Türkçe’de
yerleşmiş şekliyle “ulus-devlet”), arasında yakın bağlantı olmasına rağmen
birbirleriyle özdeş terimler değiller. Millî devlet, biraz Halduncu bir felsefe
zemini üzerinde daha rahatlıkla anlaşılabilecek bir terim. İbni Haldun’un hâlâ
bugün ihtişamını muhafaza eden tarih ve devlet felsefesinin omurgası
mesabesinde olan asabiye kavramını biliyoruz. Millî devlet, belirli bir
asabiyeye istinat eden, bu asabiye üzerine müesses ve bu asabiye tarafından
tesis, muhafaza ve müdafaa edilen ve devlet dara düştüğünde de herkesin çil
yavrusu gibi dağıldığı bir ortamda yalnız devletin kan bedeli ödemek için bu
asabiyenin çocuklarını çağırdığı devlettir. Bu bakımdan, çok milletli bir
imparatorluk olan Osmanlı da bir millî devlettir, Selçuklu da, Göktürk de,
Türkiye Cumhuriyeti de; bir kurucu asabiye vardır ve İbni Haldun bu asabiyeyi
soy asabiyesi olarak çok net bir şekilde tarif eder, aynı soy!
Hiçbir zaman bir devlet, Haldun teorisine göre, istisnaî durumlar hariç, asabiye
olmadan kurulmaz. Her devletin bir kurucu omurgası vardır. Bu omurga, aynı
soydan ve aynı dilden gelen insanların kurduğu devlettir. Din bağı önemli bir
bağdır, fakat soy bağına göre ikinci derecede kalır. Din bağı, zannedildiğinin
aksine, özellikle romantik siyasî İslâmcıların zannettiğinin aksine, soy bağının
yanında ehemmiyeti talî derecede kalır. Eğer din bağı birinci derecede önemli
bir bağlayıcı bağ olmuş olsaydı, aynı dinden olan bütün milletlerin bir tek
devlet çatısı altında toplanması gerekirdi ki, tarihte böyle bir vakıa
göremiyoruz. Kılıcın gücü, dinin imanından daha fazla toparlayıcıdır; buna da
biz Türkler, Türk Devlet anlayışında “kılıç hakkı” deriz.
Ulus devlet ise ⎯ biraz onu açacağım ⎯ millî devletin daha rafine, daha ileri
götürülmüş bir şeklidir. Ulus devlet tarihin belli bir döneminde ortaya çıkmıştır,
belki de bir gün tarihe gömülecektir; yani, ulus devletlerin ortadan
kalkmasından paniğe kapılmamak lâzım. Rasyonel bir şekilde bir gün, tarihten
gelen her şey gibi tarihe dönebilir. Onun daha ileriye götürülmüş, daha rafine
bir biçimidir; fakat, ulus devlet, millî devlet kadar, yani geniş anlamdaki millî
devlet kadar dayanıklı değildir. Millî devletler ⎯ ki, ulus devlet de onun bir
şeklidir; genel anlamda millî devlet ⎯ ulus devletlerden siyasî çalkantılara
karşı çok daha mukavemetlidir. Bu, ulus devletin millî devletin özel bir biçimi
olmasından ileri gelmektedir. Tabiî, millî devlet veya millet devlet, her ikisi de
bir millet kavramını tazammun - 30 –
ediyor; ancak, kavramların zaman içinde değişmelere uğradığını hatırlatmakta
fayda var. Kavramlar birer nehir gibidir, tarih boyunca akar; akarken, geçmiş
olduğu topraklardan almış oldukları katkı maddelerine göre renkleri ve tatları,
yoğunlukları değişir. Millet kavramı da böyle. Bugünkü Türkçe’de kullanmış
olduğumuz millet kavramı, ilk orijininkiyle neredeyse alakasız denecek hale
gelmiştir ve köken Arapça olmasına rağmen Türkçe’ye hastır. Araplar “şaab”
derler, millet demezler.
Millet kavramı, Kuranı Kerim’de daha ziyade “Millet-i İbrahime” gibi bir
peygamberin ashabını, yakınlarını, ona iman edenleri anlatıyordu. Tabiî, daha
ziyade din bağıyla birbirine bağlı insanları ifade ediyordu. Hz. Peygamber
Efendimizin bir hadisinde müminler gibi kâfirleri de bir tek millet olarak
tanımladığını ve millet teriminin Müslüman olmayanlar için bizzat Peygamber
tarafından kullanıldığını biliyoruz: “El küfrü milletü’n vâhideh: Küfür bir tek
millettir” hadisinde olduğu gibi.
Millet kavramı bugünkü anlamına 19 uncu Yüzyılın sonunda ulaşmıştır.
Batı’da da “nasyon” kelimesi halk manasına gelir. Çıkış orijini budur. Bugünkü
anlamına gelişi ve siyaset bilimi literatürüne, siyaset bilimi sözlük ve
ansiklopedilerine bugünkü anlamıyla girişi, aşağı yukarı 100 yıllık veya biraz
daha fazla bir zamanı kapsar. Fransız İhtilalinin yapıldığı dönemde millet terimi
yoktur, bugünkü anlamıyla yoktur. Millet, halk manasına gelmektedir. Tıpkı
laisitenin kaynağı olan Fransız İhtilalinde “laik” kelimesinin “halk” manasında
kullanılması gibi. “Laik” terimi de ancak 1871’de teknik bir terim olarak
kullanıldı ve bildiğiniz gibi, Fransız Anayasasına Türk Anayasasından on sene
sonra 1947’de bir madde olarak girdi.
“Milliyetçilik” terimi de keza aynı. Bu terim ilk defa 1798’de literatürde bir tek
yerde geçer ve sonra 1830’da teknik terim olarak ilk defa Mazzini’nin
“Milliyetçilik Üzerine” isimli eserinde bir sosyal bilim terimi olarak kullanılır.
“Millet” ve “milliyetçilik” terimleri sadece birer isimdir. İsimler cisimlerin
kendilerine delalet etmez. Bunu şunun için söylüyorum: Özellikle “dejenere
nominalizm” dediğimiz nominalizm, isim ile cismi özdeşleştirir; “eğer isim
varsa cisim de var” tersi “isim yoksa cisim de yok” anlayışını intaç ettirir. Nasıl
ki evinize aldığınız bir kediye “kaplan” adını verdiğinizde o bir kaplan
olmuyor, sadece adı “kaplan” olan bir kedi olmaya devam ediyorsa, bir millet
karakteri taşımayan bir topluluğa da millet demekle millet olmaz. Milliyetçilik
terimi kullanılmadan önce de milliyetçiliklerin bulunmadığı anlamına gelmez. - 31 –
Burada tabiî, milliyetçilik teorilerine atıfta bulunmanın anlamı yok, yeri de
değil; ama, “millet” kelimesinin henüz bugünkü anlamına gelmediği
zamanlarda bile ilk “premordiel milliyetçilikler” dediğimiz, hem de çok asabî,
gergin milliyetçiliklerin var olduğunu biliyoruz. Mesela Aristoteles’in “Devlet”
isimli eserinde Yunanlıların ne Avrupalılar gibi geri zekâlı ⎯ Avrupalılara geri
zekâlı diyorlar, kendilerini Avrupa’dan saymıyorlar ⎯ ne Persliler gibi alçak
olduğunu, bunların bütün meziyetlerini şahıslarında cem etmiş ve bütün
kusurlarını da şahıslarından def etmiş dünyanın en asaletli milleti olduğunu
söyler. Bunun bir tek adı vardır, milliyetçilik.
Platon bir eserinde “eğer iki Helenli birbirini öldürürse, bu yanlış bir şeydir;
ama, Helenliler yurtlarını istilaya gelen, bu güzel Helen ülkesini istilaya gelen
düşmanları öldürürlerse, bu iyi bir şeydir” der. Burada “güzel Helen yurdu”
ifadesini aynen kullanır. Bu söylediğim cümle de “Devlet” isimli eserinden
alınmıştır. “Birbirimizle çatışsak bile, bir gün barışacağımızı göz önüne alarak
barışacak bir aralık bırakalım” der. Çünkü, Helenliler kardeştir. Ama
“milliyetçilik” terimi yok. Hiç önemli değil.
“Milliyetçilik” terimi 20 nci Yüzyılda asıl büyük değişikliğe uğradı, tıpkı
“demokrasi” teriminin çok eskiden beri mevcut olmasına rağmen, en az 2500
yıldan beri bilinen bir terim olmasına rağmen, bilhassa Platon’un şiddetli
saldırıları sonucunda gözden düşmesi ve ancak 20 nci Yüzyılda asaletli
kavramını kazanması gibi. Kavramlar dalgalanır; asla onlara bakarak hüküm
veremeyiz. “Milliyetçilik” terimi de ancak 20 nci Yüzyılın başında asaletli bir
anlam kazandı; fakat, şimdi yeniden bu terim bir kirlenme süreci veya bir tehdit
süreci geçiriyor diyebiliriz.
Ulus devletlerin doğuşları ve gelişleri millî devletlerin doğuşlarından farklı,
millî devletlerin içerisinden doğmuştur. Ulus devletlerin doğuşu ve ana rahmi,
hepimizin bildiği gibi Avrupa’dır. Avrupa ulus devlet süreci, Roma ve
Roma’nın arkasından gelen, Roma’yı yıkan barbarların Roma tarafından
medenîleştirilmesi süreci olan, miladî 5nci Yüzyıl ile 10ncu Yüzyıl arasındaki
medenîleştirme süreci olan dönemde ve bunun arkasından gelen feodaliteden
sonra sanayileşmenin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Yani, bugünkü
Avrupa’daki ulus devletlerin her birisi, Avrupa’nın ve Batı’nın asıl kökü demek
olan Roma’nın yıkılmasına sebebiyet veren barbarlardır, hepsi Roma’yı yıkan
barbarlardır; ama, Roma, kendisini yıkan barbarları kültür gücüyle terbiye
etmiş ve onları medenîleştirmiştir. Birkaç kısa aşamadan başlıklarla bahsetmek
istiyorum, nasıl doğdu ve gelişti diye. - 32 –
Bunlardan birisi, felsefesi 5 inci Yüzyılda Augustinus tarafından yapılan
Hristiyan Birliği ideali; birinci aşama budur. Burada bütün Hristiyan kavimlerin
bir üstün birlik içinde erimesi öngörülmüştür. Bunun teorisi de, kilise
doktrininin tepesinde bulunduğu, adına “Papalık doktrini” denilen müessese.
Bu dönemde bütün Hristiyan kavimler bir tek bedenin farklı uzuvları gibi
telakki edilmiştir ki, millî devlet karşıtı bir politik felsefedir bu.
Bunun arkasından, Avrupa’nın bir tehdit süreci yaşadığını görüyoruz ki, bu
İslâm ve Türk tehdididir. Bu da, bu teorinin yanında pratik olarak da, bütün
Hristiyan Avrupa devletlerinin bir üstün birlik potası içerisinde erimelerini veya
en azından daha üstün bir kimliğin şemsiyesi altında kendi kimliklerini
ikincileştirmelerini sonuçlandırmıştır. Bütün Avrupa devletlerinin özellikle
11nci Yüzyıldan itibaren 17nci Yüzyılın sonuna kadar en büyük gayesi, bu
tehdidi geriye püskürtmek olmuştur. Çünkü, özellikle 17 nci Yüzyılın sonlarına
doğru Avrupa Kıtası, doğudan gelen ve kendisine bütünüyle yabancı bir büyük
gücün kendi kıtasında bitme noktasına kadar sıkıştırmış olduğu bir kıtadır.
Arnold Toynbee’nin “Tarih Bilinci” isimli eserinde vermiş olduğu bir harita
vardır; bu haritaya bakıldığı zaman, Batılıların, yani Avrupalıların kendi
kıtalarında nasıl preslendiğini gösterir. “Eğer Viyana kuşatması başarılı olmuş
olsaydı ne olurdu” sorusu hâlâ ürpertici bir sorudur. Muhtemelen, Annales
okulunun filozoflarından birinin öngördüğü gibi, o dalga Manş’a kadar giderdi.
Viyana kuşatması aşırı derecede önemli bir şey; yani, canhıraş bir feryatla
müdafaa ediliyor ve böyle bir dönemde millîlik mutlaka ikinci plana itilmelidir.
Kaldı ki, o barbarların kendi kültürlerini rafineleştirme sürecinin de bin yıl
alması gerekiyordu. Ama, zamanla bu Hristiyan Birliği ideali, bu üstün siyasî
organizasyon fikri zayıfladı. Bunlardan birisi, modernite ve onun getirdiği
moderniteyle alakalı olan dünyevîleşme. Dünyevîleşme, doğrudan doğruya
Avrupa’da daha sonraları ⎯ Michlé’nin yapmış olduğu tarifle ⎯ Roma’nın ve
Yunan’ın parlak medeniyetinin üstüne örtülmüş kalın Hristiyan şalının
aralanması demektir. Bunun için de kiliseyle bir çatışmaya girilmesi
gerekiyordu. Kiliseyle girişilen çatışma, kiliseye ait her şeyin, en azından çok
fazla şeyin terk edilmesini gerektiriyordu. Tüm yargılarıyla, değer
hükümleriyle, kurumlarıyla ve anlayışlarıyla birer birer yıkılarak Ortaçağ
biterken, yıkılan kurumlardan birisi de, Ortaçağın bu demin bahsetmiş olduğum
üstün bir belirleyici siyasî organizasyon potası altında diğer devletlerin
ikincileştirilmesidir. Hepinizin bildiği gibi “Kayzer Papizm” denilen uzun
döneminde Katolik kilisesi, Avrupa’daki bütün kralların ve hükümdarların
meşruiyetini tasdik merciidir. Bunun adına “Ultra Montanizm Prensibi”
deniliyor; papaların tartışılmaz birer otorite olması. “Ultra - 33 –
Montanus”, dağların ötesi demek; yani, dağların ötesindeki adama, Papa’ya
telmihte bulunuyor bu doktrin. Tanrı’yla konuşan adamdır ve bütün
hükümdarlar meşruiyetini ondan almalıdır. Napolyon bile, imparatorluk tâcını
Papa’nın elinden giydiği anda meşrû imparator olmuştur. İşte, Kilise’nin gücü
zayıfladıkça, millî devletlerin de millî kimlikleriyle ortaya çıkması söz konusu
olmuştur.
Protestanlık önemli bir süreçtir; çünkü, Protestan kiliseleri 16 ncı Yüzyıldan
itibaren merkezî Katolik kilisesine karşı ⎯ ki, Katolisizm evrensellik demektir
⎯ birer başkaldırı sonucudur. Alman Protestanlığı, Alman millî ruhunun,
German ruhunun isyanıdır. Anglo Sakson ülkelerdeki ve daha kuzeydeki
ülkelerdeki Zivingiyan Protestanizminin ve Evangalikanist Protestanizminin,
Anglekan Protestanizmin her birisi millî kilise mahiyetindedir ve birer
milliyetçilik ve millî devlet hareketidir. Keza, Katolisizm içerisinde
bulunmasına rağmen Fransa’da uzun müddet etkili olan Fransız Galikanizmi
de, bir millî Katolik kilisesidir ve Fransız milliyetçiliğinin inşa edilmesinde
önemli bir katkı payı sağlamıştır.
Bu arada İslâm Türk tehdidinin zayıflaması, bütün Hristiyanların bir tek siyasî
organizasyon altında toparlanmasının zaruretini de büyük ölçüde pratik olarak
ortadan kaldırmıştır; ama, bu arada bu akıma, millet, millîleşme ve milliyetçilik
akımlarına zıt olarak, Avrupa tarihî içerisinde Roma’nın ve Katolik kilisesinin
mirasını devam ettirmek olan büyük siyasî birlik hareketleri –ki, bugün Avrupa
Birliği olarak karşımıza çıkıyor- Avrupa federalizasyon teorileri, entelektüeller
arasında milliyetçilik cereyanlarıyla başa baş mücadele etmeye devam
etmişlerdir; onu da satır arasında belirtelim.
Bu arada sanayi devrimi birinci derecede tetikleyici bir fonksiyon üstlendi.
Sanayileşme okuma yazmayı yaygınlaştırdı ve fonksiyonelleştirdi. Bizde
okuma yazma oranı şu anda yüzde 90 civarında; ama, fonksiyonelsiz olduğu
için kimse okumuyor. Sanayi, okuma yazmanın fonksiyonelleşmesi demektir
ve tarihî tecrübe, bizim Türkiye’de akıl almaz paraları sarf ederek dağa taşa
mektep kurmamızın hiçbir anlam taşımadığını gösteriyor. Sanayi toplumu
olmayı başaramayan ülkeler çocuklarına okuma yazma öğretirler, ama onlar
hiçbir şey okumazlar ve hiçbir şey yazmazlar. En fazla okudukları, gazetelerin
televizyon sayfalarındaki programlardır, otobüs duraklarındaki levhalardır
falan. İnsanlar okurken beyinlerinin acıdığını düşünüyor; çünkü, okuma gerçek
anlamına bir sanayi toplumunda ulaşıyor. - 34 –
Tabiî bu arada endüstrileşmenin sonucu olarak önemli bir hadiseyle
karşılaşıyoruz: Homojenleşme. Millet bilincinin, aynı soydan gelen insanların
farklı bir sosyal birim olduğunu hissetmeleri demektir bu.
Bu arada önemli bir etken ⎯ Batı literatüründe çok fazla itiraf edilmeyen bir
husus bu ⎯ Kolonyalizm. Kolonyalizmin yaptığı etki şudur: Kolonyalizm,
anavatan ve koloni diye bir ayrışmaya sebebiyet vermiştir. Bütün milletler ve
milliyetçiliklerin oluşması için “öteki” olması gerekir. Bütün dinlerin de
içselleştirilebilmesi için “öteki” olması gerekir. Dinlerde “öteki”nin adı
“kâfir”dir. Dinler kendilerini böyle kabul ettirirler. Milletler ve milliyetçilikler
de bir “öteki”ne ihtiyaç duyar. Avrupa’daki milletlerin oluşmasında iki “öteki”
görüyoruz. Bunlardan birisi diğer öteki Avrupa milletleri ve ikincisi de
koloniler. Üçüncü olarak da, Avrupa’yı dışarıdan topyekûn tehdit eden veya
tehdit gücü azalmış olsa bile bir zamanlar onun oluşmasında çok büyük bir
fonksiyon icra eden Avrupa dışındaki iki güç ⎯ genel olarak ikisini bir başlık
altında topluyorum ⎯ İslâm İslâm –yani, artık unutulmuş olan Arapları bir
tarafa itecek olursak, Müslüman Türkler- ve ikincisi, Hristiyan olmalarına
rağmen Ruslar Avrupa’da daima “öteki” rolünü üstlenmişlerdir. Kolonileşme
de böyle bir fonksiyon üstleniyor ve anavatan ve koloni ayrışması,
milliyetçiliklerin ve milletlerin oluşmasında önemli katkı sağlıyor. Tabiî,
kolonyel paylaşım ve Avrupa milletlerinin birbirleriyle gırtlak gırtlağa
boğuşması da, birbirlerinin milliyetçiliklerini güçlendiriyor.
Bu arada önemli bir şey görüyoruz: Haldun kendi teorisinde, asabiyenin önemli
bir rol üstlendiğini, kurucu asabiyenin nesep asabiyesi olduğunu, ama
imparatorluk şekline dönüşen bir siyasî organizasyonda bir devletin salt nesep
asabiyesine dayanması durumunda dağılacağını, bunun yerine farklı bir asabiye
türünün geliştiğini ve sebep asabiyesi denen bir asabiyenin ortaya çıktığını
söylüyor. Sebep asabiyesi zamanla nesep asabiyesinin üstünü örter; yok etmez
ama, örter; nesep asabiyesi köktedir, daima durur. Büyük imparatorluklar,
nesep asabiyesi, yani soya bağlılık üzerine kurulur; fakat, gelişmelerini sebep
asabiyesiyle yürütürler. Büyük imparatorlukların bu gelişmesi, Haldun teorisini
doğruluyordu ve buradan da milliyetçiliklerin öldüğü zannediliyordu; ama,
nesep asabiyesi, modern milliyetçiliklerle birlikte yeniden ve daha büyük çapta
ortaya çıktı. Yani, Haldun’un teorisi hâlâ doğru. Modern milliyetçiliklerin
ortaya çıkışı, Haldun teorisinin kavramlarıyla bu şekilde açıklanabilir; yeniden
sebep asabiyesinden nesep asabiyesine dönüş. - 35 –
Bunun arkasından kısaca şundan bahsetmek istiyorum: Ulus devletlerin
geleceğine yönelen tehditler. Bunları da iki başlığa ayırmak mümkün. Birisi
üstten gelen tehditler, büyük ve global çapta gelen tehditler. Bunlardan birisi,
açılış konuşmalarında da belirtilmiş olduğu veçhile, küreselleşme.
Küreselleşme konusunda biz bu sene Abant’ta, Gazeteciler ve Yazarlar
Vakfının bu seneki Abant toplantısında iki gün sabahtan akşama kadar resmî
oturumlarda, gece yarılarına kadar da hususî sohbetlerde tartıştık, işin içinden
çıkamadık; çıkılmaz da, ne iki günde ne yirmiiki günde içinden çıkılacak bir
şey; inanılmaz bir literatür var.
Kısacası şu: Küreselleşme dediğimiz şey; bunlardan birisi, fikirlerin, birtakım
insanî kavramların, teknolojinin, medeniyetin evrensel çapta, global çapta
yayılması. Bu, romantik küreselleşme. Bakınız işte, evinizde internet var. Ben
interneti çok yoğun kullanan birisiyim. Oh ne güzel; oturuyorsunuz, hakikaten
de doğru, oturduğunuz yerde, gecenin saat üçünde, Amerika’daki bir
kütüphaneye girip kitap okuyorsunuz; ama, her internete giren şunu görür:
İnternete girdiğiniz sayfada şöyle bir yazı vardır: Alınan mesaj; gönderilen
mesaj; yani “alınan bayt; gönderilen bayt.” Alınan bayt’ı siz alıyorsunuz da,
sizden nereye gidiyor? Bilmiyorum nereye gittiğini; benden bir yere bir şey
gidiyor, benim makinemin içinde birisi dolaşıyor. İşte, globalleşmenin romantik
olmadığını buradan da görüyoruz; Big Brother beni gözetliyor. Onun için
dostlar, mahkeme önünde hesabını veremeyeceğiniz hiçbir şeyi bilgisayarınıza
asla yazmayın. Bir akademisyen arkadaşımın dediği gibi, hâlâ en mahrem yazı
aracı daktilo; kimse onu kontrol edemiyor henüz. Bir de güzel bir tarafı var;
ânında çıktısını alıyorsunuz. İnternet öyle değil; internette, globalleşmenin iki
yüzünü birden görebiliyorsunuz, hem güzel yüzünü hem çirkin yüzünü.
Dünyayı dolaşıyorsunuz; ama, o anda bütün dünyada da birisi sizi gözetliyor.
Küreselleşme ⎯ bazılarına göre Yeni Kolonyalizm; ki, ben de bu fikirdeyim;
büyük ölçüde böyle ⎯ Kolonyalizm’in metamorfozu, yeni şartlar altındaki yeni
biçimi, yeni kazanmış olduğu bir biçim ve küreselleşmenin sonucunda
gösterilen birtakım hedefler var. Küreselleşme bir dünya devletine doğru mu
gidiyor diyecek olursak, bu da çok yeni değil; bundan 4500 sene önce bunun
teorisini yapan ilk kişi, Akkat kralı Sargon ve Mısır firavunu 3 üncü Tutmosis.
Milliyetçilik ne kadar eskiyse, milliyetçilik karşıtı bir fikir olan
kozmopolitanizm, yani bütün dünyayı vatanı olarak kabul eden siyasî doktrin
de o kadar eskidir.
Küreselleşme, patriotizmin, yani vatanseverliğin tam karşıtında olan
kozmopolitanizmin yeni adıdır ve buradan global bir devlet tasarımı ortaya - 36 –
çıkmaktadır. Bu global devlet tasarımını belki bilimkurgu filmlerinde olduğu
gibi bütün dünyanın bir parlamento tarafından yönetilmesi anlamına gelecek
şekilde algılanmak için henüz çok erken, belki uzun bir zaman göremeyeceğiz,
belki hiç göremeyeceğiz; ama, bütün dünyanın belli bir merkezden, ekonomik,
kültürel ve siyasî olarak manüple edileceği bir dönemi yaşıyoruz biz. Şu anda
dua edelim de, emperyaller birbirlerine düşsünler; mesela, Amerika Birleşik
Devletleri ile Avrupa Birliği arasındaki artık yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya
başlayan çatışma bu bakımdan faydalı olabilir. Bu konuda da akademik
sitelerde bir hayli bol miktarda yayın var. Yani, bu konuda göz önüne almamız
gereken bir şey şu: Kilise doktrininin, Katolik kilisesinin Milenyum teorisi
vardır. Milenyum teorisi şunu öngörür ⎯ ki, temeli Zerdüşt’e dayanır,
Zerdüşt’ün 3 ontolojik zaman dilimi teorisine dayanır ⎯ birincisinde, İsa
yeryüzüne gelmiştir ve ilk bin yıllık dönem, yani birinci milenyum,
Hristiyanlığın kökleşme ve yerleşme dönemidir. Bu birinci dönemi başarıyla
tamamlamak üzereyken Hristiyanlık rakip bir evrensel dinle karşılaştı ve onun
tarafından hâkimiyet alanı daraltıldı; ama, ikinci binyılın sonunda Hristiyanlık
rakip dini bertaraf etti, onu pasifize etti; o rakip dinin en büyük temsilcisi ve
Müslümanların babası olan Osmanlı’yı yok etti. Şu anda bütün dünya
Müslümanları ⎯ ki, bu dünya Müslümanlarının bir kısmı kendi babasının
katilidir ⎯ vatanın emperyal ve kolonyal saldırılar önünde açık hedeftir. Eğer
Osmanlı hayatta olmuş olsaydı, Filistin’de böyle bir trajedi yaşanmazdı.
Mahatir Muhammet Zaman Gazetesinde temmuz ayında bir yazı yayınlamıştı;
çok dokunaklı bir yazıydı bu. Bu adam Malezyalı, Türk de değil. Yazısının
başında meâlen şöyle diyor: “Batılı emperyaller bu yüzyılın başında ⎯ yani, 20
nci Yüzyılı kastediyor ⎯ İslâm dünyasının koruyucu kalkanı ve son büyük
devleti Müslüman Türk İmparatorluğunu ortadan kaldırdılar. Bunu kaldırırken
de, Arapları bir araç olarak kullandılar. Onun yerine cetvellerle sun’î bir harita
çizdiler ve hiçbir etkinliği olmayan ulus devletlere bölüştürdüler. Şimdi onların
her birisiyle âdeta alay edercesine oynuyorlar. Bütün Arap devletleri bir araya
geldiği zaman, İsrail’in karşısında sesini bile çıkaramayacak bir hale
düşmüştür; çünkü, bütün İslâm dünyasının önünde kudurmuş bir denizin dağ
gibi dalgalarına karşı arkadaki yat limanını koruyan, göğsünü o dalgalara açmış
bir dalgakıran gibi duran Osmanlı seddi yok artık.”
İşte bu, ikinci milenyumda elde edilen muazzam başarıdır. Bu ikinci
milenyumda papalığın iddiası şudur: Büyük başarı kazanılmıştır; Avrupa
Kıtasından İslâmiyet sökülüp atılmıştır. Halbuki bir ara, Müslümanlık,
Avrupa’yı aşırı derecede sıkıştırmıştı. - 37 –
İkincisi, Amerika Kıtası tepeden tırnağa Hristiyanlaştırılmıştır. Amerika
Kıtasına Müslümanlık ancak mikroskopik düzeyde ve sığıntı olarak girmiştir.
Asya’da Rusların sayesinde Asya’nın kuzeyi Hristiyanların kontrolündedir.
Afrika’nın da büyük kısmı Hristiyanların elindedir.
Şimdi teori şunu öngörüyor: Üçüncü milenyumun sonunda, yani 2000 yılının
sonunda dünya Hristiyan devleti kurulacaktır ki, bu, demin ismini zikretmiş
olduğum Augustos’un 411 yılında kaleme aldığı “Paganlara Karşı Tanrı
Devleti” isimli ve hakikaten çok ihtişamlı, ilk tarih felsefesi olan yedi ciltlik
eserindeki teorisidir. Sonunda Tanrı devleti kurulacak ve yeryüzünden şeytan
devleti atılacaktır. Tanrı devleti, Katolik kilisesinin emrinde olan devlet
demektir, Katolik kilisesinin devleti demektir. Onun dışındaki bütün devletler
şeytanın devletidir ve bunun için de üç aşamalı biner yıllık demet
öngörülmüştür. Bu teorileri Türkiye’de tartışan entelektüel de ben görmedim,
eğer görenleriniz varsa lütfen beni haberdar ediniz. Dünyadaki en kalitesiz
entelektüellerinden birisinin de maalesef benim ülkemin entelektüelleri
olduğunu söyleyebilirim.
Milenyum teorisi kısaca bu; yani, küreselleşme böyle bir tehdit oluşturuyor ve
bu arada milletüstü yeni hiper oluşumlar var, bunlardan birisi de Avrupa Birliği
olmak üzere.
Tabiî, küreselleşmenin bir anlamı da, dünya zenginliklerinin belli yerlerden
belli yerlere transferi ve 19ncu yüzyıldaki kolonyalizmin daha ince ayar
metotlarla ve daha güleryüzle tatbik edilmesi. Mesela, gidip Afrika’nın bütün
zenginliklerini talan ediyorlar, ondan sonra da Afrikalı açların karınlarını
doyurmak için konser veriyorlar; inanılmaz bir gösteri ve tam Avrupalıya
yakışan bir ikiyüzlülük. Diğer kültürlerin ezilmesi ve önemli bir başlık, kültürel
tektipleştirme.
İkinci bir tehdit, alttan gelen bir tehdit dalgası; bunlardan birisi, etnikçilik,
mikro milliyetçilik ⎯ alt milliyetçilik de denilen mikro milliyetçilik ⎯ bir
diğeri, mezhepçilik.
Ulus devletlerin geleceğine ilişkin olarak da, hemen birkaç cümleyle
söyleyeyim; Türkiye bağlamında birleştirerek söylüyorum ve bütün buna
rağmen ben şunu iddia ediyorum: Usul devletlerin bitmesi o kadar önemli
değil, millî devletlerin asla bitmeyeceğini düşünüyorum. Ulus devlet tarihin bir
ürünüdür; ama, millî devletlerin, ulus devletlerin çapını - 38 –
büyüterek yeniden inşa ettikleri kanaatindeyim. Yani, daha açık ifade edecek
olursam; birçoklarının sadece salt bir teorik düşünceyle, birçoklarının da
etekleri zil çalarak ve sevinçle, daha doğrusu tahayyüllerinin ve tahassürlerinin
ifadesi olarak dışlaştırdıkları bir tez var: Ulus devletler ortadan kalkıyor. Hayır,
ben şöyle diyorum: Ulus devletler format değiştiriyor, daha doğrusu çap
değiştiriyor. Artık bugüne kadar gördüğümüz ulus devletlerden çok daha büyük
çaplı ulus devletler göreceğiz. Birkaç tane örnek vermek isterim: Bunlardan
birisi şu: 200 yıl önce mevcut bulunmayan bir millet bugün dünyanın en büyük
ulus devleti haline gelmek üzere; Amerika Birleşik Devletleri. 1776’da ilk
kongre toplantıları yapıldığı sırada bir delege Amerika milletinden söz ettiği
zaman, hiddetle ayağa kalkıyorlar. Biliyorsunuz, 13 eyalet, her eyalet kendisini
bir devlet olarak görüyor. Diyelim ki, Philedelphia temsilcisi ayağa kalkıyor
“bu ne demek; böyle bir millet yok ki” diyor. Konuşan delegenin verdiği cevap
çok müthiş: “Yok biliyorum; ama, inşa edeceğiz.” Bir Amerikalı tarihçinin
dediği gibi, bu inşa sürecinin birinci aşaması 90 senede bitti. Ayrılık harbi, yani
1865’teki iç harp bittiğinde Amerikan milletinin inşa edilmesinin birinci
aşaması bitmişti. Şimdi bu ikinci aşamayı da bitiriyor; Clinton dönemiyle
birlikte Amerikan yapı sistemi çok geniş çaplı bir ulus devlet şekline dönüştü.
İkincisi, Çin. Birbirinin dilini anlamayan üç ayrı bölgeden oluşan Çin, bugün
çok büyük bir ulus devlet çapında teşkilatlanıyor. Ruslar ulus devlete
dönüşüyor. Bir Batılının dediği gibi, “Ruslar Türklerden ve diğerlerinden
kurtuldular ve ilk defa Ruslar Ruslarla başbaşa kaldılar. Rusyada Rus
yoğunluğu tarihte görülmüş en yüksek sınırına ulaştı.”
En önemlisi, bir hiper ulus devlet olma yolunda olan Avrupa Birliği. Avrupa
Birliği çok kısaca şöyle: Avrupa Birliği, Avrupa milletlerinin birtek Avrupa
debelti kurma teşebbüsüdür. Birçok teorisyenin ismini zikredecek bile vaktim
kalmadı, sadece bir tanesini söyleyeyim: Jose Ortega y Gaset, 1930’da kaleme
aldığı “Kitlelerin İsyanı” eserinde şunu öngörür: “Avrupalılar büyük bir Avrupa
milleti halinde teşkilatlanmalı ve çapı büyük bir Avrupa millî devleti, yani ulus
devlet inşa etmeli; hyper nation state.” Batıdaki bazı literatürler şu anda mevcut
olan ulus devletlerin adına “regional nation state”, yâni “bölgesel küçük ulus
devlet” diyor. Avrupa Birliğinin ⎯ ki, bunun arkasında yatan asıl proje Avrupa
Birleşik Devletleri’dir ⎯ asıl adınıyla “Eurupean Hyper Nation State” ve
bunun milletinin de bir adı var “Avrupalı Milleti.” Tıpkı Amerika’daki bütün
eyaletlerin eskiden devlet iken şimdi eyalete dönüşmesi gibi, artık yüz yıl sonra
gözetlenen hedef, Türkiye’de Erzurumluluk, Bayburtluluk, Karslılık, İzmirlilik
ne anlama geliyorsa, Avrupa Birliğinde de Alman, İngiliz bu anlama
gelmelidir; hedef budur. - 39 –
Türk Devletinin geleceği için de, çok kısaca şunu söyleyeyim: Türk Devleti bu
coğrafyada olmak veya olmamak çizgisi üzerindedir. Anadolu Türklerinin
dışındaki Türklerin henüz milletleşme aşamasını tamamladığı kanaatinde
değilim; bu apayrı bir konudur; ancak, vaktimi aşmamak için detayına
girmeyeceğim. Bu konuda çok dertliyim; açarsam, hepinizin uykusunu
kaçırırım; aslında kaçırmakta hiç beis görmüyorum, uykumuz kaçsın.
Ben şunu söylemek istiyorum dostlarım: Biz, cumhuriyetin kurulmasıyla fizikî
bir küçülmeye uğradık. Bu cumhuriyetin kurucuları, fizikî küçülmeye rağmen
zihinlerinde büyük idealler taşıyorlardı; ama, o günün konjonktürleri, bu büyük
ideallerin manifeste edilmesine müsait değildi, tehlikeliydi. Hepimizin tarih
kitaplarında okuduğumuz, Orta Asya’dan çıkan devletler, onun siyasî bir ifade
kazanmamış kültürel altyapısıydı. Ancak, ne yazık ki, kuruculardan sonra gelen
nesiller, sınırların küçülmesinin benzerini beyinlerini yaşadılar. Artık
Türkiye’yi uzun bir zamandan beri, beyinleri küçülmüş insanlar yönetiyor.
Öylesine küçüldü ki, artık Türkiye’nin büyük olan hiçbir şeyi kalmadı, hiçbir
büyük ideali kalmadı ve şunu söyleyeyim: Büyümek istemeyen milletler
küçülmeye mahkûmdur.
Ezcümle şunu söylüyorum: Bu coğrafya, bizim için gayri tabiî bir coğrafyadır.
Ben, hiçbir zaman hududumun Edirne’den geçmesini kabul edemem.
Edirne’den bağırdığınız zaman, sınırda ses duyuluyor. Bu topraklarda ya
büyüyeceğiz ya bu topraklardan bizi silip atacaklar. Bu ikisinden birisi arasında
bulunuyoruz. Eğer soru sorulacak olursa veya aralarda bunu sizinle ayrıca
tartışmak istiyorum. Geleceğimiz bıçak sırtında.
Saygılar sunuyorum efendim.
Millî Devletimizin Geleceği
Millî Devletimizin Geleceği
Editör: TE Bilişim
Yorumlar