“Malzemeler Altın Tepside Gelince Gel de Yazma” başlıklı yazımda, “Son haftalarda artık yazmak istemediğimi” belirtmiş, bazı haksız uygulamalardan, adaletsizliklerden yakınmış ve dostlara da sitemler göndermiştim. Sağ olsunlar, pek çok arkadaştan ve hatta yüz yüze gelmediğim, beni yalnızca yazılarımdan tanıyan kişilerden bile yazmaya ikna eden mesajlar, yorumlar aldım. Söz konusu yazımın son cümlesi şöyle idi: “Çok sık yazmasam da böyle altın tepside sunulan malzemeleri boş geçmemeye çalışırım herhalde; çünkü onun da sorumluluğu var!”

Nitekim o sorumluluk beni hemen yakalamış ve Ankara Şehir Hastanesi’nde, ülkemizde sığınmacı olarak bulunup da korona tedavisi için başvuran Irak Türkmeni kardeşlerimizden ücret talep edildiği haberini almıştım. Karınlarını doyurabilmek için bile yardıma muhtaç olan bu insanlara senetler imzalatıldığını öğrenince alel acele kısa ve öz bir yazı kaleme alarak Haber Erk’e gönderdim ve yayınlandı. Sağlık Bakanı ve Bakanlığa da ayrıca mesaj olarak ilettim. Fikri takip konusundaki hassasiyetimi bilenler bilir; Türkmen kardeşlerimizin sağlık harcamaları ile ilgili bütün safahatları bildiğim için bu konu ile ilgimi devam ettireceğim. Çünkü ben adaletin peşindeyim ve haksızlıklar karşısında susamam. Suriye’den gelenler hangi hakka sahip iseler aynı şartlarda Irak’tan gelenler de o hakkı kullanmalıdırlar.

Yazı yazmak için ise malzemelerin altın tepside gelmesi devam ediyor ve arkasının kesilmeyeceği anlaşılıyor. “Yazmak istemediğim” günlerde ya da haftalarda bir “darbe” teranesidir gidiyordu. Güya CHP ve yakın çevresi iktidara darbe sopasını gösteriyorlarmış. Kaçırdım mı acaba, kim ne demiş diye bir tarama yaptım; öyle bir laf eden de yok, ima eden de…

Ama gelin ve görün ki, iktidar çevreleri ve “hazır asker” durumunda olan medya mensupları, “Hava bulutlu” diyen arkadaşına tepki göstererek, “Bulutlar yağmur getirecek, yağmur sularından göletler oluşacak, göletlerde ördekler yüzecek değil mi? Bak işte; sen bana ördek demek istedin” diye yumruk atan, dolayısıyla buluttan nem kapan kişi gibi saldırıya geçtiler. Olacak iş değil ama oluyor işte. Bu konuyu yazayım derken baktım, Haber Türk yazarı Bengisu Karaca hem de detaylandırarak yazmış bile. Yani, “Öyle bir yalan söyle ki kendin bile inan” misali, kendilerine yakın olanlara bile inandırıcı gelmeyen bir algı operasyonuna girerek tabir yerinde ise bir bardak suda fırtına koparmaya kalktılar.

Bu darbe lafları almış başını giderken ve böyle bir yazı yazmayı düşünürken her nasılsa aklıma bu başlık gelmişti: “Ne Darbesi Ulan?”

Çünkü kelin merhemi olsa başına sürer hesabı CHP’nin böyle bir gücü yoktu ki darbe yapsın ya da yaptırsın!  Efendim, Canan Kaftancıoğlu, “Erken seçimle ya da bir şekilde gidecekler” demişmiş. Tam da “Sen bana ördek dedin” gibi bir şey değil mi? Sonra CHP sözcüsü Özgür Özel “Gidecekleer!” diye bağırmışmış. Her yokuşun bir inişi, her gelişin de er veya geç bir gidişi olacağına ve seçimle gelindiği gibi seçimle de gidilebileceğine göre buradan da “darbe” çıkarmak olacak iş değil.

Sonra, “Ne Darbesi Ulan” başlığı üzerinde düşünürken, yıllar önce Başbuğ Türkeş’in, katıldığı bir televizyon programında, şimdiki HDP’nin atası sayılan DEP’ten milletvekilliği olan Orhan Doğan’a, “Ne mozaiği ulan” diye çıkışını hatırladım. Meğer ben o çağrışımla bu başlığı bulmuşum da haberim yokmuş! O yıllarda TÜSİAD yani Türkiye Sanayici İş Adamları Derneği’nin, “Doğu Raporu” yayınlanmış ve “Türkiye bir mozaiktir” lafı ortaya çıkmıştı. 11 Haziran 1995 tarihinde Show TV’de yayınlanan “Çapraz Ateş” Programı’na katılan Başbuğ, “Ne mozaiği ulan? Türkiye 1071’den beri Türklerin memleketidir. Türklerden önce burada Lidyalılar, Etiler, Frigyalılar yaşamış ama bunların hepsi ölü milletlerdir. Hepsi de yok olup gitmişlerdir” diyerek adeta kükremişti. AKP iktidarı da anlaşılan, yok olup giden darbe ihtimallerini canlı tutarak partilileri diri tutup vaziyeti kurtarmanın hesaplarını yapıyor olmalı!

Aslında asıl darbecilerin iktidar yalakaları olduğu zaten hemen anlaşıldı. Sevda Noyan diye adını ilk defa duyduğum ve tıpkı kocası gibi sıkı bir FETÖCÜ olduğunu ortaya çıkan tweet’inden öğrendiğim bir bayan,  katıldığı yandaş TV kanalındaki programda  “En az elli kişiyi götürebileceklerini, bu donanıma sahip olduklarını” ve oturdukları sitede ikamet eden “3 – 4 kişinin de o listeye dâhil olduğunu” ayan beyan söyleyiverdi. Sunucu bayan da ona çanak tutuyor, adeta gaza getiriyordu. Sonra, tescilli Atatürk düşmanı olan, hal ve hareketleri, ileri geri konuşmaları ile ilk bakışta IŞID militanlarını andıran biri de  “Liste tuttuklarını” açıktan söyleyerek birilerini tehdit etti. Demek ki güç ellerinde, listeleri hazır, silahlar, bombalar yığınak yapılmış ki böylesine iddialı ve pervasızca konuşabiliyorlar. Normalde ve sağlıklı işleyen bir hukuk devletinde her ikisi ve hatta her üçü de hesaba çekilir ama bildiğim kadarı ile Sevda Noyan ve katıldığı programın sunucusu hakkında başlatılan herhangi bir işlem yok. Doğrusu, RTÜK’ten bir işlem yapılıp yapılmadığını da duymadım. Atatürk’e yaptığı bunca hakarete rağmen “Delidir, ne söylese yeridir” misali iftira atmayı sürdüren gazeteci kılıklı hakkında ise listeleme olayından dolayı soruşturma açıldığı ifade edildi. Bakalım, sonucu bekleyip göreceğiz.

O sonucu bekleyeceğiz de tam da o günlerde Diyanet İşleri Başkanı’nın da bir şeyler söylemesi gerekmez mi idi? Sayın Başkan hemen her gün bir tweet atıyor ya da Cuma Namazları kılınmasa da her hafta bir hutbe okuyor. Mesela o hutbe konularından biri kin ve nefretin kötülüğü, insanların/inananların birbirlerini sevmelerinin önemi üzerine olabilirdi öyle değil mi? Başkan, o saçmalıklara bir gönderme yapıp kin ve nefretin kötülüklerinden ve dinimizde yeri olmadığından söz ettikten sonra mesela şu Hadis-i Şerifi hatırlatabilirdi:

“Sizler iman etmedikçe Cennet’e giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız!”

Genel tavrına bakarak Diyanet İşleri Başkanı’nın o ölüm listesi hazırlayanların söylediklerini duymazdan geleceğini söyleyebilirdik tabii. TBMM Başkanı bile, Türkiye’nin bin bir türlü derdi varken, “Gündemde önemli bir şey olmadığı için Meclis’i toplamaya lüzum görmüyorum” diyor. Haliyle Diyanet İşleri Başkanı da o konulara girmediğine göre ölüm listesi yapıp tehditler savrulmasının “ciddiye alınacak bir konu olmadığını” düşünmüş olabilir mi bilmiyorum!

Bazı arkadaşların bu yazıyı okuduktan sonra, “Niye bunları yazıyorsun ki, onları yola getiremezsin” diyeceklerini de biliyorum. Kimseyi “yola getirmek” gibi bir niyetim yok. Zaten buna gücüm de yetmez ama olsun, ben tarihe not düşüyor ve yazdıklarım bir de bu yönü ile değerlendirilmeli diyorum.

 Kamuoyu bu asılsız iddialarla oyalanıp dururken üstüne bir de en büyük özelliği Kandil ile İmralı arasında postacılık yapmak olan SSÖ’nün ortaya attığı iddia eklendi. Güya İYİ Parti yetkilileri HDP ile görüşmüş ya da görüşmek istemişmiş. Peki, kim kiminle görüşmüş, kim aracılık etmiş onu söylemiyor. Eski filimcilerden ya, ortalığı bulandırmak için senaryo yazıyor: “Kimler görüştü ise kendileri açıklasınlar!..” İYİ partililer ise “HDP’ye karşı tutumlarının baştan beri belli olduğunu, öyle bir görüşme ya da görüşme talebinin kesinlikle olmadığını” ifade ediyorlar. Aynı şu misal gibi:

  • Baba bir hırsız yakaladım!
  • Tut getir!
  • Gelmiyor!
  • Bırak gitsin!
  • Gitmiyor!..

 İstanbul’daki seçim sürecinin “efsaneleşen” deyimi üzerinden gidecek olursak Türkiye’de  “Hiçbir şey olmuyor ise bile mutlaka bir şeyler oluyor” ve eften püften meselelerle gündem oluşturulabiliyor. Kısacası ortalıkta bir şeyler dönüyor ama ne hırsıza bir şey oluyor ne arsıza! Dolayısıyla olan milletimize, devletimize oluyor.  Velhasıl Türkiye’nin, Türk Milleti’nin işi zor ki ne zor!