Babası adını “Kurban” koymuştu.

Kurban bayramında Anadolu’nun ıssız bir yaylasında dünyaya gelmişti.

Babasına hep soruyorlardı: “Oğluna neden Kurban ismini koydun?” diye.

“Milletine, devletine kurban olsun diye adını da öyle koydum.” diye cevaplandırıyordu.

Ataları Horasan’dan Anadolu’ya gelmişler sürülerle dağları mesken tutmuşlardı. Koyun sürüleri vardı hayvancılıktandı geçimleri. Bütün göçerler Hoca Ahmet Yesevi’den nefes almışlardı. Ataları Osmanlı’nın kuruluşunda her cepheye koşmuşlar düşmana kılıç sallamışlardı, bir kısmı cephelerden dönmemişlerdi.

Bir tufan oldu ve canlarını feda ettikleri Osmanlı’nın devşirme Paşaları üzerlerine gelmişti. Yurtları talan edilmiş, çoluk çocuk demeden katledilmişlerdi. Neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Ülkeyi düşman mı işgal etmişte öz yurtlarında düşman ilan edilmiş katledilmişlerdi.

Dedesi anlatırdı: “Osmanlı kıyafetinde Payalar geldiler sorgusuz sualsiz yerimizden yurdumuzdan ettiler, herkesi katlettiler. Beni anam ormana kaçırmıştı diğer çocuklar ile birlikte. Öyle hayatta kaldık.” Derdi.

“Osmanlı” denilince içleri ürperiyordu. Akıllarına hep Türkçe bilmeyen Osmanlı kıyafetindeki Rumlar, Sırplar, Ermeniler ve Arnavut Paşa geliyordu.

….

Kurban’ın çocukluğu yaylaklarda kuzu çobanlığı yaparak geçti. Bektaşi olduklarını kimseye söylemiyorlardı. Alevi, Bektaşi ismi bile yasaklanmıştı.

Asker istedi Osmanlı, ilk koşan Kurban olmuştu ve savaşta ilk koşan oydu. Gazi bile olmuş, askerliğe elverişli değil diye ordudan uzaklaştırdılar.

Toroslara gitmedi, İstanbul’da kaldı, yaraları iyileşti ve komutanı ona görev verdi.

İlk görev ile büyük bir heyecan ile canını ortaya koyarak düşman ülkesine girdi ve onların dillerini öğrendi. Komutanı onu hiç boş bırakmıyordu. Birkaç ülkeye de gönderdi ve birkaç dili ana dili gibi konuşuyor yazıyordu.

Kurban boş durmuyor, atına atlıyor ülke ülke dolaşıyor ve komutanına bilgi topluyor bazen de başı derde giriyor, komutanından almış olduğu eğitim ve bilgiler ile başının çaresine bakıyordu.

Bir gün Sina’da İngilizler ile çarpışıyor, bir gün Viyana içlerinde bir Cermen gibi dolaşıyor, bir başka gün Irak’ta, Trablusgarp’taydı. Bazen yalnız gider, bazen de güvendiği arkadaşlarıyla gider komutanın verdiği görevi yerine getirirlerdi.

Arabistan’da Medine müdafaasında yer almıştı, Arap kıyafetleriyle dolaşıyor aşiret reisleriyle görüşüyor “İslam İttifakı” için örgütlenmeler yapıyordu.

İngilizler bundan haber almıştı ve Şerif Hüseyin’in adamları onu Arabistan’da fellik fellik arıyorlardı. Bir yakalasalar derisini yüzüp köz basacaklardı.

Lavrens denilen adam ile Arap şeyhlerinin sayesinde tanışmış, kendisini Arap olarak göstermişti. Lavrens ile samimi olmuş ve bilgiler almıştı. Komutanı ona dokunmamasını ve istediği bilgileri toplamasını istemişti. Kurban Lavrens’i birkaç defa punduna getirmiş ve yok edecekti. Fakat komutanının emirlerine uymak zorundaydı.

Arap şeyhinin en güvenilir adamı Kurban’ın bir Osmanlı neferi olduğunu biliyordu ve Lavrens’e ihbar edince işler değişmişti. O aşiretten bir kişi Kurban’ı uyarmış: “Senin kim olduğunu öğrendiler, başının çaresine bak.” diye ikaz edince görevini tamamlayamamanın ezikliği içindeydi.

Arkadaşlarıyla Yemen’e doğru giderken İngiliz askerleri bunları kuşatınca son mermilerine kadar savaştılar. Kurban’ın arkadaşları şehit olmuş ve kurban ağır yaralı olarak esir edilmişti.

Şerif Hüseyin, Kurban’ın kendisine teslim edilmesini ve cezasını işkence yaparak öldüreceğini söyleyince İngiliz subayı Kurban’ı Mısır’a götürdü, oradaki diğer tutukladıkları Türk ileri gelenleriyle birlikte bir gemiye bindirerek Malta’ya götürdüler.

Malta’da bütün esirlerin kimlikleri belliydi bir Kurban’ın gerçek kimliği bilinmiyor ve İngilizleri çok uğraştırmıştı. Sorgularda verdiği tek cevap: “Ben Kurban’ım, adım da Kurban, hedefimde vatanıma Kurban olmak” diye cevaplandırdıkça yapılan işkencelerin dozu artıyordu.

Malta’da çok Osmanlı paşası ve devlet adamları vardı. Kurban’ı onlarla hiç muhatap ettirmediler ayrı bir hücrede tuttular.

Esirlerin mübadelesi olduğunda bütün esirler gemilere bindirilip İstanbul’a götürüldüğünde tek Kurban götürülmemişti.

Yan hücresinde kalan bir Alman subayı ile yüzlerini görmediği halde sohbet ederlerdi. İkisi de aynı kaderi paylaştığından kaçma planları yapıyorlardı.

Onları gözeten İngiliz gardiyanı devamlı lafa tutup, dünyada neler oluyor ondan haber alıyorlardı. Esir mübadelesini de ondan öğrenmişlerdi: “Komutan artık hür olacağız, yıllardır gün yüzü görmedik, artık bizi rahat bırak.” dediklerinde aldıkları cevap: “Sizler bırakılmayacaksınız” olmuştu.

Kurban hücresinde eline geçirdiği küçük bir metal ile zindanın duvarlarındaki taşları gece gündüz çalışarak sökmüş, gardiyanın geleceği vakitlerde taşları gizliyorlardı. Alman komşusunun haberi olunca o da kendi hücresinin duvarındaki taşları yerinden sökmüştü.

Esirlerin gideceğinden bir gün önce kampta büyük bir eğlence vardı. O akşam gardiyan onları unutmuştu.

Kurban, Alman komşusuyla önceden konuşmuşlar fakat mübadelede kendileri bırakılmayacağı için bu gece sabaha doğru kaçmayı kararlaştırdılar. Duvardaki son taşları söktükten sonra dışarda buluştular.

Kampın meydanında şarkılar sarhoş naraları vardı. Onlara görünmeden sürünerek tel oradan uzaklaştılar. Adadan nasıl kurtulacaklarını önceden planlayan Kurban gündüz ormanda yazıyorlar karınlarını çeşitli meyve ve bitkilerle doyurup gece yol alıyorlardı.

Küçük bir köye geldiklerinde kurulanmaya asılan elbiseleri gece aşırdılar ve kıyafetlerini değiştirdiler. O köye uğramadan uzaklaştılar. Günlerce dolaştılar ve deniz kenarında küçük bir balıkçı kasabasına geldiler.

Yaz günü sıcak olduğundan öğle vakti sokaklarda meydanlarda kimse olmuyordu. Sadece kahvelerde insanlar içkilerini içip sohbet ediyorlardı. Onları uzaktan takip ederek kasabanın her yerini öğrendiler. Tek hedefleri vardı. Bir balıkçı teknesini alıp İtalya’ya oradan Alman kendi ülkesine, Kurban’da vatanına gelecekti.

….

Kurban karaya ayak basınca ana dili gibi bildiği İtalyancasıyla ve esmer olmasından dolayı kimse ondan şüphelenmeyince hamallık yaptı, çalıştı ve biraz para biriktirdi. Yol tedariki yaptıktan sonra İtalya’dan ayrıldı ve üç ay gibi bir yolculuktan sonra İstanbul’a varabildi.

İlk işi komutanını aramak oldu.

Çok iyi tanıdığı kişilerden sordu: “Komutanın Anadolu’ya Mustafa Kemal’e katılmaya gitti.” dediler.

İstanbul işgal altındaydı, her yerde İngiliz askerleri kaynıyordu. Kıyafeti perişan olduğundan ona fazla dikkat etmiyorlar, dilenci zannediyorlardı.

Kurban nihayetinde kendini Özbekler tekkesinde buldu ve Mustafa Kemal’e katılmak istediğini söyledi ve yardımcı oldular.

Kurban Sakarya’ya gelince bir handa dinlenmek için kaldı. Sabah uyanıp yola koyulacağında hancı çorba yapmış onu içiyordu. Çorbasını içmiş tam çıkacaktı ki bir gurup silahlı adam hana geldi ve hancıdan herkese çorba istediler. Hancı: “yetmez ama size yetecek kadar yeniden yaparım.” Dedi ve mutfağa gitti.

Kurban önce Kuvayı Milliye mensubu diye sevinmişti, tedbirli olduğundan masasından kalkmadı biraz oyalandı ve konuşulanları dinliyordu: “Kuvvacılar yok edilmeli, İngilizlerin sayesinde bizde Çerkez devletimizi kuracağız, Padişahımız sultan bacılarımızın gayretiyle bize karşı çıkmayacaktır.” Sözünü işitince Kurban’ın kan beynine hücum etti. Komutanının sözleri aklına geldi. Böyle durumlarda istihbarat toplarken susup onlardan gibi görünüp bütün bilgileri almalıydı. Kimlerdi bunlar? Bunları kim yönetiyor, arkalarında kimler var? Öğrenmek istedi.

Kalabalığın içinden iri yarı birisi masasına oturdu: “Seni buralarda hiç görmedik kimsin nesin necisin?” diye sorguya tuttu.

Kurban kısa bir hikâye uydurduktan sonra Padişah taraflısı olduğunu söyledi ve kendisi hakkında fazla bilgi vermedi: “yolcu yolunda gerek.” Diyerek oradan ayrıldı.

Düzce’ye geldiğinde iki gün Balkanlar’da ayağını kaybeden asker arkadaşına misafir oldu. Çarşıda kalabalıklar silah sesleri geliyordu. Arkadaşı gitmemesini söylediği halde vedalaştı ve şehir meydanına geldi.

İsyancılar havaya ateş açıyorlar ve birkaç askeri kıyafetli kişileri tekmeleyerek yerlerde süründürerek götürüyorlardı. Yüreği cız etti. Yerde sürünen birisini tanımıştı komutanıydı. Koşarak yanlarına vardı isyancılara: “Arkadaşlar yapmayın hepimiz Müslümanız, bu büyük kahraman komutanımız” dedi. Bunun üzerine Kurban’a saldırdılar: “Demek sende onlardansın, Kuvvacısın” diye tekne tokat tüfeklerin dipçikleriyle yere yıktılar.

Kalabalık bağırıyordu: “Padişah efendimizi dinlemeyenlerin hali bu olur”, “Türkmenlere ölüm.”, “Çerkezistanı kuracağız” gibisinden naralar atılıyordu.

Kurban kafasına aldığı son darbe ile gözüne perde indi. Küfürleri naraları duyuyor fakat göremiyordu. Vücudundaki darbeleri de duymaz oldu.

Kurban gözlerini açtığında fakir bir evin odasında sargılar içindeydi. Başucunda yaşlı bir adam vardı: “Şükür oğlum yaşıyorsun” dedi. Kurban neredeydi? Bu yaşlı adam kimdi? Neden buradaydı? Kafasında sorular çoğalmaya başladı, sorulara cevap bulmaya çalışırken yaşlı adam devam etti: “Oğlum çekinme, ben Çerkez Mustafa, bu ülkenin milletin ekmeğini yiyen hainler sizi öldü diye bıraktılar. Biz onlardan değiliz, nankör değiliz. Osmanlı bize Kafkaslarda sahip çıktı bizleri buralara getirdi, en iyi yerlere yerleştirdiler, gözettiler, baktılar itibar gördük. Ne yazık ki, içimizde hainler, nankörler de var. Mustafa Kemal bu ülkeyi kurtaracak. Biz Kuvayı Milliye’den yanayız.” Deyince Kurban biraz rahatladı ama bütün vücudu acılar içindeydi. İhtiyara tebessüm etti ve vücudundaki sancılar acılar yüzünden tekrar kendinden geçti.

Bir hafta ihtiyar adam Kurban’ı tedavi etti, karnını doyurdu ve Kurban ayağa kalkınca ihtiyar ile vedalaşıp yoluna koyuldu.

Kurban Ankara’ya varınca Mustafa Kemal Paşa ile görüştü, komutanının katledilişini ve başından geçenleri anlattı.

Mustafa Kemal Paşa: “İçimizdeki hainler olmasa düşmanı vatanımızdan bir an önce kurtarırız.” dedi. Mustafa Kemal Paşa’dan görev isteyince: “O hainlerin isyanını bastırmak için bir müfrezede seni görevlendiriyorum” dedi ve Kurban görev verilen müfrezeye katıldı.

….

Düşman ülkeden kovulmuş, isyanlar bastırılmış Cumhuriyet kurulmuştu.

Kurban Ankara’daydı, meclis kurulmuş, ülkenin kalkınması için yeni reformlar başlatılmıştı. Birlikte mücadele verdiği komutanlarıyla, askerler ile vedalaştı ve yaylağına döndü.

Yaylakta iki yaşlı sakat erkekten başka erkek yoktu, hep küçük çocuklar vardı. On beş yaşının altında, diğerleri hep cephelerde savaşmışlar ve bir daha geriye dönmemişlerdi.

Babası hasta yatağında yatıyordu. Kurbanı görünce gözleri doldu, kucaklaştılar ağlaştılar: “Oğlum ben seni milletine kurban adadım, niye geldin? Gidenlerin hiç birisi dönmedi” dedi ve oğlundan yüzünü çevirdi.

Şehit olmadığı için ilk defa üzülmüştü. Bunca mücadele, çile ve savaştan sonra bu söz ona ağır gelmişti.

Belçika

08-08-2019