MATURİDİLİK VE OSMANLININ BU MEZHEBE MESAFELİ DURMA NEDENİ
 

Fatih Dönemine Farklı Bir Bakış
 
Günümüzde bile bir çok din adamımızı / tarihçimizi üzerinde düşünmeye zorlayan ve nedenini bulamadıkları bir sorudur. Neden Osmanlı devleti tabasının çoğunluğu Türk ve Hanefi mezhebinden olduğu halde yine kendileri gibi Türk kökenli olan ve Türkistan’da ki soydaşlarının mensubu olduğu itikat mezhebi Maturidiye’liği arka plana iterek  Eş’ariliğe daha  önem göstermiştir? Bu kırılma ne zaman başlamıştır? Bu husus üzerinde durmak ve  tarihimizi etkileyen, sonuçları günümüze kadar yansıyan bir çok olayın sebepleri üzerinde bazı tespitler yaparak bu konuya farklı açıdan bakarak yorum kazandırmak istiyorum.
 
Tabi ki amacım sadece Maturiliğin batı Türklerince neden genel  tercih görmediğini irdelemek olduğundan dolayı bir ihtisas konusu olan dini konulara derinlemesine girmeyi uzmanlık dalım olmadığı için istemiyorum. Sadece burada belirtmek istediğim araştırılması arzu edildiğinde Maturilik ile Eş’arilik ekolleri arasındaki farkları gösteren binlerce kaynağa ulaşabileceğinizdir. Yukarıda da belirttiğim gibi benim esas amacım bu zamana kadar ele pek alınmamış  başka bir yönü ile alarak,  incelemektir.
 
Her ne kadar Maturilik ve Eş’rilik ekolleri arasında ki farklılıkları detaylı bir şekilde girmek istememe rağmen anlatmak istediğim konunun daha iyi anlaşılması için  gerek dinimizi görüşleri ile etkilemiş bu iki büyük kişiliğin tarihi kimliklerini ve sahip olup savundukları görüşleri biraz olsun burada izah etmenin konuyu daha iyi anlamak açısından gerekli olduğunu düşünüyorum. 
 
 
Türkler İslam dinini kabul ettikten sonra birkaç yüzyıl içinde o dinin yegane savunucuları konumuna gelmişlerdir. Bu sadece askeri alanda gerçekleşmemiş dini, astronomi, tıp, matematik, kimya ve diğer bilim dallarında da bir çok araştırmalar, incelemeler yapmış büyük buluşlara imza atarak insanlık tarihinin gelişmesine katkıda bulunan eserler vermiştir. İslamiyet’in hızla yayılarak, geniş bir coğrafya üzerindeki milletlere ulaşması mevcut itikat ve amel mecburiyetinin getirdiği koşulların oluşturduğu farkları gidermek hususunda çalışmalar yapmayı  zorunlu kılmıştır. Bunun başlıca sebebi İslamiyet’in artık Arap sosyokültürel etki alanından çıkarak farklı sosyokültürel ortamlarda yaşama ve Arap dünyasındakinden farklı sosyokültürel algılara da cevap verebilecek olma mecburiyetidir.
 
Bu süreç daha sonra çıkan Şia algısını saymaz isek İslam dünyasında Sünni olarak adlandırdığımız kolda üç adet itikadi görüş ( Matüridilik, Eş’arilik ve Selefilik ) dört adet de bunlara bağlı ameli görüş ( Hanefilik, Şafiilik, Hanbelilik ve Malikilik) ortaya çıkmış ve günümüz İslam dünyasında Sunni olarak ifade edilen tamamına yakın bir kesim içinde  genel kabul görmüştür. Kabul etmek gerekir ki bir toplumun sosyal hayatını  düzenleyen ve organizasyon şemasını kurmada etkileyici olan, olaylara bakış açısını dini açıdan yorumlamasını kolaylaştıran, nasıl şekil vermesi gerektiği hususunda yönlendiren hatta koşullandıran itikadi görüşüdür.  İslam tarihi incelendiğinde kurulan her İslam  veya halkı Müslüman çoğunluğa sahip devletin kurumlarını şekillendirmede bu itikat imamlarından birinin görüşünün benimsediği  görülür.
 
Bu yönden tarihte ve günümüz İslam dünyasını yukarıda ifade edilecek şekilde birbirinden ayırabiliriz.
 
  Eş’arilik üç amel mezhebinin ( Şafilik, Maliklik ve Hanbelilik) görüşlerine riayet ettiği bir itikat mezhebidir. Bu mezhep mensublarının çoğunluğunu kurucusu olan İmam Ebu’l El-Hasan Eş’ari’nin mensubu da bulunduğu Arap’lar oluşturmaktadır. İmam Eş’ari Abbasi döneminde bugünkü Irak coğrafyasında yaşamış ve eserlerini vermiştir.
 
Matüriyedilik mezhebinin kurucusu ise İmam Ebu Mansur El- Matüridi ise Semarkant’lı olup aslen Türk’tür. Amel imamı olan ve kendi gibi Türk kökenli İmam Ebu Hanefi’nin görüşü, Hanefilik ise yine mensuplarının çoğunun aslen  Türk kökenli olması ile bilinir.
 
.  İki mezhep arasındaki görüş farklılıkları araştırıldığında bazı kaynaklarda 13, bazılarında 40 hatta 73 adet olarak ifade edilmektedir. Ama bu farklılık Hristiyanlıkta ki gibi mezhepsel sürtüşmelere yol açmamakta aksine dinin cevaz verdiği ve peygamberimizin hadislerinde hayırlı gördüğü bir süreçtir. Zaten aksi halde dinin ilk indiği coğrafyada ki gibi farklı koşul ve ortamlarda aynen tatbik edilemeyeceği, bundan dolayı inananların büyük zorluklar çekeceği malumdu.
 
 Bunun sebebini aramadan önce çağdaş olan Matüriyedilik ile Eş’arilik  arasındaki fikir ayrılığının ana sebebine değinmem gerekir. Bunun temeli batıda ki İslam devleti Endülüs’de savunuculuğunu İbn-i Rüşd’ün yaptığı din de Aristocu akılcı - felsefi bakış açısının yer almasını talep eden görüş ile İmamı Eş’ari’nin görüşüne sıkı sıkıya bağlı olan ve Platoncu temele dayanan tasavvufun geçerli olmasının gerektiğini savunup, felsefeyi din açısından zararlı gören İmamı Gazali arasındaki fikir tartışmalarına dayanır.
 
Aynı dönem de İmamı Maturidi’ de Türkistan’dan bu fikir tartışmalarına katılmış İbn- i Rüşd’ün görüşleri ile aynı olan düşüncelerini ifade etmiş bu konuda eserler vermiştir. Kuvvetli bir bilgiye sahip olan İmamı Maturidi çok kısa bir zamanda bulunduğu coğrafyada tanınmış ve ün yapmıştı. Görüşlerini paylaşmak için bugünkü Irak coğrafyasına gelmiş bir çok fikir tartışmalarına katılmış düşüncelerini büyük bir kitleye kabul ettirmişti. Bu açıdan İmamı Eş’arinin bazı görüşleri ile tezat düşmüş bunlara bilgisi dahilinde farklı izahlar getirmişti. İki görüşü de temelde  birbirinden ayıran özellik birinin nakilci diğerinin ise akılcı olmasıdır.
 
Eş’ari ekolünün en kuvvetli savunucularından olan İmam Gazali, İbn-i Rüşd’ün kilere olduğu gibi İmamı Maturidiye’nin de görüşlerine şiddetle karşı çıkıyor ve felsefeye dalmakla suçladığı Türk alimleri Farabi ile İbn-i Sina’yı kafirlikle itham ediyordu Ona göre Allah’a akılla ulaşılamaz sadece bu  tasavvuf yolu ile gerçekleşebilirdi.   Oysa bu alimler dünyanın insanlar tarafından okunması için yaratılmış bir kitap olduğunu, onu incelemekle ve araştırmakla bir çok ibret alınabileceğini iddia ediyorlardı. Onun için de Kuran-ı Kerimde sürekli olarak ibret almazmısınız ifadesi geçmekde değil miydi? Her şeyi yaratan Allah olduğuna göre ne kadar araştırılırsa, incelenirse incelensin yine sonunda ortaya çıkacak olan varılacak son nokta yine yaratıcıyı ispat edecektir. Bu yüzden akli ilimlerden ve felsefeden endişeye gerek olmadığı gibi bu Allah’ın bir emri ve Peygamberimizin “İlim öğrenmek her Müslümana farzdır” , “İlim Müslüman’ın kayıp malıdır onu nerede bulsa almalıdır”ve “İlim Çin’de bile olsa gidip onu alınız.” Hadislerine göre de uygundu.
 
Oysa İmamı Gazali bu hususda kendisine gösterilen hadislere farlı bir bakış açısı ile yaklaşmaktaydı. Söz gelimi kendisinin yazmış olduğu ve günümüz İslam dünyasının en tanınmış dini eserlerinden biri olan İhya-u Ulumid- Din adlı külliyatında “ İlim öğrenmek her Müslümana farzdır.” Hadisini şöyle yorumlar;
 
“ Bu hadisteki “ El-İlmu” kelimesinde ki lam-ı tarifinde işaret ettiği gibi, öğrenilmesi farz olan ilimden gayesinin Müslümanlar üzerine farz olan amel ilmi olduğu anlaşıldığı gibi, bizim beyanatımızla da bunların farz olma zamanı açıklanmış oldu.”
 
     Yukarıda aktardığım kısa paragraf içinde geçen “ Farz  olma zamanı açıklanmış oldu.” İfadesi bile İmamı Gazali’nin içinde bulunduğu ruh yapısının dışa vurumunu göstermektedir.
Peki neden İmamı Eş-ari ile onun görüşlerini hararetle savunan ve Maturidiliğe dolaysıyla da akılcılığa karşı çıkan İmam Gazali nakli yaklaşımı tercih etmiştir?
 
Bunu tespit etmek için sosyolojik tespitlerde bulunmak gerekir. Gerçekten bunun sosyokültürel ve sosyopolitik temelleri vardır. Yerleşik toplumlar da sınıfsal yapı çok katmanlıdır ve sistemlidir. Sınıflar göçer veya yarı yerleşik toplumlara göre daha net çizgiler ile birbirinden ayrılır. Sınıf atlamak yerleşik toplum mensupları için diğer tanımlanan toplum yapısına göre daha zordur. Böyle bir toplum sisteminde idareciler için mevcut sınıf sisteminin korunması gerek kendileri için gerek ise toplumun düzeni açısından kaçınılmaz görülmektedir. Bu sebeple yönetici kesim hukuki meşruluğunun devamını destekleyecek/ sağlayacak kurum ve sistemlere ihtiyaç duyar.  Yönetimler sadece askere dayanarak ayakta kalamaz. Onu destekleyecek eğitim kurumlarına, ekonomik dayanaklara ve hatta dini bir meşruluğa ihtiyacı vardır. Dini meşruluğu arkasına alamayan hiçbir sistem ayakta kalamaz. Bir süre sonra bu meşruluk kaygısı yöneticilerin dini kimliğe bürünmesine veya dini kurumları tavizler vererek yanlarına çekmesine neden olur. Despotik ve halkın onayını almadan iktidara gelen kitle gayri kanuni ve gayri örfi uygulamalarını dini kavramlar ile açıklayarak gelecek itirazları geçiştirmeyi/savmayı amaç edinir. Dini kurumları içine alan bir sistemi eleştirmek bir yerden sonra dini eleştirme kavramına götürür ki işte bu din devleti tanımlamasıdır.
 
İslam tarihinde Hulefa-i Raşidin denilen ve  seçim yoluyla yapılan devlet reisliği seçimi Muaviye ile başlayan Emevilik dönemi ile sonlanmış oldu. Bundan sonra kurulan çoğu İslam devletlerinde saltanat babadan oğla geçti. Tabi ki böylesine bir yapıda vatandaşın ve büyük sınıf katmanlarının  müdahalesi veya seçim hakkı gibi alternatif yoktu. Devlet reisleri kendi meşruluklarını ve saltanatlarının devamını ancak teokratik – dini yapıyı özümseyerek yapabilirlerdi.
 
İslam dünyası bunu ilk olarak Emevi saltanatında gördü. İktidar dini ortamı sıkı denetliyor, muhalefeti tasfiye ediyordu. Dini gücü bünyesine alarak hükmetme metodunu Emeviler Doğu Roma - Bizans’tan almıştır. Bizans imparatoru I. Basileios yönetim erklerini 880’li yıllarda ilan ettirdiği ve Roma yasamasında bunun bir daha örneğinin görülmediği 13 maddelik kamu hukukunun ile kendinde topladı. Bu kanunun giriş (Epanogoge) kısmındaki ifadesiyle teokratik yönetimi meşrulaştırmıştır. Artık İmparator, tanrı'nın gökyüzündeki krallığının yeryüzündeki  suretidir. Böylelikle din ile iktidar ayrılamaz bir biçimde iç içe girmiştir. Yönetim erkinin tamamını eline geçirmiş olan imparator kendine dini bir kimlikte yükleyerek itibari ile paylaşması gereken veya kendini tasfiyeye yetkili bütün kurumları pasif konuma getirmiştir. Kilise yönetimini de kendisine tabi olmaya zorlayan imparator, dini sınıfın yönetimle bütünleşmesinden daha güçlü olarak çıkacaklarını  düşünen din adamlarının da desteğiyle iktidarını pekiştirmiştir. O artık aynı zamanda bütün doğu Hristiyanlarını da temsil etmekte olduğu gibi aynı zamanda onları tanrı adına koruma ve hükmetme unvanını almıştır. Yani tam anlamıyla teokratik bir lider olmuş kendine karşı doğacak olan muhalefeti din kalkanıyla savunarak muhalefeti tavsiye etmiş, yapacağı her türlü eylemin dini bir eylem olarak görülmesini sağlamıştır. İmparator I. Basileois’den sonra iktidara gelen imparatorlarda aynı unvana sahip olmanın getirdiği kolaylığı iktidarları boyunca doyasıya kullanmışlardır.
 
Aynı yönetim tarzını benimseyen Emevilerin devamı olan Abbasi iktidarı döneminde yaşamış olan İmam Eş’ari ve İmam Gazali bulundukları sistemin dini sınıfı kanatları altına alma ve kendilerine çekme politikasına karşı meyilli bir yaklaşım göstermişlerdir. İmam Eş’ari devlet reisi seçim meselesinde Hülefa-i Raşidin dönemindeki seçim sistemini önermek yerine babadan oğula geçen sistemi tercih etmiş en azından ses çıkarmadığı gibi aynı zamanda en kötü lider (Emir) lidersizlikten iyidir, prensibinin kabulü iktidarın yanlışlarını düzeltme yolunda yapılacak her eylemin o toplumu felakete götüreceği korkusu ile men edilmiştir. Yine  Eş’arilik ekolu içinde sığdırılmış olan cüzü iradenin de Allah tarafından yaratıldığı düşüncesi yönetilen toplumun yöneticilerinin almış olduğu her kararının arkasında Allah’ın bulunduğu gibi bir düşüncenin yerleşmesine sebep olmuştur. Bu yüzden halk gittikçe kaderci olduğu gibi yapılan yanlışları düzeltme gibi bir basireti gösteremediğinden İslam dünyasının güney kanadı olarak tabir edebildiğimiz Eş’ariliğe bağlı coğrafya hızla gerilemiş ve tasavvuf  ile uğraşmaktan akli ilimlere gereken önemi veremediğinden Mısır dışında o topraklar üzerinde köklü büyük bir medeniyet bir daha kurulamamıştır. Mısır istisnadır çünkü orada ayrıca iki devlet daha kuruldu bunlardan biri Fatimiler devleti ki tarih için kısa bir zaman denilecek süre yaşamıştır diğeri ise kurucuları Türk ve yönetici kesim ile askeri kesimin Matüridi görüşe sahip  olan Memluk devletidir. Bunun en güzel örneği basiretsiz hükümdarların yerine daha faziletli, ehil hükümdarların kolaylıkla geçirilmesinden anlaşılmaktadır. Anlaşıldığı üzere sultanın mutlak iktidarı bulunmayıp, büyük emirler ve bürokrasi tarafından denetlenmektedirler. Bu sayede de Memlük devleti yüzlerce yıl bölgede iyi yönetim örneği sergilemiş huzur ve asayiş kaynağı olmuştur. 
 
Matüridiliğe gelince gerek hocası İmamı Azam Ebu Hanefi gerekse itikat mezhebi kurucusu olarak ileride anılacak olan İmamı Maturidi’nin hayatları devamlı sıkıntılı ve iktidardaki yönetimler ile çatışmalı geçmiştir. İmamı Azam Ebu Hanife yaşamış olduğu bugünkü Irak coğrafyasını o dönem yöneten Emevi ve Abbasi iktidarının almış olduğu yanlış kararlara karşı çıkmış hatta Emevi döneminde çıkan bazı ayaklanmalara destek vermiştir. Tabi ki  bunu yaparken sağlam dini referanslardan destek almıştı. Bunlar Kuran-ı Kerim, hadisler, icma ve kıyastı. Abbasi iktidarı menfaatler  ve baskı/tehdit ile uygulamaları aleyhine konuşmalarına engel olmayı başaramadıkları İmamı Azamı en sonunda şehit ederek susturdular. Hocasının amel ile ilgili nakli konulara akılcı yaklaşımından ve doğruları savunmada gösterdiği cesaretten dolayı kendine muhtemeldir ki örnek aldığı İmamı Maturidi onun ameli akılcılığını itikadi cepheye taşıyıp geliştirerek,  mensubu bulunduğu  Türk toplumunun gerçekçi ve sorgulayıcı ruhuna cevap verecek hale dönüştürdü.
 
İlim adamı sorumluluğuna vakıf bir insan olarak Samanoğulları yönetimi altında yaşayan İmamı Matüridi’nin aynı muhtemel idolü İmamı Azam gibi  mevcut yönetim ile arasının iyi olmadığı, uygun görmediği hususlarda itirazını dile getirdiği ve resmi görev üstlenmediği bilinmektedir. Sözgelimi İmam Maturidi, dönemin yöneticileri tarafından kullanılan “şehinşah, yeryüzünün sultanı” gibi ünvanlara karşı çıkmış ve yöneticilerin bu unvanlarla Cuma hutbelerinde zikredilmelerini eleştirmiştir. Bu açıdan kendisinin ve hocası gibi çileli bir hayatı olmuştur. Bu akılcı görüş sahiplerinin iktidar için ne kadar haz edilmeyen hatta nefret edilen insanlar olduklarını gösteren en güzel kanıttır. Oysa yazımın başka yerinde değindiğim gibi  çağdaşı olan gerek İmamı Eş’ari gerekse onun görüşlerini ve dünya gailesi yerine tasavvufu savunan İmam Gazali bulundukları Abbasi yönetiminde hiçbir baskı görmedikleri gibi aksine iktidarca iltifat ve taltiflere layık görülmüşlerdir. Bu yönden incelendiğinde İmamı Azam ve İmamı Maturidi’nin kararları sorguladığı, iktidarın uygulamalarını Allah’ın takdiri sonucunda gerçekleştiği tezini kabul etmeyip, karşı çıktıkları görülecektir. Bu bağlamda din adamları olarak uhrevi hayatın yönetimin haksız uygulamalarına cevaz verecek ve hatta destekleyecek konuma gelmesine kesinlikle kabul etmemişlerdir. Bulundukları devletlerin teokratik yapılarını tanımayan bu din adamları hayatları boyunca sıkıntı ve eziyet çekmiştir.
 
Arap dünyasının Eş’ariliği terciğine neden olan etmenleri hususunda, daha iyi anlaşılması hususunda  yapmış olduğumuz sosyolojik tahlilin bir benzerini de Matüridiliğin yayılmış olduğu coğrafyada yaşayanlar  yani Türkler için yapalım. Türkler niye Maturilik mezhebine, Eş’ariliğe nispeten daha çok intisap etmişlerdir.
 
Türkler Sibirya ve Türkistan steplerinde görülmeye başladıkları dönemden itibaren bulundukları yaşam şartlarının gerçekçiliği ile yüzleşmişlerdi. Gerek iklim koşullarının zorluğu gerek ise bu ortamdaki yaşam kaynaklarının kıtlığı yüzünden bunların paylaşımı hususunda yaşanılan savaşlar coğrafya insanını mistik düşünmeye ve doğaüstü kavramlara aşırı meyil vermesini engellemişti. Onun içinde Türk sözlü kültüründe  mucizevi veya tabiat üstü olayları görülmediği gibi daha çok kahramanlık destanlarına yer verilmiştir. Buna sebeplerden biride yerleşik yaşam tarzında oluşan ve toplumun yönetilmesi için olmazsa olmaz olan sınıflı toplum yapısının olmamasıdır. Oysa Türkler kolektif hareket eden ve görev paylaşımı genlerine işlenmiş bir toplum yapısı içermekteydi. Teokratik bir yönetim Türklere tersti idare genelin, beylerin reyini almalıydı. Meşruiyet milleti oluşturan boyların onayından geçer ondan sonra ise biat ve itaat gelirdi. Bir diğer önemli unsurda Türklerin göçer olmasından dolayı birçok farklı dil, din ve kültür mensubu milletler ile karşılaşmaları, hayat tarzları, kültürleri ve inanışları hakkında bilgi sahibi olmanın onların yetkinliğe ulaşmasına neden olmuş olmasıdır.
 
Böyle bir milletin tabi ki itikat algısı tarihsel süreç içinde Türklerden daha önce yerleşik hayata geçmiş olan kültürel, ekonomik ve sosyal olayları algılayışı  Araplara göre daha farklı  olacağı bir gerçekti. Türkistan’da İslamiyet’in hızla yayılması sürecinde Türkler ile tanışma imkanı bulan Arapların  Türklere öğrettiği İslam dini hakkında ki ameli bilgiler dışında önerdikleri dünyevi hayatları içinde gerekli olan itikadi bilgiler yetersiz gelmekte ve tatmin etmemekteydi.
 
Matüridî'ye göre dinin öğrenilmesinde "başvurulacak vasıtalar iki olup, biri nakil, diğeri de akıl'dır." 'Nakil'in başında Kur'an gelmektedir. Kur'an'dan dinin bilinmesi konusunda Matüridî'nin Selefiyye'den, Mutezile'den ve filozoflardandan ayrılan bir metodu vardır,   Filozoflar için gerçek akıl ile bilinir ve bulunur. Matüridî, Kur'an'ın tefsiri ile ilgili olarak bizlere bıraktığı Te'vilat ül-Kur'an adlı tefsir kitabında ilk defa dirayet metodu nu kullanmıştır. Ancak Matüridî bu Kur'an tefsirinde tefsir kelimesini değil, te'vil kelimesini kullanmıştır. O'na göre tefsir Allah'ın kelâmından murad edilen şey hakkında kesinlikle hüküm vermektir. Fakat te'vil, kelimenin (lafzın) ihtimallerinden birini tercih etmektir. Burada Allah'ı şahit gösterme ve kendi görüşlerini Allah'ın muradı gibi sanmaya yer yoktur. Temelde mutlaklık değil, izafilik (görecelik) söz konusudur.
 
Bu düşüncenin bütün Türkistan’a ve İslam dünyasının Kuzey yarım küresinde hızla yayılması sonucu aynı zamanda bilimsel çalışmalar yapan ve dünyanın varoluşu hususunda felsefi/bilimsel görüşler ileri süren bir çok bilim adamı kendi çalışmalarına cevaz verecek dini görüşe kavuşmuş oluyorlardı.  İslam tarihinin o kesiti incelendiğinde bilimsel araştırma ve buluşların en yoğun yapıldığı, en çok eserin verildiği dönem olduğu görülecektir. İslam dünyası her yönden altın çağını yaşamaktadır. Bu süreci Moğol istilası kesintiye uğrattı. Moğol istilası sonlandığında İslam dünyasında bu tür çalışmaların yapıldığı Türkistan’dan başka coğrafya kalmamıştır.
 
Türk coğrafyasının batıda ki kolu Oğuz Türklerinin kurduğu Selçuklu devleti Moğol istilası ile yıkılmış ülke beylikler arasında bölünmüştür. Bu beyliklerden en küçüğü  olarak Anadolu’nun batısında   bir uç beyliği olarak yerleşen  Osmanoğulları  komşu Bizans’ın çökmeye başlamasından istifade ederek topraklarını Avrupa içine doğru hızla büyüten bir devlet olmaya başlamışdı. İstanbul alınana kadar geçen bu süre zarfında  İslam algısı sürekli batıya göçen ve Yasevi tarikatının yedi öğretisine sıkı sıkıya bağlı olan ( Allaha iman, bilime saygı, kadına saygı, riyasız ibadet, emeğe değer ve yaratılmışa sevgi ) Türkmen aşiretlerinin sürekli onlara katılımıyla daha çok Türk sosyokültürel ve dini algılarının doyasıya yaşandığı bir iklim olmuştu. Orhan beyden itibaren Fatih Sultan Mehmed’e kadar İslami algı serbestiyesinin doyasıya yaşandığı görülmektedir. Bu rahat ortam ileriki dönemde imparatorluğa dönüşecek bir yapının daha sağlam bir temele oturmasını sağlayacaktır.
 
İstanbul’un fethi ile Osmanlı coğrafyasının ortasında küçük bir toprak parçası üzerinde oturan Bizans tarih sahnesinden silindi. Bizans aynı zamanda doğu Roma’nın da devamı olduğundan bir imparatorluk kimliği vardı. Fatih Sultan Mehmet hudutları neredeyse Bizans’ın güçlü dönemlerinde ki kadar genişlemiş olan Osmanlı devletinin yıkmış olduğu Doğu Roma’nın bakiyesine sahip çıkarak ülkesini imparatorluk çizgisine taşımayı amaçlamaktaydı. Rus tarihçi Plekhanov’un tespit ettiği gibi yer, zaman ve imkan buna müsaitti. Tabi ki bir imparatorluk ile devlet yapısı birbirinden farklıydı. Bu sebeple yeni bir yapılaşmaya, kurumlaşmaya gitmeye gerek vardı. Fatih Sultan Mehmet bu oluşum için kendine göre en ideal yönetim sistemi olarak Bizans teşkilat yapısını İslami değerler ile yapılandırarak gerçekleştirdi. Bu devletten imparatorluğa geçiş sürecinin sancılı olduğu bir gerçektir. Fatih Sultan Mehmet kuracağı imparatorluğun dini ve onun siyasi yansımasının nasıl olacağını belirlemeli ve devamı için belli kanunlar ile kayıt altına almak zorundaydı.
 
İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet kuracağı yeni imparatorluğunun bilimsel alt yapısının da kuvvetli olması gereğini biliyordu. Anadolu’da ki ve Timur imparatorluğunda ki bütün ilim adamlarını ülkesine davet etti. Davete icap edip gelenlere çok itibar gösterilip, taltif edildiler. Gelen alimlere   bizzat Fatih Sultan Mehmet tarafından kurulan Fatih medreselerinde ( Sahn-ı Seman ) eğitim verme imkanı tanınmıştı. O dönem İstanbul’un da genelde dört  türlü fikir üzerine tartışmalar doyasıya yapılıyor, ideal yöntemlerin tespitine çalışılıyordu. Bunlar;
 
 Meşşailik: Gerçeklik araştırmalarında Aristo’nun yolunu benimseyenler. Bunlara  Meşşai denirdi.İslam tarihinde bunların en gözde temsilcileri doğuda Farabi ve İbn_i Sina iken batıda İbn_i Rüşd ile İbn-i Bacce’dir.
 
Kelam: Yüce yaratıcının zatını, hallerini, sıfatlarını, başlangıç ve sonuç itibariyle mümkün şeylerin hallerini İslan kanunu üzere inceleyen bilim dalıdır. Bu husustaki ekeollerden biri Maturidilik diğeri Eş’arilikdir.
 
İşrakilik: Gerçeklik araştırmasında buhran ve nazarın yanı sıra daha çok sezgi ve müşahadeye yer veren görüştür.
 
Tasavvuf: İnsanın akıl yoluyla erişemeceğini düşünerek ilahî hakikatlere ve gayb alemine ait hakikatlere sezgiyle ulaşma yoludur.
 
Kendiside çok genç yaşta tahta geçerek hükümdar olmasına rağmen çok iyi bir eğitim almış olan sultan ülkesinin başkentinde ki bu ilmi hayattan ziyadesi ile memnun olmakta ve bu tür cemiyetlere katılmakta, görüşlerini belirtmekteydi.
 
Fatih dönemim incelendiğinde en güncel tartışma konusunun kelam konularını açıklamada veya yorumlamada akılcılığı öneren Maturidilik mezhebinin yaygın olarak yaşandığı ve o coğrafyada iktidar olan Timur imparatorluğu yöneticileri tarafından takdir gören Türkistan kökenli alimler ile genellikle   eğitimini Eşari ekolü üzerine almış Anadolu’lu Hanefi mezhebinden Türk alimler ile yine yakın Arap coğrafyasından gelmiş olan Arap kökenli alimlerin İmam Eş’ari ile onu  şiddetle savunmuş olan İmamı Gazali yanlılarının görüşleri arasında yaşanmakta olduğu dönemin kaynaklarında görülmektedir.Maturidilik ve Hoca Nasurettin Tusi görüşlerini savunan Türkistanlı alimler ki bunların en ileri gelenleri  Ali Kuşçu’dur. Eş’ari görüşü ile onu tasavvufla destekleyen İmam Gazali ile Fahreddin Razi’yi savunanan taraftan ileri çıkanlara ise  Hocezade Muslihiddin Mustafa örnek verilebilir.
 
 Bu iki ekolun hararetli kelam tartışmalarında bir süre sonra ağırlık Hoca Muslihiddin Mustafa’nın da etkisiyle Eşa’ari okuluna bağlı olan ve tasavvufu öneren İmamı Gazali’nin görüşü ağırlık kazanmıştır.  Bu süreçte medreselerde aklı ilimlerin temeli Maturidilik’ten gelen akli ilimlerin okutulmasına son verildi. İlmen Osmanlı’dan daha ileri olan ve Fatih Sultan Mehmed’in talebi ile İstanbul’a gelmiş olan Timur İmparatorluğu alimleri bu konuda uyarılarını sürekli olarak yaptılar fakat her hangi gelişme olmadı. Bir kısmı yine Türkistan’a döndüler, Ali Kuşçu gibi bir kısım alim  ise geldikleri coğrafya kadar Türk olan bu topraklarda kalmaya karar verdi. O dönem için de yetişmiş ve Maturidilik görüşüne hakim son kuşak Kanuni zamanına kadar geldi. Fakat ilmi sahada bir daha medreselerde etkin olamadılar. Böylelikle Fatih dönemine kadar gelen ilmi çalışmalar ve yükseliş Fatih Sultan Mehmet zamanında duraklamış Kanuni döneminde ise sonlanmıştır. Osmanlı tarihi incelendiğinde  Fatih’den sonra din üzerine verilen eserlerin dışında tıp, kimya, fizik, astronomi ve bunun gibi dallarda eser veren ilim adamı yok gibidir. Ne yazık ki bir daha 12. ve 13. yüzyıllarda olduğu kadar  İslam dünyasında hiç bir ilim ortamı  olmayacak sadece dini ve sosyal konulu eserler verilecektir.
 
Osmanlı ulemasının bu tercihi ileri ki süreçte Bizans’da ki gibi yönetimin kanatları altında ve onun kararları ile daima uzlaşmış bir din adamları sınıfı oluşmasına neden olmuştur. Osmanlı zayıfladıkça bu din adamları grubu devletin yönetimine aday olacak bir sınıf olarak siyasi olaylara karışmıştı.
 
Buraya kadar olanı mevcut tarihin yazdığıydı. Şimdi bütün tarihçilerin hayretle cevabını aradığı bir soru var. Nasıl oluyor da Fatih Sultan Mehmet gibi çok bilgili ve entelektüel biri  sonunda olumlu sonuç vermeyeceği belli olan, kendi toplum yapısına ters bir oluşuma göz yumarak  bir kırılmaya neden olmuştur?
 
Tabi ki Fatih ülkesi ve geleceği için böylesine önemli bir kararı bilim adamlarının tartışmasına bırakmayacak kadar akıllı bir insandı. Onun ileride böylesine bir karar alarak amelde İmamı Azamın görüşlerini kabul ederken itikadi mezhep seçiminde  Eş’ari görüşüne yaklaşarak amorf bir oluşuma gitmesinin bir sebebi olmalıydı.
 
Kanımca Fatih Sultan Mehmet’ i buna yönelten tek sebep tarihçilerimizin olaylara sadece oluşum olarak incelemesi ve onun altında yatması muhtemel endişeyi anlayamamış olmasıdır. Eş’arilik ile Maturidiliğin arasındaki kelam tartışmalarını dikkatle inceleyenler bir önemli bir hususu gözden kaçırmaktadır. Bu da devlet reisliğine ait meseleler kısmıdır. Bu iki görüş arasındaki farklardan çarpıcı olanları aşağıya alıyorum.
 
Seçim yolu ile devlet reisliği tevdi edilir ( Bu görüşü desteklemek için Hz. Ebubekir’in halife seçimi maksatlı toplanan sahabelerin reyini alarak seçilmesine atıfta bulunur), eğer iki kişiye devlet reisliği tevdi edildiyse, önce tayin olunmuş bulunan meşru reis olur, her ikisi de aynı zamanda tayin olunmuş ise, ikisininde riyaseti düşer bu takdirde ya onlardan biri veya başkası için seçim yapılır. Devlet reisinin günahtan korunmuş olması da şart değildir, adalet ve takvaya gelince bize göre kemalinin şartıdır. Hanefiyece günahkar olduğu bilinen bir  kişiye devlet reisliğinin tevdi edilmesi mekruh ise de hukuken meşrudur. Devlet reisi büyük günah işlerse bize göre azledilmeye layık olur ama kendiliğinden düşmez. ( Ama muhtemeldir ki devamında ısrarcı olmak hallini gerektirir, çünkü emanet makamdır.)
 
Yine bizce kavi kahraman  savunma  ve saldırı ilmine vakıf, kanunların hükümlerini yürütmeye muktedir olması şart olmaya yaraşır. Ve en önemlisi İmamı Matüridi’ye göre tefsir Allah'ın kelâmından murad edilen şey hakkında kesinlikle hüküm vermektir. Fakat te'vil, kelimenin (lafzın) ihtimallerinden birini tercih etmektir. Burada Allah'ı şahit gösterme ve kendi görüşlerini Allah'ın muradı gibi sanmaya yer yoktur. Temelde mutlaklık değil, izafilik (görecelik) söz konusudur. Bu açıdan ne yöneticileri nede yönetimlerin kutsallaştırılması mantıklıdır. Kulluk sadece Allah’a ait dir. Buna bir örnek vermek gerekirse köle pazarından alınmış bir kölenin sahibi sadece o kölenin üreticeği iş gücünü, emeğini satın almıştır. Allah katında kendisi ile kölesi arasında kulluk anlamında bir fark yoktur. Dolayısı böyle tehlikeli bir tanımlama  hiç bir kimse veya zümre için kullanılamaz.
 
Özellikle bu son hususu Fatih Sultan Mehmet için kurmayı düşündüğü ve Doğu Roma’dan Bizans’a geçen imparatorluğun Osmanlılarca sahiplenilmesi hususunda en tehlikeli kısmı içeriyordu. Kutsallığı olmayan veya arkasına alamayan bir iktidarın yüzlerce yıl sıhhatli bir şekilde devam etmesine imkan yoktu. Verilen ferdi kararların kusursuzluğu, kesinliği olduğu düşüncesi kabul edilemezdi ve onun içinde sorgulanmaya açıktı. Maturiyedilik gerek iktidar adayı seçiminde şartlar ileri sürüyor gerek ise saltanatın hakkını veremeyenlerin hallini kolaylaştırıyordu. Dolayısı ile günümüz demokratik yaklaşımına daha yakındı. O ise Bizans’da ki gibi tanrının yer üzerindeki gölgesi olarak anılmayı kendi ve sonrası gelen hükümdarlar için istemiş olmalıdır. Gerçi ileri ki dönemde iktidar olan Fatih Sultan Mehmet'in torunu Yavuz Sultan Selim'in bir kararına itiraz eden dönemin Şeyhülislamı Ebussud efendi " Yapılması şerren uygun olmayan emri talep eden hükümdara itaat olmaz." Fetvasını verse de gerçekte padişahın kendisini azledip yerine başka bir kimseyi getirmesi karşısında elinde ona karşı direnecek ne bir yetki ne de destek alabileceği bir kurum vardı.
 
Maturidilik devlet reisliği hususunda bu kadar hassas davranırken Eş’arilik bu konularda içinden çıkmış olduğu toplum ve dönemin ( Emevi, Abbasi ) anlayış seviyesinde beklentiler içindedir. Saltanatın babadan oğla geçmesinde sakınca görmez, reşidlik ve fazilet aramıyordu. Sadece Haşimi ailesinden gelmesine ve dini görevlerini layıkı ile yapan bir insanın imamiyete, reisliğe layık olabileceğini belirtmiştir. Ama bir hükümdarı en cezbeden düşüncesi. Bir hükümdar çok büyük günah işlese bile halli karışıklığa sebep olacağından ona müdahil olunmamasıdır. Çünkü en kötü yönetim yönetimsizlikten iyi olduğu görüşüdür. Bu görüş iktidar sahibini  sınırsız sorumlu konumuna taşıyor ve kararlarının tartışılmadan uygulanması telkinini yapıyordu. Ayrıca Eş’ari ekolune bağlı olan İmam Gazali’nin tasavvuf  kavramı bir imparatorluk için sınıf sisteminin yer alma zorunluluğu bulunduğundan tarikatların olması kaçınılmazdır. Bu sayede muhalefet odakları kontrol edilecek, sorunlu olanları kolaylıkla tespiti kolaylaşacaktır. Ama en önemlisi toplumun giddikçe tasavvufa kayışı ile halkın devleti yönetenlerin teokratik iktidarına bağı daha da kuvvetlenmesi sağlanacaktır.Bunun etkisi günümüze kadar gelmiş olup, hala bir çok Osmanlı padişahı veli ve evliya mertebesinde görülmekte olduğu malumdur. Osmanlı imparatorluğunun Müslüman vatandaşları yönetimi yaratıcı adına elinde tutan iktidarın yönlendirmesi ve teşviki ilede dünyevi davalar yerine daha çok uhrevi değerlere önem vereceklerdir. Bu sebeple toplum zamanla çağın ve dünyanın gerçeklerinden soyutlanacaktır.
 
Fatih’in kurumları kurup, yaptığı kanunlar ile şekillendirdiği bu yeni  İmparatorluk için tercih ettiği görüş ilerde Türk milletinin sosyolkültürel gelişimine çok büyük darbe vuracaktır. Bir süre sonra Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi dönüşü yanında getirdiği iki bin Arap kökenli ve Eş’ari ekolune sahip din alimi Osmanlı yönetim ve coğrafyasındaki dini algılayışını giddikçe  daraltacaktır. Sertleşen bu algı bindiği dalı kesme gibi kendinden olan ve Osmanlı beyliğinin neredeyse kuruluşundan bu yana onun savaş gücünün neredeyse tamamını teşkil eden Türmenlere karşı aşırı bir verdi. Bu süreç Osmanlı’yı kendisinin içinden çıktığı Oğuzlara / Türkmenlere yabancılaştırdı, hatta düşmanlaştırdı. Devletin zayıflaması ile beraber zayıflayan kurumların sistem gereği içinde yer almış olan devşirme kesim devlet kurucusu  asli unsura düşman, kindar kesildi.  İmparatorluğun sonunun gelmesinde bu dönmeler dini atmosferden ziyadesiyle istifade ederek, onu kendilerini savunmak ve menfaatlerini korumak için kullandılar.
 
Fatih döneminden itibaren Osmanlı imparatorluğunun gittikçe Bizans imparatorluğunun ile Muaviye devletinin yapısına benzediğine ve özellikle kurumların o dönem Arap kültür algılıyışına yaklaştığı görülür. Sözgelimi Fatih Sultan Mehmed’e kadar bütün Osmanlı bey ve padişahları İslam dininin verdiği ruhsat çerçevesinde dört eşden fazla nikah kıyamamış iken daha sonra bu rakam onaltı eşe ( Haseki, İkbal, Gözde ve Peykeler ) ve onlarca da cariyeye çıkmıştır. Bu harem yapısı altında kullanılan elemanların (Ak ve Kara harem ağaları) kısırlaştırılması ise dince yasak, men edilmiş bir uygulamaydı. Fatih Sultan Mehmed’in bizzat kaleme aldırdığı kanunnamesinde geçen “ Nizami alem ve mülki intizam için kardeş katli dahi vacibtir.” İfadesi günümüz tanımı ile suç işleyen kardeşin bile olsa ülke ve halkının bekası için cezalandırılmalıdır anlamında alınması halinde kabul edilebilirken, kendisinden sonra iktidara gelenler bunu konumlarını kuvvetlendirmek ve muhtemel muhalefeti ortadan kaldırmak için kullanmış bu yüzden  kundaktaki ve daha reşid bile olmamış çocukların anneleri ile beraber katledilmesine sebebiyet vermiş, böylelikle dinen büyük bir günaha, vebale girilmiştir. Yine bu dönemden önce   Hulafa’yı Raşidin adeti olarak Osmanlı yöneticileri kendilerini halktan soyutlamamışlar alçak duvarlı köşklerde oturmuşlardır. Bu Fatih ile değişmiş İstanbul alındıktan  sonra önce şimdiki İstanbul üniversitesinin bulunduğu yerde yapılan fakat sonra yanan eski saray ile daha sonra bunun yerine yapılan Topkapı sarayı ile yönetici sınıf kendini yüksek surlar ile halktan ayırmıştır. Son olarak bu döneme kadar beyler ve padişahlar bir oğuz geleneği olarak haftanın bir günü bizzat ayak divanına katılarak gerek devlet sorunlarını gerek ise halkın şikayetlerini dinler çözüm ararken, Fatih Sultan Mehmet ile bu da sonlanmıştır. Devlet yönetiminde rol alan Türk kökenliler hızla tasfiye edilmiş bunların yerine devşirmeler tercih edilmiştir.
 
 Başta Osmanlılar olmak üzere tüm Türkler ve Hanefî-Maturidî eksenindeki dinî yorumu benimseyen diğer müslümanlar için çok önemli olan bu eserlerin bugüne kadar neden gün yüzüne çıkarılmadığı hususu bugün hala bir tarihçimizin kafasını meşgul eden bir sorudur. Sünnî İslam yorumunun iki büyük itikadî mezhebinden biri olan Maturidîliğin fikir babası ve ilk üstadı olan İmamı Maturidi’nin çağdaşı İmam Ebu Eş’ariye göre kelam ve akaid üzerine daha çok eser vermesine rağmen görüşleri - yorumları özgür birey teolojisinin ne olması gerektiğini araştıran Cumhuriyetimizin başına kadar neden gündeme getirilmemiştir. Bunun tek nedeni kanımca okumuş olduğunuz yazımın içinde ifade edildiği gibi Maturidilik mezhebinin önerdiği ideal yönetim sisteminin Osmanlı ilim adamlarınca daha fazla tartışılmasının ve bunun sonucunda ortaya çıkacak itirazların alternatif yönetim talebine dönüşerek  iktidarlarını   sıkıntıya sokacağını düşünmüş olmalarıdır.
 
 
 

Kaynaklar:

 

- Maturidilik ve Akaidi   (El Bidaye Fi Usuli'd-Din)  Nureddin Es-Sabuni

- İslam Akaidi Sisteminde Gelişmeler  Prof. Dr. Yusuf Ziya Yörükan

- Fatih Dönemi Düşünce Hayatına Genel bir Bakış  Dç. Dr. Ahmet Kamil Cihan

- Maturidilik ile Eşariliğin Karşılaştırılması   İsmail Hakkı Küpçü

- Büyük Türk Alimi Maturidi   Dr. Ahmet Vehbi Ecer

- İhya-u Ulumid- Din   İmamı Gazali

- Bizansın Altınları   Michel Kaplan

- Mizan-ü Hak Fi İhtiyar- il Ehak   Katip Çelebi

- OsmanlıdaKarı Düşünce ve İdam Edilenler   Rıza Zelyut

- Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler   Ahmet Yaşar Ocak

- İslamın Sosyolojik Yorumu   Prof. Dr. Yumni Sezen

Editör: TE Bilişim