AB ile ilişkilerin bozulmasını sadece –Haçlı zihniyetine- bağlarsak yanılırız. 2010  yılına kadar bu ilişkiler gelişme yönünde seyretti. Türkiye, demokratikleşme ve AB standartları yönünde birçok düzenleme yaptı. Ama 2010 referandumundan sonra her şey tersine döndü. Vesayetten kurtulan AKP iktidarı AB’ye artık ihtiyacının kalmadığını düşünmeye başladı. İktidarı sürdürme adına temel hak ve özgürlükleri kısıtlayan düzenlemeler yaptı. Yargı bağımsızlığı yok edildi. Terörle mücadelede sempatizan ile militan ayrımı ortadan kaldırıldı. Bu düzenlemelere bir de AB’yi hedef alan,  hamaset dozu yüksek  nutuklar eklenince ipler iyice gerildi. Bu bakımdan mevcut durumdan sadece AB’yi sorumlu tutmak kolaycılıktır. AB yetkililerini hedef alan,sen kimsin diye başlayıp,  terbiyesiz gibi hakaretlerle biten konuşmaları hatırlayın. Bu üslupla  AB ile iyi  ilişkiler kurulabilir mi?  Düne kadar Papa da onunla görüşenler de Sn cumhurbaşkanının hedefindeydi. Papa sakızı ile kalabalıklar maniple edildi. Sonra ne oldu, Papa ile görüşmeyi en büyük cürüm olarak gören sn CB Papa ile görüşmek zorunda kaldı. A.Takan’ın iddiasına göre de bu görüşmeyi gerçekleştirebilmek için milyonlarca dolar harcandı. Hangisi doğruydu, elbette ki son tavır daha doğrudur.Dış politikada diplomatik bir dil yerine kimsenin kabullenemeyeceği ağır,aşağılayıcı bir dil kullanmak Türkiye’yi bugün çok haklı olduğu Afrin meselesinde bile yapayalnız bırakmıştır.

Ayrıca,son operasyon –ümmet merkezli- söylemlerin ne kadar hayali,ne kadar gerçek dışı olduğunu da gösteriyor. O ümmet içinde vatanımıza kast eden PYD/PKK terörüne karşı yürüttüğümüz operasyona destek verici  doğru dürüst bir ses çıkmamıştır. Aynı dine inanmakla elbette ki kardeşiz. İslam’ın bu kardeşliğe yüklediği bütün mükellefiyetler de kabulümüzdür. Lakin ümmet kavramına  siyasi bir misyon yüklemek hem o kavramı bağlamından çıkararak milli devletin parçalanmasına,toplumu bir arada tutan öteki bağların zedelenmesine yol açar, hem de yardımlaşma ruhunu yok eder.

 Bütün bu ümmetten AB’ye, AB’den milliyetçiliğe uzanan savruluşların arkasında,  iktidarda kalma hedefi vardır. Din sadece bu iktidarı tahkim eden araçlardan biridir. Gündemde tutulması da bu maksada matuftur. Oysa, İslam’a en büyük kötülük onu siyasi çıkarların bir aracı haline getirmektir.

Bu noktada AB’nin Türkiye’ye yönelik eleştirilerini de analiz etmekte fayda var. Bu eleştiriler içinde haksız, mesnetsiz hatta ön yargılı olanlar vardır. Ama bu eleştiriler içinde yüzde yüz doğru olanlar da vardır. AB, yargı bağımsızlığına,basın,yayın özgürlüğüne vurgu yapan eleştiriler yapıyor. Bu eleştirileri içeride aklını particilikle kaybetmeyen başkaları da yapıyor. Hadi AB ön yargılı,  ya aynı düşünceleri paylaşan,  halkın  yarısına ne diyeceksiniz?

Muhalif olan herkes bir şekilde susturuluyor. Neredeyse muhalefet yapan bir basın organı kalmadı. En son sabah ve ATV’nin sahibi Turkuvaz grubu,  ulusal yayın yapan birkaç radyo daha satın aldı. Büyük iş alan/verilen  müteahhitlere illerde birer TV almaları telkin ediliyor. Mahalli basın bile tekelleştiriliyor.İktidarda kalma uğruna neredeyse tahrip edilmedik kurum kalmadı. Bütün TV’lerin,gazetelerin,radyoların aynı şeyleri söylediği bir ülkede basın özgürlüğünden söz edilebilir mi? Vatandaş doğru bilgiye ulaşma imkanını kaybetti. İktidar koyduğu yasaklar ve manipülatif haberlerle ayakta kalıyor.Son on beş yılda kar hanemize yazılmış tek bir dış politika başarısı yok. Başarısızlık  toplumu susturarak örtbas ediliyor.

Batı ile ilişkilerde yeni bir söylem ve eylem biçiminin geliştirilmesi şarttır. Miting diliyle diplomasi yapılmaz. Her meseleyi sokağa taşımak, oy aracı yapmak görüldüğü gibi fayda getirmiyor. Siyasetin gerçekleri,sonunda hamaseti çöp tenekesine atıyor. Tıpkı Papa ve AB ile yeniden görüşmeye mecbur kalmak gibi. Onun için hamaset yerine her zaman  akıl  ve diplomasiyi tercih etmek lazım.