Ramazan geldi hoş geldi ama normal şartlarda güzellikler getirmesine rağmen biz onu niye fark edemiyoruz?

Fert fert her birimizin hayatında elbette bazı değişiklikler oluyor. Hal ve hareketlerimiz, yeme içme düzenimiz, yardımlaşma duygumuz diğer 11 aya göre farklılaşıyor. Manevi atmosferden payımıza düşeni almaya çalışıyoruz. Çalışıyoruz da, bir değil bin eksiklik, bin bir başkalık var! İftar sofraları bile dedikodu kaynatılan mekânlar oldu. Hele de çeşitli kurum ve kuruluşların millet kesesinden verdikleri iftarlara bir siyasi katılmışsa orası miting meydanına dönüyor ve atış serbest oluyor. Ben, bu uygulamanın dine aykırı olduğu ve sevaptan çok günaha zemin hazırladığı kanaatindeyim.

“Nerede eski bayramlar, nerede eski Ramazanlar?” klasik tekerlemesini her zamankinden çok söylesek yeridir. Saadet Partisi çok güzel ve anlamlı bir görselle bunun piyasa fiyatlarına yansımasını anlatarak 2018’in Ramazan ayındaki gıda fiyatları ile 2019’un karşılaştırmasını yaptı. Bir yılda bu fark olduğuna göre bir de daha eskileri düşünelim ve derdimize yanalım ama dert bir olaydı ağlamak kolaydı!

Dertler katar katar geliyor… İslam Âlemi baştan aşağı dökülüyor ve Müslümanlar giderek İslamiyet’ten uzaklaşıyor. Hoşgörü yok, ahlâki zafiyetler had safhada, iman zayıflıyor, hak, hukuk adalet rafa kalkmış durumda. Dünyada açlık çeken toplulukların çoğu Müslüman ama bir eli yağda bir eli balda olan bazı İslam ülkeleri seyrediyor. Mesela Suudi Arabistan başta olmak üzere petrol zengini Körfez ülkeleri en azından yanı başlarındaki Yemen’in sefaletinden adeta haz duyuyor ve üstüne üstlük bir de üzerlerine bomba yağdırıyorlar!

Peygamber Efendimiz Müslüman’ı kısaca şöyle tarif etmiştir: “Müslüman, elinden ve dilinden emin olunan kimsedir!” Yani Müslüman güvenilir kimse olmak zorundadır. Bu tarife göre kendimizden başlayarak çevremizdekileri, yöneticilerimizi ve baştanbaşa İslam ülkelerini bir gözden geçirirsek ne durumda olduğumuzu, bu tarifin neresinde bulunduğumuzu görürüz.

Cenazeye taziye için giden birini yumruklayıp hakaretler savurmak, bunları yapanları kınayıp cezalandırmak yerine “kahraman” ilan etmek İslami bir davranış değildir. Bir gazeteciyi, vazife dönüşü gecenin bir saatinde hem de evine gireceği sırada öldüresiye dövdürmenin dinde, törede, ahlâk ve namusta hiçbir yeri ve gerekçesi olmaz, olamaz. “Dövülenin hayati tehlikesi yok” gibi saçma ötesi bir gerekçe ile dövenlerin serbest bırakılması ise bu tür fiillere azmettirenlere ve uygulayanlara ballı börekli bir teşvik, bir ödül değil de nedir?

Başka bir dert de ihale düzeni… Adam kayırmak, devlet ihalelerini eşe dosta peşkeş çekmek, eskilerin deyimi ile “Sadakayı saraydan dışarı çıkarmamak” insani, ahlâki, İslami değildir. Belediyeler, bütçelerini vakıf ve derneklere dağıtmak için değil, kendi beldelerine en iyi hizmeti verebilmek için kurulmuşlardır. Vatandaşın ayağının taşa değmemesi, sağlıklı içme suyu temini, çevre düzeni gibi işler ahbabı zengin etmekten daha önemlidir.

Yöneticiler ve özellikle hâkimler adil olmak zorundadırlar ama yaşanan örneklerde buna tam uyulmadığı görülmekte, böyle bir kanaatin oluşmasına zemin hazırlanmaktadır. Yoksa onlar, “Biz Kıyamet günü öyle doğru, öyle hassas teraziler kuracağız ki, kimse en küçük bir haksızlığa uğramayacak. Hardal tanesi kadar bile olsa iyi ve kötü herkesin yaptığını bu teraziye koyacağız. Hesap görmek için o gün biz tek başımıza yeteriz” (Enbiya, 47) ilahi hükmüne muhatap olmayacaklarını mı sanıyorlar?

Suçta, suçluda, kanun ve nizamlara aykırılıkta “Sendense tu – kaka, bendense oh ne âlâ” demenin hiçbir kitapta yeri yoktur. Gel de şimdi Ziya Paşa’yı hatırlama: “Kâdı ola da’vâcı vü muhzır (mübaşir) dahî şâhid/Ol mahkemenin hükmüne derler mi adâlet?”

Adalet kurumu erk sahiplerine hoş gelecek kararlar alamayacağı gibi Diyanet İşleri Başkanlığı da o yönde fetva veremez ya da haksızlık olduğunda sessiz kalamaz. Ancak ne yazık ki pek çok değerimiz ve güven yitiren kurumumuz gibi bu iki müessese de giderek gözden düşmektedir. Halkın içinde yaşadığımız için buna şahit oluyoruz. Kaldı ki yapılan ilmi araştırmalar da bunu ortaya koyuyor. Birkaç hafta önce, İlahiyat kökenli olduğunu sandığım bir araştırmacı, yaptıkları güven araştırması hakkında konuşurken, “Evinizden ayrılacağınızda çocuklarınızı aşağıdakilerden kime emanet edersiniz diye maddeleri sıralayıp sormuştuk. Din adamları/imamlar sonuncu sıralarda çıktı. Oysa aynı soru yıllar önce Özal zamanında da sorulmuş ve din adamları birinci sırada çıkmış!” Bu ne kadar acıdır, üzücüdür. Aklımızı başımıza alıp kendimize gelmemiz için bundan daha somut bir veri olabilir mi?

Allah’ın koyduğu kurallar ve adilce hazırlanan insani kanunlar lastik gibi oraya buraya çekilip keyfi uygulamalar yapılırsa bunun vebalinden kimse kurtulamaz. Değilse yapılan düpedüz münafıklık olur ki, Peygamberimiz münafıklığı da şöyle tarif etmiştir: “Münafığın alâmeti üçtür: Söz söylediği zaman yalan söyler. Söz verdiğinde sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyanet eder.”

Siyasi anlayışlar ve bu konudaki peşin kabuller insanlığı felakete götüren en büyük hususlardan biridir. Müslüman sorgulamak zorundadır. “O yapıyorsa doğrudur” ya da “Bir bildiği vardır” denilerek işin içinden çıkılamaz ve bu anlayış kimseyi kurtarmaz. Yüce Allah, İsra Suresi 72. Ayette şöyle buyuruyor: “Bir kimse bu dünyada gerçeklere karşı kör ise Ahirette de kördür, Cennet yüzü görmeyecektir. Üstelik o, yol bulma konusunda körden daha şaşkın bir halde olacaktır!”

Yaratıcımız böylece sözün en güzelini söyleyip ikazın en tesirlisini yaptığına göre başka söze gerek yok sanırım.