Referandum sonrası belirsizliğin kalkmasıyla birlikte, yurtiçi piyasalarda yurtdışı etkisiyle de bir bahar rahatlığı yaşanıyor.

Önceki yazılarımda vurguladığım üzere ki;  benim tezime göre, 2017 Haziran ayında FED faiz arttırımına gider ve bu durum neticesinde emerging markets (gelişen piyasalara) yaratacağı etkiyle piyasalarda gerilme daha da artar ve gelişen piyasalardaki ekonomik kriz daha da kaçınılmaz hale gelir.

Uzun süredir bizim gibi cari açık sorunu olan gelişen piyasalarda müthiş bir gerilme var, bu gergin durumun aniden kırılma sürecine girmesine, her geçen gün daha da yaklaşılıyor.

Üçüncü çeyrek, yani Temmuz 2017’den itibaren her an piyasalarda kırılma ile sert bir türbülansın  yaşanacağı uyarısında bulunduğumu hatırlıyorsunuz.

Bunu hafif atlatırsak son çeyrek yani Ekim 2017’den itibaren sertlik derecesi daha da artar.

Yani müstakbel kriz ne kadar gecikirse, o kadar sert olur.

Bu ekonomik kırılma Sn. Erdoğan’ın da karizmasını zedeleyeceğinden dolayı, ekonomi danışmanlarının kurduğu varlık fonu projesi vasıtasıyla sert bir türbülans durumunda müdahaleye hazırlanıyorlar.

Piyasalara yapılacak direkt müdahale, eğer ABD Ekonomisinde olsaydı buna kimse itiraz etmezdi.

Çünkü ABD merkez bankası FED’in piyasaya müdahale edecek bir çok enstrümanı var, en önemlisi dünya çapında rezerv para olan USD basıp emisyon hacmini genişletme yetkisi var.

Ayrıca ABD’nin krizleri tolere edecek büyük bir ticaret hacmi ve güçlü global şirketleri var.

Fakat bizim gibi piyasalara ani kriz anında yaşanacak sermaye çıkışı türevsel araçlarla birlikte kaldıraç vazifesi göreceğinden, piyasalara müdahale hem yeterli gelmeyebilir hem de müdahale sonucu yaşanan panik nedeniyle sermaye çıkışı daha da körüklenebilir.

Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası’nın rezerv para olan Amerikan Doları basma yetkisi de olmadığından, piyasaya dışarıdan borç alarak ya da varlık fonundaki şirketleri ipotek göstererek sağlayacağı kaynakla müdahale daha da ters sonuçlar verecektir.

Türkiye ekonomisindeki  yapısal sorunlar devam ettiği sürece yurtdışı sermaye giriş ve çıkışlarına bağlı bu krizsel döngüsü bitmeyecektir.

Türkiye’nin dış borcu devlet güvenceli özel sektör üzerinden katlanarak devam etmektedir.

Türkiye nihai ürün üretememektedir.

Özellikle son 10 yılda Türkiye büyük bir tüketim yarımadası haline getirilmiştir.

Bu koşullara rağmen, referandum sonrası  yeni bir siyasal sistem hayata geçirilerek siyasette yapısal değişim planlanmaktadır, oysa ki; üretim ekonomisine geçilemediğinden dolayı siyasal yapının değişmesiyle bu durum aşılamaz.

Bu ekonomik durum mevcut siyasal erkin kendi tercihiydi, kimse onlara bunu zorla yaptırmadı.

Yurtdışı kaynak destekçileri ile birlikte koordineli şekilde bu ekonomik model üzerinde ısrar edildi.

Eski siyasi yapının zorlaması, yani “Eski Türkiye” nedeniyle de bu duruma gelinmedi.

İktidar herşeyi tek başına yurtdışı kaynak destekçileriyle birlikte koordineli yaptı.

Ekonomik modeller siyasetçilerin tercihleridir.

Cari açık nedeniyle faiz enstrümanı üzerinden yabancı sermaye girişleriyle kolay olanı tercih eder, artan ithalattan vergi alırsın.

Ya da zor olanı tercih edip, üretim ekonomisine geçerek uluslararası marka yaratmaya gider, ihracatı arttırıp hem istihdam hem de tamamen yerli kaynak yaratırsın.

Türkiye’de kolay olanı tercih eden siyasetçiler nedense çok prim yapmıştır, ama bunun götürüsü ülkenin geleceğinden çalmaktır.