~~Yanlış hatırlamıyorsam 1996’nın sonbahar aylarıydı. Ankara’da, Meclis’e uğradım. Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu ana binadaki büyük odayı kullanmaya başlamıştı.
Odadaki geniş bekleme bölümüne girdim, alışılmadık bir şekilde bekleyen kimse yoktu. İki dönem sekreterliğini yapan Huriye Hanıma, yerinde olmadığını düşünerek, “Başkan yok mu?” diye sordum, “Burada” dedi.
Kapıya yönelip “Yanında kimse var mı?” dedim, “Doğan Güreş var” dedi gülümseyerek. Elim kapı kolunda, elektrik çarpmışçasına öylece kaldım…

* * * * *
Yavuz Turgul’un 2010 yapımı Av Mevsimi filmi, şu cümlelerle başlar:
“…Tek bir noktadan bakarsanız tek bir şey görürsünüz. O gördüğünüz şey sizi sonuca götürecek şey midir, yoksa gerçekle aranıza giren bir engel midir?”
“…Baktığın yerden işin içinden çıkamıyorsun, çıkmaz sokak… Ne yapacağız?”
“…Bakış açımızı değiştireceğiz, kendimize bir aralık bulacağız ve gerçeği görebilmek için oradan bakacağız.”

* * * * *
14 Ekim 2104’te, aynı gün vefat eden Hüseyin Üzmez ve Doğan Güreş’in isimlerini ilk kez duymam aşağı yukarı 90’lı yılların başlarına denk geliyor.
Körfez Savaşı sürecinde, Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay emekliliğini istemiş, yerine uzun boylu, sert görünümlü ve tavırlı, karizmatik, sıra dışı bir subay olan Kara Kuvvetleri Komutanı Doğan Güreş atanmıştı.

* * * * *
O yıllarda üniversite öğrencisiydim. Sadece üniversitelerde değil, ülkenin her yanında İslamcılık büyük bir ivmeyle yükseliyordu. Sayısını tespit etmenin mümkün olmadığı “İslamcı” gruplar, bunlara ait gazeteler dergiler, dernekler, vakıflar ortaya çıkıyor, oluşan atmosfer, başta siyaset gündemi olmak üzere, toplumsal hayatı bütünüyle etkiliyordu.
12 Eylül, üzerinden 10 yılı aşkın zaman geçmiş olmasına rağmen unutulmamıştı. Siyasal İslam yükselirken, “askerin siyasete 10 yılda bir müdahalesi” klişesi daha sık telaffuz ediliyor, asker, siyasete dair her konuşmanın en önemli öznesi olmaya devam ediyordu.
Biz o yıllarda, kendimizce, Türkiye’nin en önemli siyasi gruplarından birinin mensupları, yöneticileriydik. Delice ve derme çatma bir telaşla, bir yandan hayalini kurduğumuz dünyayı inşa etmeye uğraştığımızı zannediyor, diğer yandan kuşkulu ve tedirgin gözlerle, muhtemel ve müstakbel muhatabımız Doğan Güreş’ takip etmeye çalışıyorduk.

* * * * *
Tam o zamanlarda, arkadaşlar bir hazine keşfetmişçesine “Şu Bizimkiler” adlı bir roman getirdiler. Ahmet Emin Yalman suikastı etrafında dönen otobiyografik hatıratın, olağanüstü anlatım dili dışında en dikkat çeken özelliği, bu davada yargılanan, 50’li yıllardan itibaren İslamcı kesimin önemli isimleri olan Necip Fazıl, Osman Yüksel, Said-i Nursi gibi pek çok kişinin cezaevi günlerine ve gündelik hayatlarına dair çok sayıda anekdotu içermesiydi. Kitabın yazarı, Ahmet Emin Yalman’ın yaralamaktan hüküm giyen, sayısız insanı kendiyle birlikte cezaevine sürükleyen Hüseyin Üzmez’di.
Mizahi bir üslupta yazılmış olan kitabı bir solukta okudum. Çok etkileyici bir kitaptı. Fakat bir tuhaflık vardı. Tuhaflık, kendim de dâhil olmak üzere, kitabı okuyan herkeste, Said-i Nursi müstesna, başta Necip Fazıl ve Osman Yüksel olmak üzere, kitapta adı geçen herkesin, dengesiz, zaaflarla dolu, hatta pek makbul olmayan insanlar olmasıyla ilgili kanaatler oluşmasıydı.

* * * * *
Türkiye’deki çok parçalı siyasi yapı, İslamcı - laik gerilimi gölgesinde, peş peşe siyaset ve hükümet krizleri yaşarken, 1994 yılında Rusya’nın Çeçenistan’ı işgali başladı.
İstanbul’da, hem o tarihlerde günlük olarak çıkan Gündüz gazetesinin İstanbul temsilciliğini yapıyor, hem de Hasan Basri Arıcı’nın başkanı olduğu İstanbul Nizam-ı Âlem Ocaklarının yönetiminde yer alıyordum.
Rusların Çeçenistan’daki katliamlarına sessiz kaldığını düşündüğümüz o günkü hükümet üzerinde kamuoyu baskısı oluşturma amacıyla, İstanbul’da protesto eylemleri başlattık. Eylemler tahminimizin çok üzerinde büyük ses getirdi ve dalga dalga tüm yurda yayılmaya başladı.
Siyasette gerilim de gün geçtikçe yükseliyordu. Artık ihtilal ihtimali yüksek sesle konuşulmaya başlamıştı. İstanbul’da, öğle saatlerinde yaptığımız Çeçenistan eylemlerini akşam televizyonda seyrederken şakayla karışık, “Doğan Güreş ihtilal yaparsa bu görüntüler, huzur ve güven ortamını bozmamızın delili olur mu?” diye konuşup gülüyorduk.

* * * * *
Doğan Güreş, Genelkurmay Başkanlığından emekli oldu ve görevini İsmail Hakkı Karadayı’ya devretti. Kısa bir süre sonra Doğruyol Partisinden milletvekili adayı olup, Kilis’ten Meclis’e girdi.
Doğan Güreş’in milletvekili olması, laiklikle ilgili endişelerini dile getirip, askerin siyasetin üzerinde kalmasının ve siyasete müdahalesinin şart olduğunu sık sık dile getiren kesimlerin büyük tepkisine sebep oldu. Müdahale, bu kesimlerce Doğan Güreş’ten bekleniyordu.
Sonrasında o dönemde hızla artan özel televizyonlarda, hatta mizah programlarında acımasızca eleştirildi, küçük düşürücü taklitleri yapıldı. DYP’nin Refah Partisiyle koalisyon kurmasının ardından ise Kahramanmaraş’ta bulunan Doğan Güreş Kışlasından ismi silindi.
Hüseyin Üzmez ise kısa bir sürede özel televizyonlardaki tartışma programlarının, İslamcılar adına konuşan önemli figürlerinden biri haline gelmişti.

* * * * *
1996 yılının başlarında Ankara’da yaşamaya başladım. Henüz 25 yaşındaydım ve o günlerde Meclis’e ANAP listesinden giren Büyük Birlik Partisi’nin basın müşaviri ve Muhsin Yazıcıoğlu’nun danışmanı olmuştum.
Benim o görevde olduğum süreçte sayısız hükümet krizi ve sonrasında 28 Şubat yaşandı. Esasında “Nereye düştüm?” şaşkınlığıyla etrafına bakınan ve hiçbir şey göremeyen, olan biteni anlamaya çalışıp başaramayan bir şaşkından başka bir şey değildim. Buna rağmen, durduğum yer itibariyle, önemli önemsiz, lüzumlu lüzumsuz sayısız hadise, gelişme ve görüşmenin şahidi oldum.
Sanırım çoğu benimle mezara gidecek. Ama iki küçük hatırayı paylaşmanın bir zararı olmaz herhalde…

* * * * *
Hüseyin Üzmez’le, Ankara’da, çok sık olmamakla birlikte karşılaşmaya başlamıştık. Artık, televizyonları saran ve her gün yayınlanan tartışma programlarının yıldızıydı. İslamcılar adına konuşuyor, en sert, en sarsıcı konuşmaları o yapıyordu.
İlk günden gözüm tutmamıştı aslında. Kendimce çok sayıda sebebi vardı.
Birincisi daha ilk karşılaşmamızda beni “Vay benim kahraman kardeşim” diye karşılaması, yalandan yere bir sürü iltifat etmesiydi.
Diğeri muhafazakâr sayılmayacak insanları bile rahatsız edecek çirkin konuşma üslubuydu.
Diğeri, gerçek ya da yalan, o günlerde “laik” cephenin liderlerinden olan Yekta Güngör Özden’le, ailece ev ziyaretlerine varan yakınlığı olduğunu söylemesiydi.
Diğeri herkesin “büyük” bir şehir zannettiği “küçük” Ankara’da, herkesin dilinde olan ahlaki defolarıydı. 65 yaşlarındaydı, üniversite öğrencisi bir kızla ilişkisi konuşuluyordu, sonrasında eşinden boşandı, üniversite öğrencisi kızın intihar ettiği söylendi.
Diğeri, Ankara’da siyasetle ilgisi olanların yakından tanıdığı, işleri güçleri olmayan, emekli olduktan sonra “bari memleketi kurtaralım” diye tüm siyasi partileri gezip çene çalacak adam arayan emekli teyzelerin, aynı maksatla gittikleri Hasan Celal Güzel’in ‘uğur böceği’ partisinde genel başkan yardımcısı Üzmez’in elinden zor kurtulduklarını her yerde anlatmalarıydı.
Bir sürü, bunun gibi binlerce sebep…

* * * * *
28 Şubat’a giden sürecin en cafcaflı zamanlarıydı. Yoğun ve kalabalık geçen bir günün akşamında, BBP Genel Merkezinde, Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun odasında, çıkmak üzere ayakta duruyorduk. Özel kalem, Hüseyin Üzmez’in geldiğini söyledi. Yanında 50 yaşlarında sakallı, takkeli, sevimli, temiz yüzlü ufak tefek iki kişiyle içeri girdiler.
“Başkanım, arkadaşlar sizle çok tanışmak istiyorlardı, onları getirdim” dedi. Çıkmak üzere olduğumuzu görünce oturmadılar, Başkan, yanındakilere “Hoşgeldiniz” dedi.
Üzmez, laf olsun diye “Başkanım, ne olacak bu başörtüsü mevzusu?” diye sordu.
Yazıcıoğlu da kısaca, gün içinde Erkan Mumcu’nun aradığını, Anavatan Partisi olarak bir teklif hazırladıklarını ilettiğini, devletle işi olanları, devlet adına “hizmet veren” kamu görevlileri ve devletten “hizmet alan” vatandaşlar olarak ayırmak istediklerini, hizmet alanların herhangi bir sınırlamaya tabi tutulmamaları için düzenleme yapmaya çalıştıklarını, bu şekilde o günlerde çok tartışılan, askeri hastanelere “başörtülü hasta alınmaması” ve üniversitelerden “eğitim hizmeti alan” başörtülü öğrencilerin problemlerini çözmeye çalışacaklarını söylediğini anlattı.
Hüseyin Üzmez gözlerini tavana dikti, bir slogan bulmaya çalışıyormuş gibi, “Hmmm… Hizmet alan – hizmet veren bunu diyen g.tveren” deyip sırıtmaya başladı.
Oda buz gibi olmuştu. Üzmez’in yanındakiler “Başkanım çok memnun olduk, bize müsaade” deyip Hüseyin Üzmez’in koluna girdiler, apar topar odadan çıktılar.
Göz göze geldik, ikimizde de iğrenmiş bir ifade vardı, o birkaç saniyede sanırım ikimiz de Müslümanların sık sık içine düştüğü pespayeliği ve bunun sebeplerini düşünüyorduk.
Üzmez’i o günden sonra hiç görmedim.

* * * * *
Av Mevsimi filminde sıkça geçen “Tek bir noktadan bakarsanız tek bir şey görürsünüz” cümlesinden bahsetmiştim, hayatımın önemli bir kısmının, tek bir noktadan bakıp hiçbir şey görememekle geçtiğini düşünürüm.
Meclis’te, Muhsin Yazıcıoğlu’nun odasının bekleme kısmında, aynı kör açıda oturduğum 20 dakika içinde, karmakarışık, sonradan hiçbir anlamı olmadığını fark ettiğim binlerce şey düşündüm. Asker, siyaset, ihtilal, derin devlet, Ülkücü Hareket, biz, terör, irtica, laiklik, binlerce şey…
20 dakika sonra Huriye Hanım’ın telefonu çaldı, bana dönüp “Başkan çağırıyor” dedi. Kapıyı tıklatıp içeri girdim, yanında kimse yoktu, anlaşılan Doğan Güreş koridora bakan kapıdan çıkıp gitmişti.
“Senin karnın açtır, hadi yemek ısmarlayayım” dedi. Koridora bakan kapıdan çıktık, birlikte ana binanın yemekhanesine doğru yürümeye başladık, havadan sudan bir şeyler sordu, kesik kesik cevaplar verdim.
Oturduk, aklıma başka hiçbir şey gelmiyordu, servis yapılırken, “Başkanım, kusura bakmayın ama sormazsam meraktan öleceğim…” dedim.
“Hayırdır?” dedi gülerek.
“Doğan Güreş niye gelmiş ki?” diye sordum.
“Size teşekküre gelmiş…”
“???”
O gün bütün salaklığım üzerimdeydi, “Nasıl?” dedim saf saf…
O her yeri aydınlatan gülümsemesiyle, anlatmaya başladı:
“Doğan Paşa Çeçen kökenli, biraz bölgede olanlardan, daha çok sizin İstanbul’da yaptığınız eylemlerden bahsetti. ‘Çocuklarla hep gurur duydum, hep yanlarında olmak istedim, görevdeyken sık sık, keşke üzerimde üniformam olmasaydı da aralarında olsaydım diye düşünüyordum, onlar adına size teşekkür etmeye geldim’ dedi”

* * * * *
Bu yazıyı yazmadan önce çok düşündüm.
Yaşadığım iki küçük ayrıntıyı anlatmaya gerek var mıydı? Belki yoktu… Eğer hayatımda hiç karşılaşmadığım Doğan Güreş Paşaya karşı, hiç hak etmediği o ağır haksızlıklar yapılmasaydı, Hüseyin Üzmez ekran ışıkları arasında, kısa süreliğine de olsa milyonlarca kişinin rol modeli haline dönüşmeseydi aklımın ucundan bile geçmezdi.
Peki, size de sorayım, etrafınıza hiç bakıyor musunuz? Sizce de bakış açımızda bir problem, bir yanlışlık yok mu? Neye değer veriyoruz, neye düşman oluyoruz, neye vefa gösterip neye haksızlık yapıyoruz hiç düşündünüz mü?
Üzmez, hapse düşmesine sebep olan rezalet ortaya çıkmasa, karıştığı çirkinliklere, sebep olduğu pespayeliklere, mahvettiği sayısız hayata rağmen, Türkiye’nin en havalı, en itibarlı ‘fikir’ adamlarından biri olarak belki bugün hâlâ aramızda dolaşıyor olacaktı. Muhtemelen iktidarın gönüllü sözcülerinden biri olarak onu her gün televizyonlarda ağzımız açık izliyor olacaktık.

* * * * *
İkisi arasında bir kıyaslama yapmaktan Allah’a sığınırım, tek benzerlikleri vefat ettikleri gün olsun… Aynı gün, 14 Ekim 2104 Salı günü vefat eden Doğan Güreş, sessiz, sedasız, sade bir törenle son yolculuğuna uğurlandı.
Bütün bir ömrünü milletine hizmetle geçiren, Türk Ordusunun, ahlaklı, şerefli, yiğit, kahraman subayının, komutanının arkasından iki satır bile yazılmadı.

* * * * *
O gün, 1996 yılının o soğuk sonbahar günü, Muhsin Yazıcıoğlu’nun şahsında bize teşekkür etmişti, ben de arkadaşlarım adına, milletine hizmetle geçirdiği bir ömür için, taşıdığı bayrağa ve üniformaya hayatı boyunca leke sürdürmediği için ona teşekkür ediyorum.

Allah rahmet eylesin.

 

e-mail  : [email protected]


twitter : @AhmetUzun001

Editör: TE Bilişim