Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı da bugünkü köşesine AKP - Cemaat gerginliğini ve Mehmet Baransu'yu taşıdı. Dumanlı'nın yazısı şu şekilde:

     İNSAF!

Lütfen derin bir nefes alın ve çok kısa bir zaman dilimine doğru seyahat edin.

‘AK Parti-cemaat kavgası’ adına ne hatırlıyorsunuz? Durumun net anlaşılabilmesi için kısa bir not: Fethullah Gülen Hocaefendi aniden rahatsızlanmış, ambulansla hastaneye kaldırılmıştı. Tam o gün Hocaefendi’yi ziyaret ettiğim için aynen şöyle yazmışım: “İlk arayanlardan biri Başbakan Tayyip Erdoğan’dı. Zarif bir ses tonuyla ‘geçmiş olsun’ dileklerinde bulundu. Hocaefendi de aynı zarafetle Sayın Başbakan’ın hatırını sordu, ‘Zahmet buyurdunuz...’ dedi. Söz sırası dualaşmaya gelmişti. İkisi de hem dua istedi birbirinden, hem dua ettiler birbirlerine. Görülmeye, duyulmaya, düşünmeye değer bir tabloydu. Uzaktan bu manzarayı izleyebilseydiniz, eminim, ‘Yahu işgüzarlar! Artık aradan çekilin ki fitne ateşi sönsün!’ diyecektiniz. Öyle samimi, öyle halisane bir iletişim vardı ortada...”

O GÜNKÜ HAVA BERRAKTI

Bu tablodan hemen sonra Hocaefendi, iki sayfalık bir ilan yayınlamış, kendisine geçmiş olsun dileklerinde bulunan devlet adamlarına, siyasetçilere, iş dünyasına ve medya mensuplarına teşekkür etmişti. O teşekkür belgesinde en göze çarpan kişi, hiç kuşkusuz Sayın Başbakan’dı. O günkü hava o kadar berrak, o kadar duruydu. Peki ne oldu da her şey bir anda altüst oldu?

Dershanelerin kapatılmasına matuf bir taslak ortaya çıktı. Allah şahittir ki bu taslağın tadil edilmesini çok arzu ettik. İlk gün birileri çıktı ‘haber yalan’ dedi. Keşke yalan olsaydı da fitne ateşi büyümeseydi! Taslağa yalan diyen yetkili ağızlar konuştukça mesele daha net anlaşıldı ki karşımızda vahim bir durum var. Hükümet içindeki yetkili organların dahi bilmediği, sektördeki paydaşların fikrinin alınmadığı bu hazırlığın demokrasi ve hukuk devleti ilkeleriyle telif edilmesi mümkün değildi."

DERSHANE KAPATMAK ANAYASAYA AYKIRI

Kanun zoruyla dershanelerin kapatılmasına karşı çıktık; hâlâ da karşıyız. Sebebi gayet açık: Hükümet Sözcüsü’nün de alenen beyan ettiği gibi, “Dershane kapatmak anayasaya aykırı. Hür teşebbüs ilkesi bakımından da kabul edilemez.” Aynen öyle. Hatta bir adım ötesini de söylemek zorundayız: Demokratik hukuk devletinde kanun zoruyla özel işletmeleri ‘kapatmak’ mümkün olmadığı gibi ‘dönüştürmek’ de mümkün değildir. Kelime değişince hakikat değişmez. Sen eğitimin standartlarını artırırsın, sınav için takviye dersleri almaya gerek kalmaz ve sonunda vatandaş, artık dershaneye ihtiyaç duyulmadığı için müessesesinin kapısına kilit asar. Ama asla zorla kapatamazsın, dönüştüremezsin.

Ne acıdır ki dershane tartışmasında ikna edici hiçbir delil getiremeyen birileri, ısrarla başka konulara dalarak hak arama mücadelesini sulandırmak istiyor. Oysa biz ilk günden beri konuya demokratik bir hak talebi olarak baktık. Hâlâ da o noktadayız. Bu tavrımızı anlamayan; ya da meseleyi başka mecralara sürükleyerek ikbal davası güden insanlara birkaç hususu belirtmekte fayda var.

ORTADA BİR SİYASİ MÜCADELE YOK 

Boşuna uğraşmayın beyler! Ortada ‘siyasî bir mücadele’ yok; zira ‘cemaat’ diye her gün kötülemek istediğiniz yapı siyasî bir hareket değil. ‘Bilek bükme yarışı’, ‘iktidar kavgası’ gibi laflar meseleyi sadece mecrasından çıkarır, insanları derin bir hayal kırıklığının ortasına atar. Ta ilk günden beri en üst makamlara iletilen duruş şudur: “Bu ülkeyi siz yönetiyorsunuz. Biz sizlere (bütün hükümetlere olduğu gibi) duacıyız. Her kim sizden bizim adımızı kullanarak bir mevki talep ederse, bizimle alakası yoktur; varsa da artık kalmamıştır. Ancak, camiaya nispet edilerek birilerine haksızlık yapılırsa, bilin ki, kalbimiz burkulur; ama duaya devam ederiz.” Bu duruştan bir milim geri adım atılmamış, idarî tasarrufa saygı duyulmuş, herhangi bir makam-mevki derdine düşülmemiştir...

Ne var ki ilişkilerin en iyi olduğu dönemlerde bile birileri sürekli ara bozuculuk yapmış, insanlar hakkında dedikodu üretmiş, aslı faslı olmayan hikâyelerle etrafa vehim salmıştır. Daha yakın zamana kadar devleti her türlü kötülüğün anası gibi gören ve ideolojik söylemi gereği onu iblisleştiren, ona Tağut diye hitap eden, hançeresi yırtılırcasına “Yıkılacak elbet!” diye haykıran o kişiler, bugün devleti kutsadıkça kutsuyor ve onu adeta ilahlaştırıyor. Hal böyle olunca o sinsi telkin hükmünü icra ediyor, devlet dışındaki sosyal bütün paydaşlar ‘potansiyel tehlike’ gibi görülüyor. Oysa sivil toplum kuruluşları, iş dünyası, medya gibi sivil unsurlar katılımcı demokrasinin vazgeçilmez birer parçasıdır; kurulu düzenin tehdidi değil...

CENABI-I MEVLA RAZI OLMAZ 

Yönetme şehveti kışkırtıldıkça Türkiye yönetişim kültüründen uzaklaşıyor ve her kitle ‘paralel yapı’ gibi algılanıyor. Bu bakış açısına göre hareket eden bazı kişiler, bugün ‘cemaat’i halletse yarın başka bir cemaati düşman hale getirecek. Halihazırdaki durum bile vahimdir. Cemaatleri birbirine düşman hale getirmek için kollarını sıvayan, bir cemaati kötülemek ve yalnızlaştırmak için özel ekipler kuran, ihtilafı körüklemek için hususi stratejiler oluşturan ve devlet eliyle yeni cemaat kurma teşebbüsünde bulunan bir yapının sürdürülebilir bir faaliyet içinde olduğunu söylemek çok zor. Cenab-ı Mevla da razı olmaz planlardan kulları da; çünkü insanî de değildir, İslamî de...

Onca sisin dumanın arasından ehli insafı, gerçekleri bir kez daha görmeye davet ediyoruz. Bir gün, belki de çok yakında, bu fitne havası dağılır, yine yüz yüze bakmaya mecbur oluruz. Birileri memnun ve mutlu olsun diye hiç kimse buharlaşacak değil bu ülkede. Veya birileri telkin ediyor diye yeni bir Kerbela yaşanacak ve müminlerin ‘kökü kazınacak’ değil ya. İnsaflı olmak lazım. Haddini aşan, hangi cenahtan olursa olsun, ma’şeri vicdana çarpıp tarih huzurunda hesap verecektir. Daha ötesini zorlamak, gerçekten, fitne ateşini körüklemektir; ki vebali çok büyük olacaktır...

RAPORLAR, FİŞLEMELER, ENDİŞELER

Dershane tartışmaları sürerken Taraf’ta 2004 MGK belgesi neşredildi. Zaman Gazetesi olarak bu tabloya üzüldüğümüzü ekranlarda söyledik; zira çok doğru bir şeklide sürdürülen hak arama mücadelesine gölge düşürebilirdi bu gelişme. Üstelik şu yorumu da kamuoyuyla paylaştık, “Keşke böyle imzalar atılmasaydı; çünkü söz uçar, yazı kalır. Buna rağmen o yıllardaki şartların ne kadar ağır olduğunu da biliyoruz. Dolayısıyla bu belgeye çok büyük mana yüklemek ve insanları birbirine düşürmek yanlış olur.”

Tam orada durduk; yani ‘keşke olmasaydı’ ile ‘o günkü zor şartların dayatması’ arasında. Ne var ki dershane kapatma konusundaki aşırı ısrar, 2004 MGK’sındaki kararların uygulamada olup olmadığına dair şüphe oluşturmaya başladı. Nitekim Fethullah Gülen Hocaefendi de, “Hüsnüzanda zorlanıyorum...” diyerek, bu tereddütleri dile getirdi.

Ne yazık ki 2013 yılına dair bazı fişleme dokümanları ortaya çıktı. Bu, gerçekten de açıklanması gereken yeni bir durumdu. Şahsen öyle dua ettim ki yetkili birileri çıkar, yüreklere su serpecek mahiyette bir açıklama yapar ve gönül dolusu bir ‘oh’ çekeriz. Hatta konu ile ilgili bir yetkili telefonda, “Açıklama yapacağız.” deyince çok sevindim ve arkadaşlara, “Bir açıklama yapılacakmış, güzel görelim, bu fitne fesat işler yatışsın...” dedim. Öyle bir açıklama maalesef, onca zaman geçmesine rağmen, gelmedi. Bu arada Hüseyin Çelik Bey’in ilkesel yaklaşım içindeki açıklaması güzel, hoş oldu; ancak bazı teknik detayları izah edemiyor. Buna rağmen Çelik’in açıklamalarını yan manşet yaptık ki, ilke babında bile olsa fişlemelerin kabul edilemez olduğu gerçeği hükümetimiz aracılığıyla da beyan edilmiş olsun...

BAHSİ GEÇEN GAZETECİ İLK DEFA BELGE YAYIMLAMIYORDU 

Sonra hava bir daha değişti ve belgeleri yayımlayan Taraf Gazetesi ve gazeteci Mehmet Baransu hakkında ağır ithamlar yapılmaya başlandı. Devletin üç kurumu birden mahkemeye başvurdu, Başbakan Erdoğan mahkemeleri harekete geçmeye davet etti ve ‘vatan hainliği’ suçlamasında bulundu. Oysa bahsi geçen gazete ve gazeteci, ilk defa belge yayımlamıyordu. Benzer yayınlar askerî vesayet konusunda onlarca kez yapıldığında tek bir satırla Taraf’ı hedef tahtasına koymayan hatta bunu çok büyük bir gazetecilik başarısı olarak gören meslektaşlarımızın bir kısmının da ‘ihanet’ söylemine sahip çıkması, düşündürücü ve üzücü bir gerçeği ortaya çıkarıyor.

Vesayetin her türlüsüne lanet! Askerî vesayet de siyaset dışı vesayet de, hükümetler eliyle oluşturulan vesayet de demokrasinin belini kırar, aklını başından alır. Peki neyin vesayet olduğu nasıl belirlenecek? Gayet açık aslında: Hiç kimse hukuk dışına çıkmayacak, hiç kimse hukuku keyfî yorumlarla istediği gibi kullanmayacak. Katılımcı ve şeffaf demokrasilerde siyasî partilerin yeri nasıl belliyse, sivil toplumun, medyanın ve yönetişimin diğer unsurlarının yeri de bellidir.

BELLİ Kİ BİR TUZAK VAR YİNE 

Demokrasimiz yine zor bir sınavdan geçiyor. Sabırla, metanetle, hukukla aşabiliriz ancak bu badireleri. Kirli merkezler birtakım işler yapıp birilerinin üzerine yıkmak için olağanüstü bir gayret sarf ediyor. Belli ki bir tuzak var yine. Birileri ‘olağan şüpheliler’ meydana getirerek yeni bir operasyon yapma gayretinde. Her meseleye ilkeler çerçevesinde yaklaşmaya mecburuz: İnsanların özel hayatlarını serrişte eden ve onu herkese ilan eden şeref yoksunu her kimse bulunmalı ve mutlaka cezaya çarptırılmalı. Deniz Baykal ve bazı MHP’lilerle ilgili kurulan tuzağın ortaya çıkarılamaması büyük bir hata. Bu kirli işler hukuk yoluyla ortaya çıkarılmadıkça konuyla ilgisi olmayan kitleler hep zan altında tutulacak.

Görünen o ki, seçimler yaklaştıkça, her defasında olduğu gibi, atmosfer daha da zehirli hale gelecek. Türkiye’nin şeffaf, katılımcı, hesap verebilen bir demokrasiye ihtiyacı daha da artmıştır. Çözüm, bu ihtiyacı görmezden gelmek, milletle kavga etmek değil; katılımcı demokrasiye topyekûn sahip çıkmaktan geçiyor...

Editör: TE Bilişim