Şahsen payıma düşeni kabul ediyor ve anlamaya çalışıyorum. Bizimki bir politik duruştu, sonuçta toplumun ağırlıklı tercihine saygı göstermek ve kendimize çeki-düzen vermekle mükellefiz. Peki o kadar profesyonel kamuoyu araştırma şirketi bu seçim sonucunun altında nasıl böyle un ufak oldu? İşleri sadece seçmenlerin eğilimini doğru okumak olan, bu iş için yüzlerce adam çalıştıran ve tonlarca para harcayan araştırma şirketlerini neyle açıklayacağız? Muhalefet partileri mutlaka kendileri için mazeretler üretecek ve gelecek seçime kadar bir çıkış yolu bulacaklardır. Asıl bu sonucun altında kalan ana aktörün AK Parti olduğunu anlamak için galiba biraz zaman gerekecek. AK Parti böyle bir seçim sonucu beklemiyordu, en fazla tek başına iktidar getiren sınırlarda dolaşmayı umuyordu. Sebebi, Davutoğlu'nun balkon konuşmasına sıkıştırdığı bir cümlenin içinde bulabiliriz. "Güvenliği özgürlüğe, özgürlüğü güvenliğe asla feda etmeyeceğiz." sözü, 1 Kasım seçimlerinin en temel

parametresinin bu ikilem üzerine kurulduğunu ifşa ediyor. Halkın sessiz sedasız ve en ufak bir işaret vermeden AK Parti'nin peşine takılması bu ikilemin eseri olmalı. Korku, bütün saikler içinde en belirleyici olanıdır. Bir

şeyden korkan insan, bütün diğer önceliklerini iptal eder ve korkunun kaynağından uzaklaşmaya çalışır. Seçim sonucu, son beş ayda ortaya çıkan manzaranın yol açtığı korkunun sonucu olmalı. Bu manzara içinde sadece terör tehdidi yer almıyor, herhangi bir terör tehdidi ile baş edebilecek alternatif bir iktidar örüntüsüne dair hayal kırıklığı da bulunuyor. Koalisyon ihtimali, her ne kadar Saray'ın tahkimatı yüzünden gerçekleşmemiş olsa da, korkunun egemenliği için yeteri kadar tecrübe yaşatmış olmalı. Davutoğlu'nun beyaz Toros üzerinden hatırlattıkları, güvenlik-özgürlük ikileminin somutlaşmış ifadesi olarak hatırlanmalı.

Peki şimdi ne olacak?

    Şayet AK Parti aldığı oyla, sınırlarda gezinen bir temsiliyet yakalasaydı, iktidar üretebilmek için eski tartışmaları ve kutuplaştırmaları sürdürmeye mecbur kalabilirdi. Bu kadar net bir seçim zaferi, ancak kendi başarı hikayesi ile sınırlanabilir. Bu başarı hikayesinin kalkış noktasında ise 7 Haziran fiyaskosu duruyor. Ne değişti ki AK Parti beş ayda 4,5 milyon yeni seçmen kazanabildi, oylarını sekiz puan artırabildi. Koalisyon ihtimalinin somutlaşan iticiliği ve güvenlik endişesinin birden her şeyin önüne geçmesi yanında Saray'ın iki kampanyada değişen rolünü dikkate almamız gerekiyor. 7 Haziran'daki yüzde 41 oy, "Türk tipi başkanlık"a hayır oyu idi; 1 Kasım'ın yüzde 49'u ise koalisyona hayır oyu anlamına geliyor.

    Demek ki kişisel-fiilî saray iktidarı ile, yasal-rasyonel parlamenter sistem arasında toplum, iki farklı seçimde tercih yapmış oldu. Çıkartacağımız sonuç: Fiilî iktidarla yasal iktidar arasında bir ayrışma yaşanacak. Erdoğan'ın Eyüp Sultan'da sabah namazı vakti kullandığı dil ile, Davutoğlu'nun balkon konuşması bu farkı açığa çıkartıyor. Davutoğlu: "Herkesin hukuku güvence altındadır. 78 milyon vatandaşın hukuku mutlak surette korunacaktır" diyor. Bu sözler tıpkı 12 Haziran 2011 akşamı, aynı balkondan Erdoğan'ın yaptığı konuşmayı andırıyor. 2011'deki sözler gerçekleşmediğine göre, Davutoğlu'ndan nasıl emin olacağız?

    İnsanların kişiliğine ve verdikleri sözlere güvenmek yerine içinde yer aldıkları iktidar mücadelesinin şartlarına bakacağız. Kavga ve kutuplaşma iktidara tutunmak ve sürdürmek içindi; muhalefetin üzerinden silindir gibi geçen bu seçimden sonra, iktidarı sürdürebilmenin yegane çaresi uzlaşma ve işbirliği üretmekten geçiyor. Yüzde 49 ile kavganın ve uzlaşmazlığın tarafı olmak, geri kalan toplumu baskı altına almak ve isyana teşvik etmek demek. İktidar uzlaşma üretmek zorunda ve Davutoğlu'nun mesajları bu ihtiyacın farkında olduğunu gösteriyor. Çok sık tekrarladığı "yeni bir başlangıç" için başka çaresi yok. Bakalım AK Parti yüzde 49'un altından kalkabilecek ve bu ağır sorumluluğu taşıyabilecek mi?

Editör: TE Bilişim