“Türkiye’de dağdaki çobanından camideki imamına kadar herkesin siyasetle uğraştığını” zaman zaman dile getirir ve yazarım. Az çok gezip görmüşlüğümüz var; gelişmiş Avrupa ülkelerinde, Balkanlar’da, Ortadoğu’da, Asya’da, Bağımsız Türk Cumhuriyetleri’nin öbeklendiği Orta Asya’da böyle bir anlayışa şahit olmadım. Bizde iki kişi bir araya gelmeye görsün; mutlaka siyaset konuşuluyor. Misafirliklerde, toplantılarda, hanımların kendi aralarında yaptıkları günlerde, cami avlularında ve hatta okullardaki, üniversite amfilerindeki “yaylacılar” misali hutbe ve vaaz sırasında caminin arkalarında bir araya gelen ahbaplar hep siyaset konuşuyorlar, dedikodu üretiyorlar.

Peki, neden böyle oluyor? “Üç bin yıllık, beş bin yıllık devlet geleneğimiz var” diye övündüğümüz güzel ülkemizde yaşayan insanlarımız niye bu haldeler ve niye gelişmemiş üçüncü, beşinci sınıf ülkelerde görülebilecek haller içinde olabiliyorlar, olabiliyoruz?

Milletimizin en büyük eksikliklerinden birinin dini alandaki cehalet olduğu malum… İslamiyet’i yaşadığını sandıklarımız bile anlayarak, özümseyerek değil de öyle gördüğü ve öyle olacağını sandığı için ibadet ediyor ama namazda okuduğunun, hatta çoğu zaman duada ne istediğinin, camide ve toplu mevlitlerde, hatim dualarında neye “Âmin” dediğinin farkında bile değil. Beş vakit namazında olup dilinden Allah kelamını düşürmeyen insanımıza “Son Peygamber kim” diye sorsak “Hz. Muhammed” cevabını verir ama işte daha bir hafta kadar önce gördük ki, kendisini “Peygamber” ilan eden bir şarlatanın Bursa’daki cenazesine üç bin kişi katılmış. Benzer örneklerden yola çıkarak yarın mezarının türbeye dönüştürüleceğini tahmin edebilmek de zor olmaz. Bu hal ve ayrıca siyasileri nerede ise “ilah” yerine koyan zihniyet tamamen okuyup araştırmayan, akledip sorgulamayan bir anlayışın eseridir.

Bu durumun kesinlikle ve kesinlikle, son zamanlarda yeniden alevlendirilmek istenen “Bir gecede cahil bırakıldık” safsatası ile ilgi ve alâkası yok. Benim gibi yetmiş yaşına doğru yol alanlar bilirler ki hemen çoğumuzun, çocukluk ve gençlik yılları Osmanlı dönemine uzanan babası iyi kötü okuyup yazmayı asker ocağında öğrenmiştir. Analarımız, dede ve ninelerimiz ise okuma yazma bilmezlerdi. Bu iddiayı ortaya atanlar herhalde o yıllarda ülke nüfusunun çoğunun Kur’an-ı Kerim okumasını bildiğini sanıyor ve onları “okur-yazar” kabul ediyorlar. Osman Dedemi görmedim. İstiklal Savaşı Gazisi Rahmetli Hasan Dedem ise Kur’an-ı Kerimi yüzünden okumasını biliyordu ama ninelerim ve annem onu da bilmiyor, şöyle böyle ezberledikleri bazı sure ve dualarla ibadet ediyorlardı. Onları okuryazar olarak kabul etmemiz mümkün mü? Bu durum yalnızca bizim aileye has olmayıp Türkiye sathında hemen hemen aynı idi. Dolayısıyla “Bir gecede cahil bırakıldık” anlayışı baştan sona sakat ve düzeltilecek hiçbir yeri yok. Nitekim en iyimser verilere göre bile Osmanlı’nın son dönemindeki okuryazarlık oranı ülke nüfusunun yüzde sekizini geçmiyor.

Osmanlı döneminin asıl okuryazarları Saray çevresindekiler ve bazı eyaletlerde üst görevlerde bulunanlardı. Konuşulan Türkçe’nin yazıya geçirilmesi, her konuşanın en azından derdini anlatacak kadar yazabilmesi ancak ve ancak Cumhuriyet’ten sonra Latin alfabesine geçilip okullaşmanın yaygınlaşmasından sonra mümkün olabildi. Adına “Osmanlıca” denen ve olabildiği kadar Arap harflerinin Türkçe söyleyişe uydurulması ile oluşturulan Arapça – Farsça – Türkçe karışımı kozmopolit curcuna zaten günümüze hitap etmekten çok uzaktı. Nitekim bu durum Cumhuriyet’ten önce de fark edildiği için Latin Alfabesine geçiş çalışmalarının Sultan Abdülhamit zamanında başladığı tarihçiler tarafından açıklandı. Aslında bu, Abdülhamit Han’a toz kondurmayanların kullanacakları bir koz olmalıdır ama konuya başka yönden yaklaşıyorlar.

İş geliyor geliyor ve araştırmayan, sorup soruşturmayan, dolayısıyla sorgulamayan bir toplum olmamızda düğümleniyor. Mensubu oldukları ya da ilgi gösterdikleri siyasi partileri adeta din, siyasi liderleri de sözüm ona “ilah” gibi gören anlayış insanların düşünme, araştırma ve akıl yürütme melekelerini de alıp götürüyor. Siyaseten söylenen bazı laflar adeta tartışılmaz, yorumlanamaz dogmalar olarak kabul edilebiliyor. Onun için siyasetçiler ve özellikle liderler bin düşünüp bir söylemek zorundadırlar. Meşhur mesellerdir ki “Söz gümüş ise sükût altındır” ve “Çok konuşan çok yanılır!”

Yakın geçmişimizi şöyle bir hatırlayalım… Görevlerinden istifa etmek zorunda kalan dört Bakan’la bazı üst görevlerde bulunanlara rüşvet verdiği anlaşılan, sonra da ABD’de tutuklanan bir Zarraf vardı malum… Adı ilk gündeme geldiği sıralarda iktidar yetkilileri onu, “Hayırsever bir iş adamı” diye tanıttıkları için Ak Parti’ye oy verenler de öyle biliyor, gazete ve televizyonlarında övdükçe övüyorlardı. Gel zaman git zaman 2019’da yapılan Mahalli Seçimler öncesinde de yine siyasiler bazıları için benzer laflar ettiler ama nedense onlar da arızalı çıktılar. Onun için hangi siyasi partiden olursa olsun vatandaşlarımızı uyarıyorum ki destekledikleri liderlerin ağızlarından çıkanı ölçüp tartmadan peşine takılıp savunmasınlar.

Kısacası, Rıza Zarraf’a "HAYIRSEVER" demişlerdi RÜŞVETÇİ, Mansur Yavaş'a iftira atan N. Kesgin'e "SAYGIN BİR İŞ ADAMI" demişlerdi ÇOCUK PORNOCUSU, Kılıçtaroğlu'na yumruk atan O. Sarıgün'ün elini öptürmüşlerdi o da iNEK ve MAZOT HIRSIZI çıktı. Bu sele kapılanlar tövbe etmez de siyasilerin gazına gelmeye devam ederlerse dünyaları gibi ahiretlerini de yakarlar. Nitekim vatandaş bunun farkına varmış durumda. Boş vaatler ve umut tacirliği artık pirim yapmıyor, yolun sonu görünüyor. Sosyal medyada yer alan şu espri aslında her şeyi özetliyor gibi:

“Güzel günler göreceğiz demiştiniz; hani daha ne kadar gideceğiz?”

AKP cephesinde durum böyle de diğerlerinde farklı mı? Değil tabii… Daha önceki yazılarımda “CHP akıllanmazsa” diye bir ifade kullanmıştım. Hani, “Bana benden olur her ne olursa, başım rahat durur dilim durursa” diye güzel bir söz var ya, sanki CHP için söylenmiş! Her şey yolunda gidiyor gibi görünürken ya bir milletvekili, ya bir belediye başkanı ya da CHP ile özdeşleşen bir gazeteci, bir yazar öyle bir çam deviriyor ki bir anda her şeyi berbat ediveriyor.

Yıllarımızı verdiğimiz MHP ise adeta bindi bir alamete, gidiyor kıyamete… İttifak içinde bulunmak elbette bazı sıkıntıları da beraberinde getirir ama öyle hayati konular vardır ki onlardan taviz vermek bir siyasi partinin intiharı demektir. Mesela, MHP yetkililerinin, “Her şartta Cumhurbaşkanımızın yanındayız” gibi ifade kullanmaları son derece yanlıştır. Bu, “Hata da yapsa, ülkeyi ve milleti zor durumda da bıraksa destekleriz” demektir. Doğru cümle, “Türk devleti ve Milleti’nin bölünmez bütünlüğü için atacağı her adımda yanındayız” ve benzeri ifadeler olmalıdır. Keza, Doğu Türkistan’da işgalci durumunda olan Çin’in oradaki soydaşlarımıza karşı yaptığı zulmün araştırılması konusunda verilen önerge için MHP’nin ÇEKİMSER oy kullanması MHP’nin var oluş gayesine aykırıdır ve hâlâ, “Türk’ün şanlı bayrağını Türkistan’a asacağız” diye şarkılar, marşlar söyleyen mensuplarını üzmüştür. Çünkü bir konuda “çekimser” kalmak ya “o konuda bir fikrim yok”, ya da “Bana ne, kim ne yaparsa yapsın, altta kalanın canı çıksın” anlamına gelir. Burada MHP’ye düşen, konu ile ilgili olarak Ak Parti’yi ikna etmek, siyaseten başka bir partinin verdiği önergeyi desteklemek işlerine gelmiyorsa kendileri önerge vererek ya da AKP’ye verdirerek kendi kamuoyunun beklentilerine cevap vermektir. Ne yazık ki bu yapılmamış, ittifak ortağı ile ters düşmemek için içine sinmediği başka konularda da “çekimser” kalarak “ne şiş yansın ne kebap” demeyi tercih etmiştir ama aslında şiş de kebap da yanmıştır! Mesela, seçim öncesi vaatlerinden EYT’liler meselesi de bunlardan biri olup hayal kırıklığı yaratmıştır.

İYİ Parti ise ne yazık ki acemiliklerden bir türlü kurtulamamış, tıpkı MHP’de olduğu gibi küskünler ve kırgınlar yaratmaya devam etmektedir. Sanırım Kasım ayı ortalarında milletvekili Prof. Dr. Ümit Özdağ’ın Antalya’da bir konferansı varmış. Antalyalı bir arkadaşın paylaşımından öğrendiğime göre İYİ Parti Antalya teşkilatı aynı saate bir yemek programı koymuş. Buna benzer filmler daha önce de görülmüştü. Dolayısıyla bu taktikler bayat da değil küf bağlamıştır ama yapılıyor işte, yazık!

Ayrıca, muhalefet partilerinin hemen hepsi bütün sermayeyi Salı günleri yapılan Grup Toplantıları’nda harcayıp bitirmektedirler. Oysa iktidar ya da Partili Cumhurbaşkanı baştan beri o kadar koz veriyor ki bunlar yeterince değerlendirilip millete anlatılamıyor.

Milletin derdi ise gerçekten büyük… İstanbul ve Antalya’daki aile boyu toplu intihar olayları, hemen her gün duyduğumuz başka intiharlar hayra alamet değil. Bunlar hem iktidar, hem de muhalefet tarafından adi, normal olaylarmış gibi geçiştirilip gitti, o kadar… Gazete ve televizyonlar derseniz şımarık bir sosyete kızının serüvenlerine ayırdıkları sayfaları o çaresiz insanlardan esirgediler, millete ışık olacak, yol gösterecek yayınlar yapamadılar. Diyanet derseniz, olayların ikinci haftasında yayınlanan bir hutbe ile geçiştirdi. O hutbede beklenen, asıl sosyal yaraya parmak basıp kendilerini de siygaya çekmeleri idi ama yapmadılar tabii.

Millet zamlardan, hayat pahalılığından bıkmış durumda. Hal böyle iken bir de “Cumhurbaşkanı’nın maaşı şu oldu”, “Milletvekilleri ve yakınlarına ömür boyu ücretsiz sağlık hizmeti” gibi haberler, devletin bir türlü israf ve şatafattan vaz geçmediğine dair olup bitenler duyulunca sinirler tavana vuruyor. Oysa milletvekilliği bir meslek değildir, emekliliği olmamalıdır. Bir defa Bakanlık yapan müktesep hak kazanmaz, kazanmamalıdır. Devlet, hükümet, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, her ne ise asıl bu işlere kafa yorup çözüm bulmalıdır ama anlaşılıyor ki dert bu değil!

Asgari ücret görüşmeleri başladı, başlıyor. Yine yüzde 3, 3,5 tartışmaları yapılacak ve yukarısı ne diyorsa o olacak, gariban avcunu yalayacak. Yolda sokakta hep görüyoruz; ilkokul çağındaki çocuklar sokaklarda iki tekerli o koca çöp arabalarını sürükleyip kâğıt, plastik topluyorlar. Hele bir resim vardı ki, öyle mini minnacık bir yavrucuk parkta oynayan yaşıtlarını görünce güç bela sürüklediği arabasını durdurmuş, boynu bükük seyrediyordu. Bunu gören siyasiler ve hele de o ilin Valisi, Belediye Başkanı, Bakanlar, nasıl rahat edebilir bilmiyorum, anlamıyorum. Çözüm için illa ki sosyal patlama mı gerekiyor?

Zengin malının züğürdün çenesini yorduğu gibi siyasilerin vurdumduymazlıkları, kayıkçı kavgaları da bizi bıktırıp usandırıyor. Onun için milletimize diyorum ki, siyasilerin seline kapılıp gitmeyin ve aklınızı kullanın. Siyasi partiler din, siyasi liderler de peygamber değillerdir. İkaz etmekten, fikrinizi söylemekten çekinmeyin. Ununu eleyip eleğini asmış olanları göndermek de sizin, bizim, hepimizin elinde. Türk Milleti’nin menfaati bütün şahsi çıkarlardan önde gelir. Siyasi çekişmeler geleceğimizi mahvetmekte, torunlarımızı daha şimdiden ipotek altına almaktadır.

Hepimizin gündemi Türk Milleti’nin birlik ve bütünlüğü, Türk Devleti’nin ilelebet yaşatılması olmalıdır.

Ey Türk Milleti! Aklını kullan, düşün ve kendine dön.