SON KONAR-GÖÇERLER SARIKEÇİLİLER… 

Lokomotif trenler kadar olmasa da hızlı trenin gürültüsü eşliğinde vardık Konya’ya. Gürültü dediysem şikayet babında değil hani..

Gerek muzip iç dünyam, gerek bozkırın eşsiz manzarasının etkisiyle kulağımıza bu demir yığınından yankılanan gürültüler bir ninniymiş gibi geldi.. Yol boylu boyuna uzarken dalıp  gidiyorduk bizde bir yerlere.. Nihayetinde Ankara’dan iki saat sonra sonlanıyor tren yolculuğumuz..

Durun! Öyle kolay değil bitmedi henüz, zannımca otobüsle daha bir saatlik bir yolculuk sonrası varacağız ancak Çumra’ya..  Acemi şöför ile yol boyu fren-gaz, fren gaz ilerlerken, bozkırın doğaya hakimiyetini de iyiden iyiye hissetmiştik artık.. Kavurucu sıcak, öbek öbek toz bulutları, kesik yeşillikler, su kenarlarının dışında ki bodur ağaçlar..   

Bir çoğu için çekilmezdir bozkır ama benim için öyle değil şüphesiz.. Nede olsa bozkırın genini taşıyorum damarlarımda… Gittiğimiz yerde eğreti durmamak adına Konya’da, garajda iner inmez değiştirmiştim üzerimi.. Parmak arası terliğimi, beyaz çizgili pembe taytımı, derin göğüs dekolteli salaş tişörtümü bir solukta tıkıştırmıştım valizime..

Bu yöreye uygun fistanımı, üstü bol bisiklet yaka bluzumu geçirdim üzerime. Başıma da itinayla bağladığım yazmamdan sonra hazırdım.. Kim iddia edebilirdi ki aksini, artık ben tepeden tırnağa bir Yörük kadınıydım.. 

Otobüsten indiğimizde genç bir arkadaş karşıladı bizi.. Daha inerken fark ettik bizi beklediğini… Biraz daha yaklaşınca yanına, Tanrım kültür şoku yaşadım… Mübalağasız  beline kadar sarkan siyah uzun saçları, rengini doğadan almış yosun yeşil gözleri, orta boylarında birazda zayıfça…

Bozkırın tozu da iyide iyiye sarmalamış yüzünü, her neyse bu bile bir tılsım katmış.. Dedim ya kültür şoku yaşadım diye, işte bin yıl evvelinde çıkagelmişçesine  karşımda duruyordu bu genç… İçten bir merhabadan sonra valizlerimizi bagaja yerleştirip attık kendimizi beyaz torosa..

Patinaj yapa yapa tuttuk evin yolunu.. Spontane gelişecekti her şey, gün boyu bizi neyin beklediğine dair herhangi bir fikrim yoktu. Umurumda da değildi açıkçası. Nede olsa her şarta, her duruma ayak uydurabilecek bir yapım vardı benim.  Neyse aracımızı park edip geniş bir bahçe üzerinden girdik bir hole..

Pervin Anaydı karşımızda bütün heybeti ile duran.. İsminin anlamında ki giz gibiydi aynı, göğü değil belki ama yeri aydınlattığı kesindi.  Kollarını açtı hemen, bende fırsattan istifade sokuldum  yamacına.  Sırtına dağların enginliğine dayayan bir bozkır çiçeği kadar güvende hissettim kendimi o an.

Biraz sohbetin akabinde yemeğe geçtik hemen. Muhafazakarlığının, mütevaziliğinin yanı sıra inanılmazda aydın bir karakterdir Pervin Ana..  Kendisi oruçlu olmasına rağmen, bir çırpıda kurdu sofrayı.. Keçi sütünden beyaz peynir, kabak çiçeğinden enfes bir dolma, yine oldukça leziz bir sütlaç süslüyordu soframızı…

Tabi cana can katan çayımızı da unutmadım… Son zamanlarda aldığım kilolara aldırış etmeden bir güzel doyurdum karnımı. Kedinin kuyruğu ile oynadığı gibi bende muzip bir şımarıkla, Pervin Ana’nın dizlerinin dibinde bir o yana bir bu yana… Gün ufka doğru yükseliyordu bu arada..

Akşama iftar vardı.. Bir güzel koyulduk işlere.. Kimimiz bahçeye, keçi kılından yapılan hasırlar ile çadırımızı kurdu, kimimiz bulaşıkları yıkayıp, kimimiz akşama yemek hazırlığı yaptı.. İşler bite dursun, günde gelip akşama çatmıştı.. Hep birlikte yaşayacaktık iftarın uhreviyetini bu akşam. Konya’nın kendine özgü mistik havası da ezan vaktine doğru iyiden iyiye sarmaladı bizi. Ve top atışı ile başladı iftarımız…

Yine bir birinden güzel yemekler, nefis salatalar, közlenmiş patlıcanlar, biberler bütün ihtişamı ile karşımızdaydı… Yumulmuştuk adeta yer sofrasının etrafına.. Yemek sonrası duadan sonra hiç zaman kaybetmeden faslımıza geçtik.. Bu gizemli gecenin kollarına bırakmalıydık artık kendimizi…

Serin serin esen rüzgarın büyüsüne kapıldık iyiden iyiye.. Curamız vardı elimizde, birde tefimiz, birde naçizane sesim vardı benim.. Öyle ya bize eşsiz güzellikler bahşeden bu efsunlu coğrafyanın gecesine bizimde bir teşekkürümüz olmalıydı.. Ne yakışırdı acep, simli siyah kumaşlardan gecelikler giyen bu geceye?.. Üstat vururken tezenesini tellere gözlerimi kapattım bende.. Hatırıma düştü, öyleye tepeden tırnağa  Sarıkeçili bir Yörük kadınıydım

bugün bende. Yamaçların ardı sıra kovaladığım keçilerimi düşündüm, birde keçilerimi ve bizleri bu koca dağlara sığdıramayan kahrolası düzeni.. O vakit bir isyan türküsü yakmalıydım geceye, hiç korkmadan tehditleri savurmalıydım. Şah’ın(İsmail) sıcak nefesini hissettim ensemde..

Artık bütün benliğim ile başlayabilirdim türküme… Karşıda görülen ne güzel yayla Bir dem süremedim giderim böyle Ela gözlü pirim sen himmet eyle Bende bu yayladan Şah’a giderim….  Artık kim tutabilirdi bizi, kim engel olabilirdi.. .. Bütün çıplaklığı ile haykırıyorduk geye türkülerimizi.. Egeden başlayıp, İç Anadolu’dan çıktık, Rumeli ezgileriyle ruhumuza can kattık, uzun havayla kederlenip, şarkılarla şenlendik..  

Saat gece yarısı, semaverde çayımız fokurduyor hala, son tütünlerimizi içip yumduk gözlerimizi…  Günün ışımasıyla beraber ayaktaydık.. Artık heyecanla beklediğimiz dağlara yolculuğumuz başlayacaktı… Hazırlıklarımızı tamamlayıp çıktık yola… Dağ eteklerinden, dere kenarlarından tepelere yükseldikçe yükseldik..

Bütün çadırların bir arada olduğunu göreceğimi düşünürken yanıldığımı anladım… Meğersem doğaya zarar vermesin diye keçiler, aralıklı mesafeler ile kurulmuştu çadırlar.. Öyle iddia edildiği gibi yok etmiyordu keçiler doğayı.. Hem ne vakit görülmüş hayvanların doğaya zarar verdiği.. Kaldı ki dağlar, ovalar, ormanlar doğal ortamları hayvanların. Biz insanlardan başka kim zarar verecek doğaya!!

Hiç… Kim bilir ne karın ağrısıyla yerel yönetimlerin uydurduğu yalanlardan ibaretti her şey!   Bir parça huzur çok görüyorlardı Sarıkeçili kardeşlerimize.. Pes mi edeceklerdi yani düzenin dayatmacı kültürüne?  Yok canım şaşırdınız mı siz? Onlar Sarıkeçili Yörüklerdi..

Elbette bir birinden güzel, verimli keçiler yetiştirmeye devam edeceklerdi.. Bizler tabi ki, onların bu haklı mücadelelerinde  her dem canımız pahasına yanlarında olacağız.. Zira İstiklal Marşından, Gençliğe Hitabeden rahatsız olan güruhun sancısıdır Sarıkeçililer!! Onların bu topraklarda göçebeliği de hiç şüphesiz İstiklal Marşı kadar meşrudur…