Her ikisinin yazıkonusu Türk soluydu.

Yalçın, Türk solunu göklere çıkarırken Kaplan yerin dibine geçirdi.

Kaplan, Türk solunun kötülüğün mayası ve Nazilerle elele yürüyen faşistler kümesi olduğunu yazarken Soner Yalçın, Amerika’ya karşı koyan gerçek yurtseverlerin solcular olduğunu kaydetti.

İşte Hilal Kaplan’ın yazısı:

"KÖTÜLÜĞÜN MAYASI

İkinci Dünya Savaşı'na giden dönemde, Almanya'dan kaçan Yahudi düşünürler, içinden çıktıkları toplumdaki bu büyük ve kötücül dönüşümün sebepleri üzerine kafa yordular. Frankfurt Okulu'nun merkezini oluşturduğu eleştirel teori, Max Horkheimer, Theodor W. Adorno, Leo Löwenthal ve Herbert Marcuse gibi sosyal teorisyenlerin eserleriyle özdeşleşerek günümüz sosyal bilimleri açısından bir dönüm noktası oluşturdu.

Irkçılık ve faşizmin başat unsuru olarak konumlandırdıkları tavırların başında ise 'püritanizm' ve Lukacs'ın bahsettiği anlamıyla şeyleştirme (reification) kavramları geliyordu. Faşizmi anlamak açısından şeyleştirmenin en somut karşılığı, kötülüğün bir insan türüne has kılınmasıydı. Her tür ırkçılığın başlangıcı da burada yatıyordu. Püriten bir bakış açısıyla iyi, güzel ve adilin kendisinde, kötü, çirkin ve zalimin ötekisinde tecessüm ettiğine mutlak bir inançla bağlı olan insan, ırkçılığın da en 'ideal' öznesiydi.

Hıristiyan kültürde Yahudi'nin şeyleştirilmesinin geçmişi şüphesiz Hitler'den çok öncesine uzanıyor olsa da, menşei asırlık bir ırkçılığa dayalı ve sosyokültürel olarak yaygın Yahudi nefretinin onun işini ne kadar kolaylaştırdığını söylemeye gerek yok. Kötü olan Yahudi idi, kötülük ondan neşet ediyordu ve bu onun 'maya'sında var olan bir durumdu. Löwenthal'in deyimiyle kötülük, Yahudi içindeki 'donmuş doğa' idi. Değiştirilemez, dönüştürülemez olandı ve dolayısıyla da yok edilmeliydi.

Bu uzun girizgâhtan sonra, pek üzerinde durulmayan o skandal konuşmaya gelelim. Meclis kürsüsünden, "AK Parti'nin bu kadar oy almasını şununla açıklıyorum: Bu ülkenin mayası korkunç bir kötülük barındırıyormuş" diyen vekil Ahmet Şık'a. Ülkenin yarısından fazlasını kötülüğün kaynağı olarak sabitleyen bu bakıştaki gözü dönmüş ırkçılığı, faşizme çağrıyı görmemek mümkün mü? Şehit Savcı Selim Kiraz'ı şehit eden DHKP-C'li teröristleri 'Mecbur bırakıldığımız yöntem buydu' başlığıyla temize çekmeye çalışmasından hatırladığımız Şık'ın teröristleri destekleyen partisine oy verenlere dahi yapılmamış bu atfı yapmasındaki cürete ne demeli?

Türkiye'deki sol, budur. Kuruluşundan itibaren Nazilerle el ele yürümesinden kaynaklı, ırkçılığa ve faşizme meyyal, mülteci düşmanlığında bayrağı önde taşıyan, dünyadaki sol örneklerinden farklı bir yerde duran, halkın iyiliğinden çok onu kendi çizgisine gelmediği müddetçe aşağılayan, hor gören ve 'hizaya getirmeye' çalışan bir faşistler kümesidir.

Yunanistan'daki yangına içi kan ağlayan mesajlar atarken, Rize veya Ordu'daki sel felaketi ile dalga geçen ya da Ak Parti'ye çoğunluk oy çıktığı için onların derdiyle dertlenmek bir yana, 'size müstahak' tivitleri atan CHP ve HDP'lilerin tavrında da bu katıksız ırkçılığı teşhis etmek mümkün."

***

İşte Soner Yalçın'ın yazısı;

Devrimci Portreler

1980'lerin sonu…
Ankara'da 2000'e Doğru Dergisi'nin istihbarat şefiyim.
Ankara temsilcimiz Hasan Yalçın haber merkezine gelerek yanındaki kişiyi tanıştırdı: “Yeni işçi-sendika muhabirimiz Hikmet Çiçek!”
Ardından beni tanıştırdı; “istihbarat şefimiz Soner, birlikte çalışacaksınız.” Tokalaştık.
Hikmet Çiçek bürodan ayrılınca Hasan Yalçın'ın odasına gittim.
Kimdi bu Hikmet Çiçek?
1969 yılında SBF Basın ve Yayın Yüksek Okulu'na girmiş 68 Kuşağı devrimcilerindendi.
27 Temmuz 1971 tarihinde İzmir'den Denizli'ye para taşıyan Ziraat Bankası aracının soygununa karışıp, 14 yıl 4 ay hapis yatmıştı. Yeni çıkmıştı…
23 yaşındaydım… 68 Kuşağı'nın teori ve pratik zenginliğini kuşanmış, onca yıl hapis yatmış, 40 yaşında “çiçeği burnunda” muhabirle nasıl çalışacaktım?
Çalışmakla kalmadık; hepimize ağabeylik yaptı. Kaç gazeteci yetiştirdi.
30 yıllık dostluğumuz Silivri Cezaevi'nde de sürdü. (FETÖ kumpası sonucu 6 yıl yattı.)
Geçtiğimiz aylarda telefon etti:
“68 Kuşağı'nın hikayesini yazıyorum; senin bu konuda yazdıklarını kullanabilir miyim?”
Ve:
Geçen ay “Devrimci Portreler” adını verdiği kitabını çıkardı.
Bir solukta okudum; özgürlüğe ve bağımsızlığa sevdalı idealist bir kuşağın yaşanmış hikayelerini…

TANIYOR MUSUNUZ

“68 Kuşağı” deyince aklınıza ne geliyor?
İlk sokağa çıkışları 17 Nisan 1963'te oldu; kuruluş yıldönümünde Köy Enstitüleri'nin kapatılmasını protesto ettiler.
Aynı yıl Zonguldak Kozlu'da madene girmeme eylemi yapanlara jandarmanın açtığı ateş sonucu hayatını kaybeden iki işçi için Ankara'da yürüyüş düzenlediler: “Mebusa zam, işçiye gam!”
1964 yılındaki eylemlerinin gündeminde Kıbrıs vardı: “Ordu Kıbrıs'a!”
Milli Petrol… Milli Maden kampanyası başlattılar.
Türk-İş Sendikası'nın ABD üslerinde çalışan işçilere yönelik baskılarını 12 Kasım 1966'da protesto ettiler: “Türkiye sömürge değildir!”
Kıbrıs Türklerinin ezilmesini seyrettiği için “NATO'ya Hayır” haftası gerçekleştirdiler.
Emperyalizmin simgesi Amerikan 6. Filo'ya karşı protestolar yaptılar. İlk kayıplarını bu eylemde yaşadılar: İ.Ü. Hukuk Fakültesi öğrencisi Vedat Demircioğlu katledildi.
Eylemlerini sürdürdüler… Coca Cola başta olmak üzere yabancı gıda şirketlerine karşı “Yerli Malı Haftası” düzenlediler.
Bu eylemlerden sonra “işte komünistlerin çirkin yüzü” yazıları dinci medyada yer almaya başladı. Ardından… Dergi satarken- bildiri dağıtırken “komünistler Moskova'ya” diye bağıranların saldırılarına uğradılar. Yetmedi…
6. Filo'yu kıble yapıp namaz kılanlar, “kanlı pazar” günü iki devrimci işçi Ali Turgut Aytaç ile Duran Erdoğan'ı öldürdü.
Geri adım atmadılar… Atatürk heykellerine yapılan saldırıları durdurmak için yurdun dört yanındaki anıt önlerinde nöbet tuttular. Samsun'dan Ankara'ya “Mustafa Kemal Yürüyüşü” yaptılar. Atatürk'ün tam bağımsızlık ülküsünü şiar edindiler.
Kendilerine “komando” adı verenler tarafından yurtları basılmaya başlandı.
19 Eylül 1969'da Mehmet Cantekin ve dört gün sonra Taylan Özgür katledildi.
“Birileri”/Gladio düğmeye bastı; ülke çocuklarının düello yapması için zemin hazırladı.

ÜLKÜCÜLERLE ÇATIŞMAYA KARŞI

Delikanlıydılar…
Heyecanlıydılar…
Aceleciydiler; “devrim teorileri” yapıyorlardı. Sanıyorlardı ki, “öncü savaş” ile devrim hemen gerçekleşecek! Ateşin üstüne gencecik bedenleriyle yürüdüler…
Çok deneyimsizdiler…
Hikmet Çiçek'in kitabında şaşırtıcı çok anı var. 68'liler Birliği Vakfı Başkanı Namık Kemal Boya ağabey anlatıyor:
“Deniz (Gezmiş), devrimci-ülkücü çatışmalarına karşıydı. Ona göre temel hedef ABD emperyalizmi olmalıydı. Bu hedefi saptıracak çatışmaları hoş karşılamazdı.”
Deniz Gezmiş, 23 Aralık 1969 tarihli Devrim Dergisi'ne verdiği röportajda şöyle diyordu:
“Bugün ABD emperyalizmi saldırganlık yolunu seçmiştir. Buna karşı biz de emperyalizmin parmağının bulunduğu her yerde ona karşı aynı silahlarla mücadele yolunu seçtik; tıpkı Mustafa Kemal'in 50 yıl önce yaptığı gibi…”
Yavuz Alogan'ın tespiti ilginç:
“O yıllarda, 18 yaşında bir genç annesinden aldığı harçlığı biriktirerek, mesela -1978'de yanan- Yiba çarşısındaki bir esnaftan Astra marka pırıl pırıl bir tabancayı yedek şarjörü ve iki kutu mermisiyle satın alabiliyor; cebinde dinamit lokumuyla gezebiliyordu. Bugünden geçmişe bakıldığında bu mühimmat bolluğunun nasıl mümkün olabildiği hala yanıtını bekliyor…”
68 Kuşağı üzerine yeteri kadar değerlendirme yapılmadı. Hikmet Çiçek'in kitabı yapılacak çalışmalara çok bilgi taşıyor. Örneğin…
Arslan Kılıç yakın arkadaşı İbrahim Kaypakkaya konusunda şunu söylüyor:
“Öğrenci harçlığımız yetmediği için bir ara Ant Dergisi'ni ben, Türk Solu Dergisi'ni İbrahim alıyor, okuduktan sonra değiş tokuş yapıyorduk.(…) Türk Solu Dergisi'nin kapağına ‘Türk Solcusu İbrahim Kaypakkaya' yazıyordu. O yıllarda sosyalistler arasında, -emperyalizmin küreselleşme saldırısının solun içine 1990'larda yerleştirmeye başladığı- ‘Türk olmaktan utanma' duygusunun zerresi yoktu.”
“Devrimci Portreler” kitabını okumanızı tavsiye ederim. Kimmiş gerçek yurtseverler yakından tanıyınız…

Editör: TE Bilişim