Bir otelin huysuz mu huysuz bir müşterisi varmış. Kaldığı odaya ses gelmeyecek, kimse tarafından rahatsız edilmeyecekmiş. Otel personeli de sabit bir müşteriyi kaybetmemek için nazına katlanıyor, özellikle odasının üstündeki odayı boş bırakıyorlarmış. Ancak bir gün yorgun argın gelen ve başka otel aramaya takatı olmayan müşterinin ricasını kıramayıp o odayı vermişler. Verirken de tabii durumu sıkı sıkıya tembih ederek en ufak bir tıkırtı dahi çıkarmamasını istemişler. Zaten başka çaresi olmayan adam bunu kabul ederek çıkmış, odasının kapısını özenle açıp yatağa oturmuş. Ayakkabılarının bağlarını çözdükten sonra birini çıkarıp fırlatınca “Eyvaah” demiş ama olan olmuş bir kere. “Ne yaptım ben” diye düşünüp dururken kapıya vurulmuş ve huysuz müşteri içeri dalar dalmaz kükremiş:

İkinci teki ne zaman atacaksın be adam? Sinir ettin beni!...

Bunun gibi devlet ve millet olarak biz de her yıl Nisan ayının sonlarına doğru “ABD Başkanı soykırım diyecek mi demeyecek mi” diye bekleyip boş yere kendimizi yoruyorduk. Oh be! Dedi de kurtulduk!.. Zaten ne silleler yemişiz ki bu vız gelir tırıs gider. Biz kendimizden eminiz. Tarih de bizden yana, arşivlerde her şey açık seçik duruyor. Elin Coni’si, Toni’si ve bilmem nesi “Soykırım” dese ne olur “Büyük Felaket” dese ne olur. Biz onların Kızılderili katliamlarını, Cezayir’de, Irak’ta, Suriye’de, Vietnam’da, Kırım’da, Ahıska’da, şurada burada neler yaptıklarını, milyonlarca insanı nasıl katlettiklerini biliyoruz. Kendi tarihçilerinin yazdıklarını bile okumadan, dinlemeden siyasi kararlarla bizi karalamaya çalışmaları kendi ayıplarıdır. Hadi kıyıdaki köşedeki ülkeleri geçtim de sıkı fıkı ilişkilerimiz olan Rusya, Almanya, Fransa çoktan kabul etmiş de dert etmiş miyiz, ediyor muyuz? Onlara bir de ABD eklense, ardından başkaları da gelse ne olur, ne yazar? Dert etmeye değer mi?

Biz kendimize bakalım ama vatanımızı, vatanın değerini dile getirirken o pek anlamlı mısraların arasında şöyle bir ifade de kullanmayalım: “Arsa var, arazi var. Araziyi arsaya dönüştürmek için belli bedel ödemek gerekiyor. Aksi takdirde arazinin hiçbir anlamı yok!”

Vatan mevhumunun arsa ve arazi ile örneklendirilmesi doğru olmamıştır. Oysa Çamlıca Tepesi’ne çekilen devasa Türk Bayrağı için yapılan törende konuşan Cumhurbaşkanı’nın bu cümlenin önünde ve sonunda okuduğu mısralar, verdiği örnekler önemlidir:

“ Arif Nihat Asya'nın "Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder / Gölgende bana da bana da yer ver / Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar / Yurda ay yıldızının ışığı yeter"

………………………

"Bir başka mısralar manzumesinde de 'Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır / Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.' Eğer toprak kan dökülmemişse o zaten vatan olmaz. Ben bunları hep şuna benzetiyorum. Arsa var, arazi var. Araziyi arsaya dönüştürmek için belli bedel ödemek gerekiyor. Aksi takdirde arazinin hiçbir anlamı yok! İşte bizler de bu ülkede bu toprakları yapmak için nice şehitler verdik. 'Şüheda fışkıracak, toprağı sıksan şüheda / Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüda / Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.' diyerek bizim büyüklerimiz nice şehitler verdiler."

Keşke o arazi ve arsa örneklerine girilmese de Remzi Oğuz Arık’ın Coğrafya’dan Vatana kitabından, Namık Kemal’in “İnsan Vatanını Sever” isimli eşsiz makalesinden alıntılar yapılsa ya da danışmanlar öyle bir metin hazırlasalardı… Onlar hazırlamadıklarına göre biz buraya alalım ki maksat ortaya çıksın. Söz Remzi Oğuz Arık’ta:

“Bir memleketin coğrafyası ilk bakışta ne kadar aşağı, ne kadar zavallıdır! Bu coğrafya ister esrarlı dağlar, ister yalçın kayalar, ister cennet gibi ovalar, ister kuş uçup kervan geçmez bozkırlar olsun; insanın, hayvanın çiğnediği bir ölü âlemdir. Kahramanın çizmesi, atının nalı, çobanın kayıtsız ayağı onun yüzüne, gözüne basar. Katilin haksız yere döktüğü kan bu vücutta yayılır; her şeyden habersiz -koşuşturan- çoluk çocuğun ayakları onun bağrını tekmeler; dost çiğner, düşman çiğner...

Aslanla sırtlan, bülbülle karga, kurtla kuzu, atla eşek, tıpkı hainle sadık ve tıpkı adille zalim gibi bu gövde üstündedir. Bu birbirini inkâr eden, birbirinden tiksinen varlıkların altında coğrafya hep bir ve değişmez boyun eğmesiyle görünür.

Fakat bir gün gelir, insan ve hayvanın aynı kayıtsızlıkla çiğnediği bu coğrafya canlanır. İyinin ve kötünün, dostun ve düşmanın, insan ve hayvanın ayağı altında boyun eğen bu gövde silkinir; uçurum uçurum derinleşir, zirve zirve heybetle dikelir. Sıtma renkli bozkırın bitkin, teslim olmuş yüzünde bütün damarlar gerilir ve toprak yarık yarık, obruk obruk bir ejderha ağzı gibi açılır. Her elin uzanıp devşirdiği meyveleriyle, ekinleriyle herkesin olan bir güzelin zavallılığını hatırlatan gümrah ovalar bir kasırga sahnesine döner: Her dal bir kargı, her tane bir kurşun, her ince su kanalı bir bataktır. Hülasa bu cansız coğrafya bütün varlığıyla şahlanır; geçilmez uçurum, aşılmaz sınır olur. İnsan o vakit güzel olarak, büyük olarak kimi varsa ve insan topluluğu iyi olarak, sevgili olarak neyi yetiştirmişse bu uçurumların başına, aşılmaz sınırlara yollar. "Boştur, verimsizdir, sarptır, çöldür” diye horladığı, kayıtsız çiğnediği bu toprakların her adımına, anaların ve illerin özene özene hazırladığı zekâlarını, yiğitlerini hesap aramadan kurban verir.

Çiğnenen şey baş tacı olmuştur; cansız ve tarafsız coğrafya vatan olmuştur. Ortada bir mucize vardır: Bunu kim yapmıştır, nasıl yapmıştır?”

Evet, bunu kimin ve niçin yaptığı belli; atalarımız bizim için kan dökerek, can vererek yapmışlardı. “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır/Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır” diyen şair Mithat Cemal Kuntay da bunu ifade ediyordu ama vatanı araziye ve arazilerin dönüştürüldüğü arsalara benzetmiyordu. Öylesi bir Vatan da elbette sevilirdi ve sevilmeliydi. Onun gerekçelerini de Namık Kemal’den okuyalım:

"Süt çocukları beşiğini, çocuklar eğlendiği yeri, gençler geçimlerinin sağlandığı yeri, ihtiyarlar dünyadan ellerini eteklerini çektikleri yalnızlık köşelerini, evlat anasını, baba ailesini ne türlü duygularla severse insan da vatanını öyle duygularla sever. Bu duygu, yani vatana gönülden bağlanma ve onu sevme; sebepsiz yere, sırf insanın tabiatından gelme bir istek değildir. İnsan vatanını sever. Çünkü Allah'ın insanlara bahşettiği şeylerin en azizi olan hayat, vatan havasını teneffüsle başlar. İnsan vatanını sever. Çünkü tabiatın, yani Allah’ın bağışladığı şeylerin en parlağı olan göz, dünyaya ilk baktığı zaman vatan toprağını görür. İnsan vatanını sever. Çünkü vücudunun maddesi, vatanın bir parçasıdır. İnsan vatanını hüzünlü bir hatırasını görür. İnsan vatanını sever. Çünkü hürriyeti, rahatı, hakkı, menfaati vatan sayesinde ayakta kalabilir. İnsan vatanını sever. Çünkü varlık sebebi olan atalarının sakin mezarlığı ve çocuklarının meydana geleceği yer, vatandır. İnsan vatanını sever. Çünkü vatan çocukları arasında dil birliği, menfaat birliği ve birbirine fazla alışıklık olduğundan, gönül yakınlığı ve düşünce kardeşliği doğmuştur. O sayede bir adama göre vatan, dünya ile mukayese edildiğinde, oturduğu şehre göre kendi evi gibi görünür. İnsan vatanını sever. Çünkü vatan mevcut olan hâkimiyetin bir kısmını gerçek anlamda kullanma hakkına sahiptir. İnsan vatanına sever. Çünkü vatan, öyle bir galibin kılıcı veya bir kâtibin kalemiyle belirsiz hatlardan, sınırlardan ibaret değil; millet, hürriyet, menfaat, kardeşlik, hakları kullanma, hâkimiyet, atalara hürmet, aileye sevgi, çocukluk hatıraları gibi birçok yüce duygunun toplanmasından oluşmuş, mukaddes bir düşüncedir..."

Evet… Vatan bir toprak parçası, tarla, arazi, arsa değil, “Birçok yüce duygunun toplanmasından oluşmuş, mukaddes bir düşüncedir..." Bu düşünceyi Conilerin, Tonilerin, Hansların, İvanların ve Pascalların “Soykırım yaptınız” diye yaftalamaya çalışmaları bozamaz, bozmamalıdır