Çakırgil, "Tabiatiyle, son bir asrımız kadar, geleceğimize de ipotek koymak eğilimde olan bir resmî ideoloji önünde, -gerekçesinin izah edilmesi de beklenmeyen- bir gerileme sergilenmiş olmasının bir burukluk meydana getirdiğini, gönüllerde bir hüzün havası oluşturduğunu belirtmeliyim" ifadesini kullandı.

Çakırgil'in "İç zaaflarımızı çoğaltmadan ve karşıtlarımızdan alkış ve insaf beklemeden" başlığıyla (12 Kasım 2017) yayımlanan yazısı şöyle:

7 Kasım Salı akşamı İst.- Fatih’te ‘Yeryüzü İyilik Hareketi’nin merkezinde, 10 Kasım Cuma akşamı da, ‘İnsan ve Medeniyet Hareketi’nin davetlisi olarak Gebze’deydim. Her iki toplantıda ele alınan konular özellikle de Müslüman dünyasının kalbi mesabesindeki Ortadoğu coğrafyasında emperyalist devletlerin ve güç odaklarının devamlı enrikaları kadar ve ondan da daha önemlisi, kendi iç dünyamızda, hele de İslam adına sergilenen ve sosyal tesanüdümüzü, dayanışmamızı yaralayan iç açmazlarımız idi.

Tabiatiyle, son bir asrımız kadar, geleceğimize de ipotek koymak eğilimde olan bir resmî ideoloji önünde, -gerekçesinin izah edilmesi de beklenmeyen- bir gerileme sergilenmiş olmasının bir burukluk meydana getirdiğini, gönüllerde bir hüzün havası oluşturduğunu belirtmeliyim.

Sustuklarımızla suçlanamayız ama hangi gerekçeyle olursa olsun, kendimize yakışmayan sözlerimizle suçlanırız, vuruluruz da...

***

Ama bu satırların sahibi, bugün özellikle de ülkemizde, her dönemde karşılaşılan birçok erime ve çürümelere rağmen 40 sene öncelerde tahayyül ve tasavvur edemeyeceğimiz olumlu noktalara da geldiğimiz ve bu olumlu gelişmelerin bütün Müslüman coğrafyalarına da aynı şekilde olumlu etkilerinin olduğu kanaatinde.. Temel değerlerimizin düşmanı olan güç odaklarını çılgına döndüren bu kazanımlarla yetinmeyip onları en ideal noktalara taşımak zorundayız. İslam Milleti’nin asıl düşmanları muhakkak ki, emperyalist- şeytanî güçlerdir. Onlardan yakınamayız ve hayat hakkımızı ve yaşama gücümüzü onların insaflarından veya zaaflarından dilenemeyiz.

Ama bunları söylerken, pek çok zaaf, yanlış ve olumsuzluklarımızın olduğu, sosyal bünyemizi kemiren fısq’u fücur ve ifsadlarla karşı karşıya bulunduğumuz gerçeğine de göz kapayamayız.

***

Bu cümleden olmak üzere, Suûdî rejiminin yeni Veliahdi (ve ileri derece yaşlı olan babası Kral Selman yerine, kısa sürede bu rejimin tek hâkimi durumuna geliveren) Muhammed bin Selman’ın ‘Ilımlı İslâm’ sözü gündeme oturdu. Tayyip Erdoğan, bu ‘Ilımlı İslâm’ terimine tepki gösterdi ve bu deyimin, Müslüman olmayan güç odakları tarafından ileri sürüldüğünü ve ‘İslâm’ın tek olduğunu, ılımlısı- ılımsızı diye bir ayırım yapılamayacağını’ söyledi. Ama, her birimiz de kendi içimizden bazılarını benzer şekillerde, uç noktalarda, ütopik, marjinal, vs. diye nitelemiyor muyuz?

Doğru.. İslâm’ı bir vakıa olarak kabul etmek zorunda kalan ve onu bütünüyle bertaraf etmenin mümkün olmadığını bilen müstekbir- emperyalist güçlerin, zihinlere yerleştirmeye çalıştığı bir kavram, ‘Ilımlı İslâm’.. Bununla, kendilerine zarar vermeyen, dünyanın şekillendirilmesine etkisi olmayan, kendi tahakkümlerine, maslahat ve menfaatlerine zarar vermeyen ve dünyanın şekillendirilmesinde etkisi olmayan bir inanç kastediliyor.

Halbuki, bir inanç ve ideolojiye bağlı olan bir insanın veya toplumun, dünyaya kendi ölçülerine göre bir düzen vermek istemesi gayet tabiidir. Aksi halde, o inanç veya ideolojiler, ne için var olduğu izahı edilemeyen bir felsefî kuruntu durumuna düşer.

***

Evet, İslâm tektir.. Ama onun yansıması ve algılanması ve de yorumu çok farklı farklıdır. Hattâ bu yorum farklılıklarından dolayı aramızda sert tartışmalar ve hattâ Müslümanların birbirini tekfir etmesine ağır suçlamaların olduğu da bir gerçek..

İki milyara yaklaşan müslümanlar çok farklı mahallî kültürlerden izler taşıdığı gibi, karşılaştıkları sosyo-ekonomik ve coğrafî şartların da etkisiyle; bir billûr avizedeki çok farklı ve rengarenk görüntülerde olduğu gibi farklılıkları yansıttığı da bir gerçek..

***

Bu işin esası, bütün bu tartışmaları sonlandıracak ve görüşü, dışımızdaki dünyalar karşısında nihaî söz kabul edilecek bir makamın, bir ‘baş’ımızın bulunmasına dayanmaktadır. Yoksa bu dağınıklık giderilemez ve her kafadan bir ses çıkmaya devam eder.