Orta Anadolu’nun alev alev yanan kuru yaz sıcağında bile, o sıcak toprak üzerinde çıplak ayaklarımızla oynardık.
Sıcak bunalttığında ise, kasabanın ortasından gürül gürül akan ırmağına girer, serinlerdik.
Oyuncaklarımız vardı…
Çelik çomak, çember gibi…
Ve bunların tümünü hep kendimiz yapardık.
Bazen ocak başına oturur, ekmek pişen ocağa saçak atardık.
Biz çocukluğumuzda çok neşeli, bir o kadar da mutluyduk.
Büyüklerimiz yaz tatilinde bizi Kuran Kursu’na gönderirdi –ki dinimizi öğrenelim- diye…
Hafızlarımız “elifba” öğretir, “dini hikâyeler” anlatırdı.
Bazen de “sınav” yaparlardı hâliyle… Başarısız olduğumuzda Hafızların sopası sırtımızda biterdi.
Ama, biz yine de…
Her şeye rağmen; çok hem çok mutluyduk…
Huzurluyduk…
Henüz ilkokul çağına geldiğimizde “büyüdük” sanırdık kendimizi.
Çünkü; dünyaya kapılar oradan, yani okuldan aralanırdı…
Ve kitaplar rehberimizdi…
Dünyanın; yalnızca “köyümüzden ibaret olmadığını” fark ettiğimizde şaşırmıştık.
…Ve;
“Bir gün o güzel yerlere bizler de gideceğiz”
“Bizler de göreceğiz o güzel yerleri” derdik.
Yani; anlayacağınız…
Biz; çok, ama çok mutlu, huzurlu ve bir o kadar da, çalışkandık.
Selçukludan kalma tarihi kervansarayda saklambaç oynar, burayı ziyarete gelen turistlere –sözüm ona- rehberlik ederdik…
Çocuk hâlimizle “annelerimizin ördüğü yün çorapları satarak” ticaret bile yapardık.
Kervansarayı ziyarete gelen Turistler bizlere küçük oyuncaklar verirdi…
Ne kadar çok mutlu olurduk…
Bu arada; sık sık yaramazlık da yapardık…
Rahmetli “Hancı Süleyman Amca” yine de, kızmazdı bizlere…
Ne de olsa “çocuktuk”
…Ve kendisi çocukları çok severdi…
Işıklar içinde yatsın…
Gıdamız çok çeşitliydi, yani bu alanda “zengin” sayılırdık…
Özellikle; hayvansal ve bitkisel ürünlerle beslenirdik.
Haaa…
Bir de “Hamza Çavuşumuz” vardı…
Bizler karşı hep “çatık kaşlı” olmasına rağmen, gözleri sevgi ve şefkat dolu biriydi…
O zamanın sanki Turizm Bakanıydı…
Bize sürekli olarak “Turistleri sakın rahatsız etmeyin” derdi...
Ve dahası; turistleri “rahatsız etmeyelim” diye elimize para bile sıkıştırırdı…
Bizler de bu parayı alıp, hemen bakkala koşar, “akide şekeri” alırdık…
“Akide şekeri”; bizim için satın alınabilecek en değerli şeydi…
Öylesine ki; parmaklarımızı yalar, bu şekilde biten şekerin tadını sonuna kadar almaya çalışırdık.
Biz huzurluyduk, çalışkandık, becerikliydik…
Aynı zamanda da “yardımseverdik”
Herkese yardıma koşardık.
Kerpiç evler kışın “sıcak”, yazın “serin” olurdu…
Yağmurlarda; sıklıkla damları da akardı.

Bu nedenle; çevremizden “killi toprak” getirtip damların akmasını önlemeye çalışırdık.
Büyükbaş Hayvanlarımızı her sabah sağıp sütlerini aldıktan sonra, köyün çobanına teslim ederdik…
Akşamları “sığırtmaç” adını verdiğimiz çobanımız hayvanlarımızı bize teslim ederdi.
“Ahırlara” hep biz çocuklar bakardık…
Ancak; ekonomik durumu daha iyi olanlar kendilerine “sığırtmaç” tutardı.
Sığırların dışkısını “yakacak” yapardık…
“Kerme” gibi…
“Yapma” gibi…
Kışın soğukta onlarla ısınırdık…
Ayrıca biz; çok sıcak “dost gönüllüsüydük”
Babamın bakkalı vardı…
Rahmetli Babam, o kadar dürüsttü ki;
En iyi mamuller “müşteriye”
“Kalanlar” bizeydi.
O dönemlerde; peşin para pek olmazdı…
Hemen her şey; “veresiyeydi”
Herkes borçlarını “harmandan” sonra öderdi…
“Harman zamanı” dirilen ekinler öbek öbek toplanır…
Sonrasında “düvenlerle” sürülerek sapından ayırılırdı…
Bizler bu esnada düvenlere biner eğlenirdik…
Bu arada da “sap” toplar, saman yapardık.
Düvenlere binip, sapın etrafında dolaşmak ayrı bir mutluluktu.
Bu arada; her zaman “terlerdik”
Öylesine ki; terler gözümüze yüzümüze akar ve toprak yapışırdı gözlerimize…
Hâliyle; gözlerimiz hep yanardı.
Oysa; biz bu duruma hiç aldırmazdık…
Zira; biliyorduk ki; “harman” sonunda para gelecekti...
Harmandan gelen paralarla; hâliyle ilk olarak “borçlar” ödenir, kalan parayla da “pılı pırtı” görülürdü, Yani; elbiselerimiz yenilenirdi.
Ayakkabılarımız hep “lastikti”
“Kurt lastiği” derdik ve her sabah bir bezle mutlaka silerdik.
Sonrasında “güz mevsimi” gelirdi ve düğünler başlardı hâliyle…
Bu nedenle hepimiz çok mutlu olurduk.
Bu arada;
Bizim köye mahsus oyunlarımız vardı…
“Mendil kapmaca” oyununda çok sopa yerdik.
Düğünlerimiz uzun sürerdi…
“Ekmek gecesi”, “kızaşı”, “gellancı”, “kına”, “gelin alma” ve “gelin başı” gibi her biri ayrı günlerde yapılan aşamaları vardı…
Yemeklerde bir tabağa herkes kaşık sallardı…
Hiç kimse başkasının kaşığından tiksinmez, aksine yarış eder gibi yenilirdi çeşit çeşit yemekler…
Kış geldiğinde “kerme” ateşiyle yanan sobaların etrafında otururduk.
Saç sobanın üzerine tarhana koyup, gevretir ve iştahla yerdik.
Sütlü yarma ve cüvcüğü…
Bazen “şekerle”, bazen de “kuru üzümle” yerdik.
Onlardaki lezzeti çok sevdiğimiz için, sürekli olarak hep isterdik.
Okula ilk başladığımızda elbiselerimiz hep “yeni” olurdu.
Bazen geçen yıldan kalan elbiselerimize yeni kumaştan yama yapmışlığımız da olurdu.
Oysa biz;
Elbiseye bakmaz, yamanın “yeniliğiyle” sevinir ve mutlu olurduk.
Üşürdük bu arada…
Ama pek hasta olmazdık…
Sabahları aç karna “pekmez” içerdik…
Kahvaltılarımız da çay ve zeytin çok kıymetliydi.
Zira; her zaman bulamayacağımız ürünlerdi…
Bu nedenle olsa gerek;
Bir zeytini üç lokmada yerdik…
Ve çayımız da hep açık olurdu…
Bu arada; şeker yerine “pekmez” koyardık…
“Bulgur pilavını” yufka üzerine döküp, siniye yayardık…
Turşu ile yemek, ayrı bir lezzet verirdi.
Yaşlılarımız hep geçmişten bahsederdi…
Ve bizler “pür dikkat” dinlerdik.
Bizim “masallarımız” vardı…
Büyüklerimizin anlattığı ve bizlerin de bildiği “maceraları” vardı.
İnanınız hepsi ayrı birer “roman ya da film konusu” olurdu…
İşte bizler böyle bir devri yaşadık…
Savaşlar anlatılırdı büyüklerimiz tarafından…
Bu nedenle; “su sıvadı” denilen yeri hepimiz bilirdik.
Şöyle ki;
Savaştan yorulmuş yaralılar susuzluktan “soğuk suyu” içince…
Su kaynağının kenarındaki çayırlara uzanmışlar…
Ve kırılmışlar…
Bu hikayelere çok üzülürdük…
Ve bu yüzden o şehitlere Fatihalar yollardık.
Köyümüze çok, hem de çok kar yağardı…
Evlerin damlardaki karlar küreklerle kürünür, yollar da aynı yöntemle açılırdı.
Biz çocuklar ise;
Kardan adamlar yapardık, bazen de kulübeler…
Ve bunların tümü güneş çıkınca erirlerdi.
Yine de üzülmezdik…
Güneşin sıcaklığını evlerin ıhtısında (gölgesinde) yok etmeye çalışırdık…
Büyüklerimiz gündüzleri genellikle “kahvehanelerde” olurlardı…
Yatsı namazından sonra kahvelerde kimse kalmazdı.
En büyük “kış eğlencelerimizden” biri de; komşu akraba ziyaretlerimizdi.
Ancak; ziyaret dönüşü ayrı bir sorundu…
Zira; henüz elektriğin olmadığı bir zamanda hâliyle; fenerlerin ışığında gecenin zifiri karanlığında evimize dönerdik.
Bazen “kurt ulumaları” bile duyardık…
Korkardık, ancak “köpeklerimize” güvenirdik.
Bazen; “aç kurtlar” boş buldukları ağıllara dalarlardı ve sonunda birkaç koyun telef olurdu.
Orta okulumuz açılmıştı ve öğrencisi çok azdı…
Zira; ilkokulu bitirenlerin çoğu evlenirdi.
Bir kısmı da gurbete çalışmaya giderlerdi…
Sonra mektupları gelirdi Onların…
Yakınlarına gelen mektupları defalarca okur ve onların iç çekişlerini izler, hüzünlenirdik…
Bazen bizler de “gurbeti” düşünür, duygulanırdık…
Gurbeti merak ederdik yani...
Bazı tropikal bölge meyvelerini, bazı bakkallarda görür, hatta adını da bilirdik ama…
Alamazdık…
Çok pahalı gelirdi o meyveler bize…
Hâliyle o meyveleri hep ekonomik durumu bize göre daha iyi olan memurlar satın alırlardı.
Bu arada; doğrusu “harçlığımız” da olmazdı…
Bu nedenle; evden yumurta aşırıp bakkala satar, onunla da “ikinci sigarası” alır içerdik.

Doğrusu; çocuk olduğumuz için, “sigarayı” yalnızca “meraktan” içerdik…
Ancak bir de bakmışız en büyük “tiryakisi” olmuştuk.
Sabah kahvaltısında saç sobanın üzerine konulan yufka hafif kızartılırdı…
Üzerine tereyağı ve küflü peynir koyup “dürüm yaparak” iştahla yerdik.
Annelerimiz; biz okula giderken “enerjik tutsun” diye cebimize kuru üzüm koyardı.
Cebimize konan bu üzümler bazen ezilir, hatta cebimize yapışır, ellerimiz yapış yapış olurdu.
Biz öyle bir dönemde yaşadık ve o yaşantıyı hep özlüyoruz.
O zamanın insanları hep sevgi doluydu ve yardımseverdi.
Birinin “sorunu” olursa, el birliğiyle ona koşulurdu.
Rahmetli “Çapan Çavuş” –sanki- “yardım teşkilatıydı”
Herkesten yardım toplardı.
Ve… Topladığı yardımları ihtiyacı olana teslim ederlerdi.
Biz; bir birimizi çok severdik, bir birimize çok düşkündük…
“Zabıta Osman Amcamız” vardı…
Çok ciddi sinirli görünmesine rağmen pamuk gibi kalbi vardı…
Severdi hepimizi ve saçlarımızı okşardı hep.
Süpürgeci amcamız vardı, hor görülmez aksine baş tacımızdı.
Okul hademelerimiz vardı, ders bitiminde sınıfları temizlettirirlerdi.
Çok yaramazlık yapardık, ama onlar görmezlikten gelirlerdi.
Her şeyden önemlisi o yıllarda bile;
“Halk kütüphanemiz” vardı…
Bu nedenle hemen hemen okumadığımız kitap kalmamıştı.
“Aşk kitaplarını” okuyunca kendimizi “aşık” zannederdik.
Köyün en güzel kızına uzaktan aşık olurduk, ama onun haberi bile olmazdı.
Son olarak;
Bizler Sultanhanlıydık…
Çalışkan…
Üretken…
Ama bir o kadar da politiktik…
Aksaray’dan akşam gelen otobüsten devamlı “Tercüman Gazetesi” gelirdi.
Öğretmenler ve memurlar “babamın bakkalı” önünde otururlardı.
“Manavların Mehmet Amca” okur, herkes dinlerdi.
Ülkenin gidişatı hakkında onlar bilgi sahibiydi, bizler pehlivan tefrikasını okurduk.
Okullar tatil olunca, kimimiz bir lokum sandığını ayakkabı boyacı kasası yapar, sonra sandığın kenarlarına zeytinyağı kutularının yanını açar çiviyle tuttururduk.
Kimimiz de kuzuları gütmeye yaylaya giderlerdik.
Bazı haylazlar boş durmazlardı, büyükler kulaklarımızı çok çekerlerdi.
Kuran Kursundan çıkınca ilk işimiz koşarak “köşkün” başına gidip yüzmekti.
Elimizde tezekler toplardık kırlardan, at arabalarına doldururduk.
Yakacaklığımız kışa yetmeliydi, yetmezse başkasından kerme satın alırdık.
O kış yakacakları idareli kullanırdık, bahar gelince çoğumuzun yakacağı bitmiş olurdu.
Evler havalandırılır, halılar kilimler yıkanır evler serin olsun diye kilimin altına ot koymazdık.
Oysa kışın halıların altına ot koyar soğuk olmasın diye kendimizi korurduk.
Köyde tek fırın vardı Yumuşakların, yirmi beş kuruşa aldığımız çeyrek ekmeği katıksız yerdik.
Onun kokusu tadı bir başkaydı. Oraleti çok severdik, bazen şekerini fazla kaçırırdık.
Büyükler bizlere hiç çay söylemezlerdi. Gazoz ve ayranlarımızın tadı bir başkaydı.
Limonataları limon tozu oralet şeker ile karıştırır kendimiz yapardık.
Bazen kovaların içinde şişelerle turistlere satardık, para kazanırdık.
Biz o zamanlar çok mutluyduk inanın çok huzurlu ve mutlu insanlardık.

Belçika-Anvers