Akdeniz Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde Fatih Doğrucan hocanın misafiri olduk. Dört bir yanı hınca hınç kitaplarla dolu küçücük odada saatlerce sohbet ettik. Sormadığımız soruların cevaplarını aldık. Fatih hoca raflardan kitaplarının birini indiriyor, birini yerine koyuyor büyük bir heyecanla güncel konularda sohbeti, ses kısıklığına rağmen sürdürmeye çalışıyor.

Bir ara “Haydi gelin size fakültenin içini gezdireyim, neler yaptık, neler yapacağımızı göstererek anlatayım.” Dedi. Hep beraber kalktık, Fatih hocanın ardından yürümeye başladık. Koridorun hemen sağ yanında Prof. Dr. Erol Güngör dersliği ile karşılaştık. Erol hoca sanki kapıda durmuş, bize “Haydin, derse gelin! İslam’dan, kültürden, medeniyetten, milliyetçilikten bir şeyler anlatacağım size.” Demek istiyordu. Derinden ürperdim. Duygu seline kapıldım. Çünkü Erol Güngör benim yaşamımda dönüm noktasıdır. Ben bunları düşünürken, tam karşıda kocaman harflerle Ordinaryüs Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken yazılı derslikle karşılaştım. O anda aklıma “Fırtına anında ağaç kovuğuna sığınanların dostlukları, fırtına geçince biter.” Sözleri geldi. Hilmi Ziya hoca “Aşk Ahlakı” kitabında; aşksız hiçbir şeyin anlamı olmayacağını söylüyordu. “Siyasete de, ticarete de, yaşamın kendisine de aşk ahlakı gerekir” diyordu. Yolumuza devam ettik.

Prof. Dr. Halil İnancık hoca dersliğin kapısında sanki “İçeri buyurun. Tarihten, kültürden, sanattan konuşalım.” Der gibiydi. Hemen yanı başında Prof. Dr. İsmail Yakıt hoca kucağında bir sürü kitap “Derse geç kaldım” telaşında koşuşturuyordu. Tüylerim diken diken, dizlerimin bağı çözülmek üzere Prof. Dr. Mümtaz Turhan’ın düşüncelerini hayalimde canlandırarak yol alırken; çok geniş, yüksek ve görkemli bir koridora çıktık. Tam geriye dönüp koridorun üst kısmında Ulu Bilge Kağan’ın “Zamanı Tanrı yaşar. Kişioğlu hep ölmek için yaratılmıştır.” Sözü yazıyor. Gözlerimizi yazıdan alıp da sağ tarafımıza baktığımızda, Bilge Kağan’ın heykeli ile karşılaşıyoruz. Sağ eli kılıcında, Çinlilere esir düşmüş Türk Milleti’ni esaretten kurtarma planları yapıyor sanki. Tam karşısında Kaşgarlı Mahmut, elinde Divanü Lügati't-Türk eserini tutmuş, bize gülümsüyordu. Artık yüreğim kabarıyor, etrafı görmüyorum, zaman tünelinde tarihi görsel bir şov yaşıyorum. Hemen yanı başımda Ali Kuşçu’nun heykeli gülümsüyor. Etrafıma bakıyorum, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman, Fatih Sultan Mehmet, Alparslan yıldırım hızıyla gözümün önünden geçip gidiyorlar.

Şimdi Fatih hocaya “Hocam, ben buralarda bir yerlerde kalsam, bir köşede kıvrılıp yatarım. Elimde bir parça bez, bu büyüklerimin her gün tozunu alırım. Buraları paspas eder, geleni gideni ağırlarım. Olmaz mı?” demek istiyorum, diyemiyorum. Yaşlar gözlerime hücum ediyor. Kendimi zor tutuyorum. Kapıya doğru yöneliyoruz, ama bu şölen bitsin istemiyorum. Tam bu sırada koridorun çıkış kapısının üzerinde kocaman harflerle;
“İlim ilim bilmektir.
İlim kendin bilmektir.
Sen kendin bilmezsen,
Bu nice okumaktır.” Diyor koca Yunus.

Gözyaşlarıma engel olmaya çalışırken, sağ tarafımda o heybetli duruşuyla Gazi Mustafa Kemal Paşa yüksek sesle, adeta azarlarcasına “Ağlama çocuk! Kurduğum cumhuriyet elinizden alınıyor. Ne bekliyorsunuz?” diyor. Kendimi kapıdan dışarı atıyor, Fatih hocanın ardından sendeleyerek yürümeye çalışıyorum. Yanımdaki arkadaşım Hasan Gömleksiz gözlüklerinin canımdan buğuları siliyor. Ayakta zor duruyoruz.

Ülkücülüğümüzü Fatih Doğrucan ve sevgili eşi Ayşegül Doğrucan üzerinden yeniden tanımlamamız gerektiğini düşünüyorum. Aracımıza biniyor lakin yüreğimizin bir kısmını fakülte koridorunda bırakarak ayrılıyoruz.

Sevgili Peygamberimiz “Takdir edilmeyen hizmet, zulümdür” diyor. Tanrı sizden razı olsun Fatih-Ayşegül Doğrucan ve arkadaşları.