Devletin mülkleştirilmesi, yönetimin kişiselleştirilmesi yeni bir hastalık değil. Türk-İslam dünyasının ortak hastalığı.

Muaviye'den başlayarak devlet adım adım mülkleştirilmiş, vatandaşın -o günkü adıyla tebanın- kendi kaderi üzerinde hiç bir hükmü kalmamıştır.

Oysa toplumun kaderinde, toplumun da payının olması hem adaletin hem de İslam'ın bir gereğidir. Günümüzde İslam'ın yönetim mekanizması için şart koştuğu ölçütlerden biri olan şura işte bu amacı karşılamak, vatandaşı kendi kaderinde söz sahibi yapmak için getirilmiştir. H.Sarıgül, Demokrasi,İslam ve Ötesi isimli kitabında, bu gerçeğe işaret eder ve buradan yürüyerek demokrasiye ulaşılabileceğini söyler.

Demokrasi bir yöntem, bir yönetim biçimidir. Bir din değildir. Ama İslam dünyasında hep İslam'la mukayese edilmiş, bir din gibi telakki edilerek İslami kabulün dışına itilmiştir. Bir benzetme yapmak gerekirse demokrasinin bir televizyon aygıtından/kanalından farkı yoktur, içine neyi koyarsanız onu gösterir. Bu yüzdendir ki, tek bir demokrasi yok, demokrasiler vardır.

Bu beyandan yola çıkarak demokrasinin belli kriterleri olduğu ve her renge girmeye müsait olmadığı iddia edilebilir. Demokrasinin en önemli birkaç özelliği, çoğulculuk,seçim,denetlenebilirlik,özgür basın ve temel hak ve hürriyetlerin korunmasıdır.Bunlar İslam'ın da toplum hayatında garantiye aldığı haklardır. Medine vesikası, her dinden insanı aynı siyasi örgütlenmede bir araya getiren belki de tarihin ilk çoğulcu sözleşmesidir.Dinde zorlama yoktur ayeti(Bakara/256) dini çoğulculuğun teminatıdır.Farklı dinleri zorlamayı yasaklayan bir dinin farklı fikirlere hayat hakkı tanımaması mümkün değildir. Çünkü dini farkların çatışma potansiyeli, fikri farkların çatışma potansiyelinden yüksektir.Demokrasinin bir rüknü olan seçim ise şura'nın günümüzde sistematize edilmiş biçimi olarak düşünülebilir.

İslam dünyasında çatışma ve siyasi kavgaların oluşturduğu atmosfer buna uygun bir siyaset fıkhının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Fitne korkusu diyebileceğimiz bu korkunun beslediği vehimler, ortak sorunları ortak kararlarla karşılama, yani şura ve rıza ile biatı ortadan kaldırmış, iktidarı ele geçirenin adil veya zalim olup-olmadığına bakılmadan meşruluğu onaylanmıştır.Fitne korkusu, İslam'ın yönetimde aradığı şura, adalet, liyakat, rıza ile biat gibi temel değerlerden vazgeçilmesine neden olmuştur.Hiç şüphesiz vazgeçilenlerin maliyeti, fitnenin bizzat kendisinden daha yüksek olmuş, İslam toplumları körüklenen bu korkular yüzünden bir türlü demokrasi ile buluşamamış, kimin kılıcı daha keskinse iktidarı o ele geçirmiştir. Halka ise, din perdesi altında hep bu tür emri vakilere uyması telkin edilmiştir.

Zorla iktidarı ele geçiren ve baskı ile biat alanlara karşı zaman zaman İmam-ı Malik gibi ferdi çıkışlar olmuşsa da bu hiçbir zaman bir hukuk normu haline gelmemiştir Üstelik bu gibi çıkışlar şiddetle bastırılmış,İmam-I Malik, "zorla alınan biat geçerli değildir," dediği için omuzu çıkıncaya kadar dövülüp, işkenceden geçirilmiştir.

21. asırda bir kişinin her şey, herkesin hiçbir şey olduğu bir düzenin sürdürülmesi hem zamandan, hem de İslam'ın yönetim ilkelerinden kopuştur.Raşit halifeler döneminde bugünkü anlamda bir devlet sistemi olmamasına rağmen, birbirini denetleyen bir topluluk vardır. Bugünün bir kasabası büyüklüğünde olan Medine'de bu yüz yüze denetim her türlü keyfiliği engellemiştir.Ortak sorunlarda alınan ortak kararlar bir nevi yönetime katılma işlevi görmüştür. Onun için bugün İslam kılıfına sokulmaya çalışılan tek adam rejimlerinin İslam'ın ilkeleri ile alakası yoktur. Bu,bir nevi dünya Tanrılığına soyunma, Dominik Cumhuriyeti'ni otuz bir yıl yöneten General Refael Trujillo'nun dediği gibi;"bu dünyada Trujillo, öbür dünyada Tanrı," demekten başka bir şey değildir.