Ahmet Taşgetiren, dünkü yazısında;” kısıtlanmışlık duygusu içinde yazıyorum,” diyor. Bu ifade aslında vicdanından henüz firar etmemiş her yazarın ortak duygusu. İktidara yönelik bir eleştiri yapabilmek için yüz defa düşünmek gerekiyor. Çünkü, iktidarın elinde FETÖ isimli çok kullanışlı bir silah var, biraz ileri gidenin kafasına patlatıyor.

Türkiye, 12 Mart’ı, 12 Eylülü, 28 Şubat’ı yaşadı, hiçbir dönemde bu kadar kısıtlama, bu kadar tahammülsüzlükle karşı karşıya kalmadı. İnsanlar korku duymadan düşündüklerini yazabiliyorlardı. Asker birilerini susturmak istese bile yargı çoğu zaman bu tür kısıtlamalara fırsat vermiyordu.

28 Şubat’ta hakkımda Elazığ, Malatya ve Ordu’da yaptığım konuşmalardan dolayı sayısız dava açıldı. Bu davalardan biri Malatya’da açılan, Taşgetiren ve Dilipak’la beraber ifade verdiğimiz bir davaydı. Başörtüsü yasağından dolayı yaptığımız konuşma yargıya intikal etmiş, sonra berat etmiştik. O gün 28 Şubatçılara yönelik yaptığımız eleştirilerin yüzde birini bugünkü iktidara yapmaya kalksak, herhalde ömrümüzün kalan kısmını içeride geçirmek zorunda kalırdık.

O dönemde -başörtüsü yasağına- yönelik eleştirilerimizin arkasında hem din ve vicdan hürriyeti hem de demokrasi arayışı vardı. Yasağı eleştiren her kalem bunun insan haklarına aykırı olduğunu ifade ediyor, talebini demokrasi ile temellendiriyordu. Ama şartlar biraz değişince demokrasi söylemlerinin tamamen gerçek dışı olduğu ortaya çıktı. Dün demokrasi ve söz hakkı isteyenler bugün farklı düşünen herkesi susturmaya çalışıyorlar.

Bir dönem başörtü yasağının sembol isimlerinden olan leyla Şahin, şimdi AKP milletvekili olarak verdiği bir demeçte Türkiye’de herhangi bir insan hakkı ihlali olmadığını söylüyor. Yani, bize yapılırsa ihlal başkalarına yapılırsa normal. Temel sorunlarımızdan biri bu hastalıklı bakış tarzıdır.

Geçen hafta İstanbul/Beyoğlu’nda sahafları dolaşırken bir dükkanda 27-28 yaşlarında yüksek lisans yapan bir gençle tanıştım. Uzun, muntazam sakalı ile dünya görüşünü simasına yansıtmıştı. Oturup konuşunca, bizim yazılarımızı okuduğunu, geçmişte bazı TV’lerde izlediğini söyledi. Kalkacağım zaman, abi bu süreç bana şunu öğretti dedi, “eskiden İslamcıydım ama şimdi şuna inanıyorum, Müslümanı Müslümanın şerrinden korumak için laiklik şart.” Bunu uzun süre AKP’ye destek olan biri söylüyor, insanlar gördüklerinden, yaşadıklarından mutlaka etkileniyorlar. Demek ki, bir kitle kendini baskı altında görüyor, farklı din algılarının -iman/küfür- meselesi olarak görülmesinin korkularını taşıyor. Eminim toplumda daha böyle nice insan vardır.

AKP her seçimde daha iyi bir yönetim sergileyememenin engellerinden yakındı, her seferinde ayrı bir yetki istedi. En son devletin hızlı hareket etmesi için başkanlık sisteminin şart olduğuna toplumu inandırdı. Vatandaş hadi onu da verelim dedi, ama Başkanlık sistemine geçileliden beri hiçbir şey düzelmediği gibi her şey daha kötüye gitti. AKP’nin vatandaşa verin diyeceği bir yetki de kalmadı, her şey CB kararnameleri ile belirleniyor. Neredeyse hangi sebzeyi nerede alacağımızı bile Cumhurbaşkanlığı belirliyor. Buna rağmen gidişat kötü. Gramsci, “partiler güçlüyken demokratikleşir, zayıfladıklarında ise git gide bürokratlaşırlar,” diyor. Bürokratlaşma beraberinde tahammülsüzlüğü, otoriterleşmeyi, baskı siyasetini getirir. A.Taşgetiren’in yakınmaları işte böylesi bir sürecin sonucu. Ama geldiğimiz noktadan bugün yakınan Taşgetiren gibilerin de büyük sorumluluk ve vebali var.