Üniversite öğrencisiyiz. 
Sene 1990 veya 91. Çok da önemli değil.
Bir alt devremiz (1990 girişli idi üniversiteye) farklı bir bölümde okuyor Mustafa.
(Mustafa, müstear isim, çok fazla takılma.)
Mustafa da Mustafa ama…
Çam yarması tabir edilen cinsten…
Yüzüne bakmak için kafamızı göğe doğru kaldırıyoruz.
Öfkesi de kalıbı gibi, amansız.
“Sol” ve “Solcu” kelimesine alerjisi var.
İlaç da kâr etmiyor.
İçinde sol kelimesi geçen bir cümle kurmaya kalkmayın yada bir solcu geçmesin önünden,
Kıpkırmızı kesiliyor öfkeden, damarları dışarı fırlıyor. 
Kavgayı yasaklamış başkan.
Ne olursa olsun kavga yasak.
Kavga edene Ocağa giriş yasak…
Bizim “başkan” şimdikiler gibi değil.
Kelimenin bütün anlamlarını haiz…
Dava adamı bir kere…
Yürek desen mangal,
Yaşayış: Tam bir Müslüman Türk.
Emre itaatimiz bu yüzden.

Bunu duymuş olmalılar ki öküz yüreği yemiş gibi bir cesaret gelmiş bizim fakültenin solaklarına.
Herkesi süsmeye kalkışıyorlar.
Çemkiriyor, böğürüyor, boynuz atıyorlar. 
Bir tek Mustafa dinlemiyor emri.
Elinde değil, bünye kabul etmiyor solu, solcuyu.
Bundan kelli Mustafa’ya kantine giriş yasağı getiriliyor.
Girerse gördüğü ilk solcuya dalacak.
Dalarsa Ocak’tan atılacak. 
Ocak’tan atılırsa Mustafa kahrından ölecek.
Nisan sonu, Mayıs başı gibi takvim…
Öğle yemeğine gitmek için sınıftan çıkmak üzereyiz. 
“Mustafa, bahçede kavga ediyor!” haberiyle irkiliyoruz.
Bir nefeste varıyoruz bahçeye.
Biz bahçeye vardığımızda, üçüncüyü yere seriyor Mustafa. 
Karşısında bir kız kalmış sadece.
Biz yavaşlıyoruz,  
“Tek yumruk yemeden üç adamı yere sermiş Mustafa’ya bir kızın posta koyması ne haddine.”
Bizimki de öyle düşünmüş olacak ki boş bulunuyor.
Ama kız, arkadaşlarından daha cesur çıkıyor.
Kaşla göz arasında Mustafa’ya basıyor tokadı.
Oracıkta donup kalıyoruz. 
Sanki zaman da duruyor.
Bir dumura uğramışlık hali hepimizde…
“Eyvah, diyorum içimden, Mustafa kızı öldürecek!”
Tam bu anda, Mustafa’nın fırıncı küreğini andıran eli kalkıyor havaya.
Biz donmaya devam ediyoruz ya Mustafa’nın eli de havada donup kalıyor öyle.
Sonra gök gürlemesini andıran bir sesle:
“Kızım, çık git, diyor, bir kaza çıkacak elimden”.
Hızlı adımlarla merdivenden inip gidiyor Yoncalık yokuşundan aşağı. 
O gün öğleden sonraki derslere gelmiyor, akşama kadar sırra kadem basıyor.

Bize eğlence çıkmış:
“Kız seni nasıl dövdü ama” diyeceğiz.
“Bir solcudan üstelik kız olan bir solcudan dayak yedin” ,
“Kız, seni madara etti.” diyeceğiz.
Mustafa öfkeden duvarları yumruklayacak.
Akşama bizim odaya geliyor Mustafa.
Biz, anlaştığımız üzere cümleler kuruyoruz ama onda öfkeden eser yok.
“Yiğitliğin kitabında karıya kıza el kaldırmak yok ki reis, diyor, Değil mi ki Ülkücü olma iddiasındayım. Benim o kıza vurmam olmazdı. Hiç boşuna uğraşmayın, bu konu üzerinden beni delirtemezsiniz” diyor.
Koro halinde utanıyoruz. 
“Eğil Mustafa” diyorum.
O eğilmeden boynuna sarılmam mümkün değil çünkü. 
Biliyor, yüzünde bir tebessüm eğiliyor. 
Ben ona sarılırken “Adamsın!” diyorum bütün yüreğimle.
Mustafa sadece tebessüm ediyor.
Kuşlar, haber uçurmuş başkana ki ertesi gün bölüm sorumlusu, Mustafa’ya, başkanın ders çıkışında kendisini beklediği emrini iletmiş.
Mustafa bir umut yanımıza geliyor.
Koca gövdesiyle hiç de mütenasip olmayan bir tedirginlik halinde,
Gözleri bulut bulut:
“Bu sefer kesin kovacak” diyor.
Boş ümidin kimseye faydası yok. 
Yekten: “Bence de” diyorum.
Mustafa’nın kolu kanadı kırılıyor.
Altı-yedi arkadaş birlikte Ocağa gidiyoruz.
Başkanın kapısını ben tıklatıp açıyorum. 
Gövdem dışarda başım içerde:
“Mustafa’yı çağırmışsın başkanım, geldik” diyorum.
Konuşmuyor başkan, “gelin” manasına bir baş işareti yapıyor.
Hepimiz içeri giriyoruz.
“Anlat!” diyor Mustafa’ya.
Sesindeki sertlikten ürküyoruz.
Mustafa, bir şeyler söylüyor ama söylediğini kendisi de anlamıyor.
Eli ayağına, dili damağına dolanıyor.
Başkan: “Kıza niye vurmadın?” diye soruyor, sesindeki buz hali değişmeden.
“Bizim kitabımızda karıya kıza el kaldırmak yok ki başkanım.” diye cevaplıyor.
Yüzünde hafif bir tebessüm beliriyor başkanın.
İçimden: “Yırttın oğlum Mustafa” diyorum.
“Aferin koçum, diyor başkan, eğer o kıza vursaydın değil Ocak’tan, seni Erzurum’dan sürerdim Mustafa. Şimdi git ve bir daha kavga etme”.

Bu satıra kadar okuma zahmetinde bulunduysanız, şimdi yazının başındaki o fotoğrafa bakın yeniden.
Güya Ülkücü olma iddiasındaki güruhun içinde yer alan bir tomruk, annesi yaşındaki bir kadının, büyük ihtimalle kendisi de ülkücü olan bir kadının ve yine büyük bir ihtimalle bir ülkücünün annesinin yakasına yapışmış. 
Bu hayvanlığa maruz kalan o kadın benim annem olabilirdi.
Kendisine bu edepsizlik reva görülen o kadın senin annen de olabilirdi.
Ülkücü ahlakı açısından bakıldığında bu hareketin/hakaretin mazur görülmesi/gösterilmesi mümkün değil.
Bunu ne parti içi iktidar- muhalefet kavgası, ne evet-hayır gerginliği ile açıklayamayız. 
Bu orman kaçkınının, bu tomruk yapının Ocak’tan içeri girebilmiş olması da mümkün olmazdı eğer Ocaklar gerçekten Ocak olsaydı. 
Neyleyelim ki imam yellenmiştir bir kere. 
Cemaatin caminin orta yerini batırmaması olası değil.
pkk denilen cinayet örgütü şehirlerimizi kan gölüne çevirirken;
Fırat Çakıroğlu gündüz gözü, üniversite kampüsünde,
Cengiz Akyıldız İstanbulun göbeğinde şehit edilirken;
Bir ananın bir kuzusu taze fidanlar beşerli- onarlı gruplar halinde bayrağa sarılı tabutlarla memleketlerine uğurlanırken, sokakta, yüksek sesle: “Ne oluyor yahu?” dememize bile müsaade etmeyen, bu sebepten Ülkücü’nün öfkesinden korkan din, devlet, millet ve Ülkücü düşmanlarının “Ülkücüleri sokağa dökmedi” yalancı iltifatına mazhar olan bilge ile tomruklar alayının baş kılavuzu, Ülkücü bir ananın, bir Ülkücü annesinin yakasına yapışmakta bir beis görmemekte, düşmanın bile haya edeceği hakaretleri etmekte, üstelik ortalığı savaş alanına çevirmekle tehdit etmekteler bizi.
Eskiden ham olarak girdiği ocaktan pişmiş ve mamul olarak çıkardı gençler. 
Şimdi ise tomruk girip tomruk çıkıyor ne yazık ki. 
Yukarıdaki fotoğraf bunun ispatı.
Yukarıdaki fotoğraf bu hareketin tarihinin yüz karası…
Yukarıdaki fotoğraf içi boşaltılmış Türk Milliyetçiliği siyasal kurumlarının, gençlik hareketinin suyun yüzüne vuran aksi. 

Bir Rıza Tevfik şiirinin iki mısraı düşüyor aklıma:
“Ne günlere kaldık ey gazi hünkar
 Katır defterdar oldu, eşek mühürdar.”

Sonra o koca gövdesiyle Mustafa, 
Solcu bile olsa bir kıza el kaldırmadı diye Mustafa’yı affeden başkanım gelip oturuyor gözümün önüne.

Utanıyorum.