Sosyal medya platformu Facebook'ta "Aykırı Fikirler" adlı sayfadan Faik Kurtulan ismindeki bir hesap, Fransız sosyal bilimci Emile Durkheim tarafından ortaya atılan ve Atatürk'ün üçüncü yol olarak gösterdiği Korporatizm ile bu kutuplaşmanın ortadan kaldırılabileceğini savundu.

Faik Kurtulan, "Atatürk’ün Benzersiz İdeolojisi Neydi? Üçüncü Yol Olarak Korporatizm Nedir!" başlığıyla ele alınan Korporatizm hakkındaki makalede şunlara dikkat çekiyor:

"Avrupa’da 1873 – 1894 yılları arasında yaşanan resesyon döneminde ortaya çıkan istikrarsızlık ve çalkantılardan dolayı ortaya atılan bu yaklaşımın yaratıcısı Fransız sosyal bilimci Emile Durkheim’dir. Korporatizm kelimesi köken olarak Latince beden anlamına gelen ‘corpus’ sözcüğünden kaynaklanmaktadır. Durkheim toplumu bir organizmaya benzetir ve bu organizmaya bağlı tüm organların birbirine yardımcı olduğunu ve işbirliği içerisinde çalıştığını kabul eder. Bir başka ifadeyle organizmanın iyi yaşayabilmesi yani toplumun mutlu olabilmesi için tüm organlar ortak bir mutluluk hedefi doğrultusunda çalışır ve iş birliği yaparlar. Yani korporatist düşüncede, toplumun, bir beden içerisinde birleşen farklı unsurlardan oluştuğu kabul edilmektedir. Organizmacı toplum anlayışı doğrultusunda söz konusu farklı unsurlar, yani bileşenler, birleştirilmiştir; çünkü onlar karşılıklı olarak birbirlerine bağımlıdırlar, her biri diğerlerini gerektiren görevlerini yerine getirmektedir ve bağımsız olarak varlıklarını sürdürmeleri olanaksızdır.

Bu nedenle toplum pek çok çıkarın çatışmasıyla değil, ortak varoluşta çıkarların paylaşımıyla nitelendirilmektedir. Bu toplum tasarımı doğrultusunda çıkarların doğal dışa vurumu, bireysel avantaj için çatışma değil, ortak yarar için diğerleriyle iş birliğidir. İş birliği yaşamın en temel süreci olarak görülmektedir. Organizmacı toplum anlayışına göre, toplumun temelinde ve kaynağında bireyler değil, çeşitli ihtiyaçları karşılamak ve çeşitli çıkarları korumak üzere bireyler tarafından oluşturulan toplumsal kuruluşlar yer almaktadır.

Durkheim karmaşıklaşmış ve kontrolden çıkmış ekonomik yaşamın düzenlenmesi ve kontrol altına alınması için yeniden lonca sisteminin getirilmesini önermektedir. Ama eskisinden farklı bir biçimde… Mademki sanayileşme yerel düzeyden çıkarak kendisine milli bir karakter vermiştir, öyleyse loncaların da aynı biçimde değişmesi ve yerel bir kurum olmaktan çıkarak milli bir kurum haline gelmesi gerekmektedir. Kısaca loncalar nitelik değiştirmeli, yutulmaksızın devlete yaklaşmalı, görece dar ve ikincil bir konumda kalarak millileşmelidirler. Anlaşılacağı üzere Durkheim, kapitalizm öncesi loncalardan daha farklı yapıda, değişmiş ve çağın şartlarına uyum sağlayabilen loncalar önermektedir. Büyük sanayiye uygun olan milli loncalar, Orta Çağ’ın değişime direnen loncalarından farklı olarak genişlikleri ve karmaşık yapıları dolayısıyla, durağanlık içerisinde kalma tehlikesinden korunacaktırlar. Milli loncaların yapısına çok çeşitli unsurlar gireceğinden, büyük ve geniş gruplarda sürekli ve sonsuz değişiklikler olacağından loncalar asla durağanlık içinde olmayacaklardır. Durkheim oluşturulmasını önerdiği milli loncaların nasıl örgütlenmesi gerektiğini de belirtmektedir. Toplumsal iş bölümünde her bir temel meslek bir milli lonca, yani korporasyon oluşturabilir ve söz konusu meslekle uğraşan herkes bu milli loncanın, korporasyonun üyesi olur. Ona göre, ülkenin her tarafındaki çeşitli sanayi kolları, birbirlerine benzeyiş ya da yakınlıklarına göre belli ve açık kategoriler halinde toplanabilirler. Böylece oluşan grupların başına seçilerek getirilmiş küçük parlamentoya benzeyen bir yönetim meclisi gelebilir.

Bu meclis, belli bir yetki ile mesleği ilgilendiren konuları, örneğin işverenler ile işçiler arasındaki ilişkileri, çalışma şartlarını, ücretleri, rakipler arasındaki ilişkileri vb. düzenlemek ve kontrol etmek yetkisine sahip olabilir. Böylece o mesleğin genel yönetimi için oluşturulan meclisin kurulmasıyla, diğer ikincil ve yerel organların kendi kontrol ve yönetimleri ortadan kalkmış olmayacaktır. Belirlenecek genel kurallar, yerel özellik gösteren sanayi odaları aracılığıyla ülkenin çeşitli yerlerindeki çeşitli ihtiyaçlara uydurulabilecektir. Böylece ekonomik yaşam çeşitliliğinden bir şey kaybetmeksizin, bir vücudun parçaları gibi düzene girecektir.

Bu yaklaşım Liberal kapitalist uygulamaların ve Sosyalizmin toplumları mutlu edememesi ve toplumsal barışı tahrip etmelerine bir tepki olarak ortaya çıkmış ve Avrupa’da birçok ülkede çeşitli dönemlerde uygulanmıştır. Bu uygulamaya genel olarak üçüncü yol da denmektedir.

Liberalizm sosyal yaşamda, temel özne olarak bireyi almaktadır ve toplumu bireylerin toplamı olarak görmektedir. Oysa korporatizm, liberalizmin benimsediği bireyciliği, toplumu atomize eden, parçalara ayıran bir eğilim saymakta, bu doğrultuda bir organizma olarak gördüğü toplumun dengesini ve yaşama olanaklarını yıkıcı bir etki yaptığını savunmaktadır. Korporatist düşünce toplumu bireylerin toplamından ibaret saymamaktadır. Korporatist düşüncede toplum bireylerin sayısal toplamından daha büyük bir bütün olarak algılanır, toplumun bireyler karşısında kendi gerçekliği vardır, toplum birey karşısında öncelik ve ayrıcalıklara sahiptir. Ayrıca liberalizm kamu ile özel arasında keskin bir ayrım gözetmektedir; buna karşın korporatist kuram, açıkça özel olan yapıların kamusal görevleri yerine getirmesi üzerinde durmaktadır Korporatist düşüncede toplum bireylerin sayısal toplamından daha büyük bir bütün olarak algılanır. Toplum birey karşısında öncelik ve ayrıcalıklara sahiptir. Ayrıca liberalizm, kamu ile özel arasında keskin bir ayrım gözetmektedir; buna karşın korporatist kuram, açıkça özel olan yapıların kamusal görevleri yerine getirmesi üzerinde durmaktadır.

Korporatist düşüncede, liberalizmin aksine kamu yararı, piyasa mekanizmasında bulunduğu ileri sürülen görünmez elin işleyişiyle sağlandığı düşünülen düzen içerisinde, bireylerin oldukça rasyonel biçimde kendi öz çıkarlarının peşinde koşmasıyla sağlanmamaktadır. Korporatizm açısından, ekonomik alanda bireylerin kendi çıkarlarını gerçekleştirmek için faaliyette bulunmaları ve kendi çıkarları dışında hiçbir şeyi düşünmemeleri, ekonomik alanda anarşiye yol açmakta, toplumun bütünlüğüne zarar vermektedir. Korporatist düşünürler, daha öncede değinildiği gibi ahlakçı/maneviyatçı bir yaklaşımı savunduklarından, sadece liberalizmin ekonomi mekanizmasını değil, söz konusu mekanizmanın işleyişinin bireyler ve toplum üzerinde yarattığı ahlaki/manevi yan etkileri de eleştiri konusu yapmışlardır. Korporatist düşünceye göre, liberal ekonomik anlayış doğrultusunda sadece maddi amaçlarla yapılan etkinlikler Avrupalının ruhunda maddiyatçı bir dünya görüşünün azması ile sonuçlanmıştır. Para tanrılaşmış, rahat ve keyifli yaşamaktan başka bir ideal kalmamıştır. Böylece manevi değerler gözden düşmeye başlamış, genel ahlak bozulmuştur. Korporatizmin siyasal liberalizme yönelik eleştirilerine gelince; korporatizm, liberal kapitalizmin bencil bireyciliğinin ve parlamentarizminin ‘anarşik demokrasi’ye yol açtığı savını benimsemektedir. Bireyciliğe ve parlamentarizmin anarşisine karşı korporatizm, ya doğrudan doğruya korporasyonların ve korporatif meclislerin, ya da daha gevşek karma ekonomik konseylerin ve yönetsel devletçiliğin uygulanmasını önermektedir.

Bu düşünceler günümüz Avrupası ve Amerika’sına da ne kadar uymakta, sanki bugün söylenmişçesine. Gerçekten de batı dünyası 17. Yüzyılın aydınlanmacı rasyonel düşünce sistemini materyalist pragmatizme dönüştürmüş ve insanı sadece etten ve kemikten olma bir robot olarak görmeye başlamıştır. Batının bugünkü düşünce sisteminde insanın inançları ve maneviyatı ayaklar altına alınmış, kesin formüllere indirgenerek ticaret aracı haline getirilmiştir. Bu nedenle de ahlakçı yaklaşımlar manevi alandan çekilmiş ve sadece ticari ve maddi alanın içine hapsedilmiştir. Bu da Batıda aile kavramını çürütmüş ve nüfusun yaşlanmasına sebep olmuştur. Görüleceği üzere her şey insanın insana ve doğaya bakışıyla ilintilidir.

Korporatist yaklaşım liberal kapitalist düşünceye ne kadar karşı ise, Marksist düşünceye de bir o kadar karşıt bir yaklaşım olarak ortaya çıkmıştır. Yani liberalizmin bireyciliğini benimsememiş ve eleştirmiş olmanın yanı sıra Marksizm’in ileri sürdüğü uzlaşmaz emek-sermaye arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi, sınıf savaşları düşüncesini ve sınıf siyasetini de benimsememiş ve reddetmiştir. Bu konuda Ziya Gökalp’in yaklaşımı çarpıcı bir şekilde farklıdır. Marksist yaklaşımla Durkheim’ci yaklaşımları birbiriyle kıyaslarken Gökalp’e göre Marks’ın toplumsal analizinde bir tür tekel ortaya çıkmaktadır. Marksizm’de (sınıfsal ve/veya toplumsal çatışmalara F.K.) bir neden oluşturma ayrıcalığı sadece ekonomik olaylara tanınmıştır. Din, ahlak, estetik (sanat) siyaset, dil ve zihinsel süreçler gibi toplumsal olaylar ancak sonuçları oluştururlar, yani gölge olaylardır ve kendileri bir etki yaratamazlar. Oysaki Durkheim sosyolojisinde böyle bir nedensellik tekeli bulunmaz ve her türden toplumsal olaylar kendi başlarına gerçekliklerdir ve (tıpkı F.K.) ekonomik olaylar gibi onlar da diğer toplumsal olayların nedenlerini oluşturabilirler. Gökalp’e göre Durkheim ekonomik olayların önemini de inkâr etmemektedir. Bundan şu sonuca varabiliriz: Toplumsal çatışmalarda sadece halkın ekonomik durumu belirleyici değildir. Bu çatışmaları en az ekonomik sorunlar kadar kültürel farklılıklar da belirleyebilir.

Durkheim düşüncesiyle paralel görüşler sergileyen Ziya Gökalp milli tesanütü (dayanışmayı) güçlendirmek için meslekleri öne sürerek meslek ahlakı ve iş bölümü kavramlarını kullanır. Tesanütçülüğün amacı, sınıf kavgasına son vermek, herkese eşit terbiye ve iş imkânları sağlamaktır. Bu hedefe varmak için Ziya Gökalp’a göre, çağdaş milletlerin bölündüğü sınıfları ortadan kaldırmalı, onun yerine onların yerine mesleki teşekkülleri ikame etmelidir. Bu teşekküller halk arasında tesanütü sağlayacaktır. Sınıflar üretim zümreleridir. Çeşitli sınıfların üretim seviyeler arasındaki büyük farklar sosyal adalete aykırıdır. Mesleki teşekküller aynı işi gören insanları bir araya getirir. Bunlar iş bölümü ve ihtisaslaşmanın eseri (İçtimaî taksim-i âmâl (iş bölümü) neticesi olarak bir takım meslek ve ihtisas zümrelerine ayrılır.

Ziya Gökalp ve Tekin Alp’i de etkileyen Alman bilim adamı FredrichList’e göre ise, milli üretim güçleri bakımından bir ülkenin sermayesi sadece maddi sermayeyi (üretim araçlarını) değil aynı zamanda kültür, üretimde yenilik yaratma ve üretimi organize etme, kanunlar, siyasi iktidarlar, sosyal güven kamu düzeni, ahlak ve dini inançlar, eğitim seviyesi gibi faktörleri de kapsar. Bütün bu faktörler tarım, sanayi ve ticaretin ahenkli bir biçimde iş birliği yapmasında etkili olabilir. Yani toplumsal yaşamın yegâne kaynağı ekonomi değil, aynı zamanda kültürel faaliyet ve olgulardır. Bu konuda Marks toplumu sadece ekonomik çıkarları için yaşayan ve çatışan bir güruh olarak görme eğilimindeydi.

Mesleki Ahlak, Meslek Zümreleri ve Korporasyonlar

Mesleki ahlak, yani "organ··ın ahlakında Gökalp, Durkheim'ın mesleki ahlakıyla eski Türk kültürel normlarını birleştirmeye çalışmıştır. Gökalp'e göre mesleki haşan ve ahlak eskiden Türkler arasında çok büyük bir öneme sahipti. Öte yandan, "iktisadi meslekler", Ahilik'le yakın bir bağlantı içindeydi. Ahilik, meslekleri "fütüvvet" ("halkı nefsine tercih ve takdim eylemek") esasına göre "zaviyeler" halinde örgütlemiş, Osmanlı loncaları da bu geleneği temel alarak kurulmuştu.

Tarihsel gelişim süreci gerek korporatist düşüncenin gerekse korporatist örgütlenme ve ilişki biçiminin, kapitalist üretim biçiminin hâkim olduğu dönemle sınırlanamayacağını göstermektedir. Tarihsel kökleri kapitalist üretim biçiminin başat hale gelmesinden çok önceki dönemlere kadar uzanan korporatif düşünce ve uygulamalar, kapitalist üretim biçiminin başat olmasından sonra da kapitalizmin farklı birikim rejimlerine uyum sağlayarak varlığını sürdürebilmiştir. Bu görece süreklilik, korporatif düşünce ve uygulamaların, toplumsal yaşamın ayrılmaz bir unsuru olmasından kaynaklanıyor olmalıdır. Korporatif örgütlenme ve ilişki biçimleri toplumsal yaşama içkin olduğuna göre, bunun toplumsal yaşam içerisindeki pek çok alanda yansımasının olması da kaçınılmazdır.

Lonca – Korporasyon

Korporasyon tanımlaması 18. Yüzyılın sonlarına doğru modern çağlardaki mesleki örgütlenmeyi anlatmak için kapitalizmin gelişmeye başladığı dönemde kullanılmaya başlanmıştı. Bu tarihlerden yani kapitalizmden önceki mesleki örgütlenmelere çeşitli ülkelerde farklı isimlerle anılmasına karşın Ö. L. Barkan’ın yazmış olduğu İstanbul Üniversitesi 1957 yılı yayınlanan İktisat Tarihi adlı kitabında ‘lonca’ ifadesi kullanılmıştır. Böylelikle kapitalizm öncesi mesleki örgütlenmeyi ifade etmek için lonca, kapitalist dönemin başlamasıyla birlikte oluşan mesleki örgütlenmelere de korporasyon ifadesi kullanılmıştır.

Orta çağda esnaf ve tüccar loncalarının ortaya çıkış nedenleri kesinlikle bilinmemesine karşın bu konuda dört farklı tez ileri sürülmektedir. Birinci tez loncaların ortaya çıkış kökenini ilk çağlara dayandırmakta ve eski Germen toplumlarında kurulan dini ve yarı askeri dostluk ve kardeşlik örgütlerine bağlamakta, ikinci tez, Roma İmparatorluğundaki çeşitli meslek kuruluşlarına, üçüncü tez orta çağın temel ruhunu ve örgütlenmesini temsil eden Hıristiyanlık geleneklerine bağlamaktadır. Bir de dördüncü tez olarak ‘Malikâne Hukuku’ diye adlandırılan tez bulunmaktadır. Bu teze göre Avrupa’nın ekonomik bakımdan kapanma döneminde derebeyi malikâneleri kendi ihtiyaçlarına yetecek biçimde örgütlendiklerinden özel atölyelerde denetim altında çalıştırılan serf zanaatkârlardan oluşmuş ekipler bulunmaktaydı. İşte o dönemlerde şehrin oluşması sırasında bu zanaatkârlar aynı yapı içerisinde aynı ortak disiplini koruyarak halk için çalışma iznini elde etmişler ve bir takım hür işçilerin de kendilerine katılmasıyla söz konusu esnaf örgütlerini oluşturmuşlardı. Bilindiği üzere bu örgütlenmeler sadece Avrupa ülkelerinde değil aynı zamanda Anadolu’da da var olmuşlardı.

Bahse konu loncalar tarihte en parlak dönemlerini yaşadığı sıralarda birtakım kurallara uymak zorunluluğundaydı. Çalışma hayatında üç kademeli bir düzen mevcuttu. Bu üç kademeye gelmenin yani çırak, kalfa ve usta olmanın belirli kriterleri bulunmaktaydı. Üretilen malın kalitesi, çalışma saatleri ve çalışma koşulları dahi birtakım kurallara tabiydi. Konulan kurallar hileleri önlemek ve zanaatın şöhretini korumak için gerekliydi. Bu kurallara uyulup uyulmadığı lonca kâhyaları tarafından teftiş edilir ve uymayanlara kâhya tarafından ceza kesilirdi. Eğer hilekâr zanaatçı sabıkalıysa teşhir edilir, gerektiğinde bu cezalandırmalar meslekten atmaya kadar giderdi. Günümüzde de benzer uygulamalar yer yer mevcut olmakla birlikte korporatizmin uygulanmadığı ülkelerde tutarlı bir görünüm sergilememektedir.

Cumhuriyetin ilan edildiği yıl olan 1923’te Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ünlü Fransız felsefe tarihçisi Alfred Fouillee’nin kitabını Avrupa Milletleri Ruhiyatı adıyla, Üçüncü cumhuriyet döneminde iktidar olan Radikal Parti’nin başkanı Leon Bourgeois’in yazdığı Solidarite adlı kitapları başta olmak üzere dönemin bilim adamlarının aynı konudaki kitapları tercüme ettirerek bastırtmış ve meclis kayıtlarına koymuştu. Bu kitapları bizzat Atatürk okumuş ve el yazısıyla kitabın içine notlar almıştı. Daha sonraları Mustafa Kemal’in ve o dönemin hükümetinin icraat ve demeçlerinden bu yazarların kitaplarından ne denli etkilenildiği anlaşılıyordu. Bu kitapların Türkçeye tercüme edilmiş basımları TBMM kütüphanesinde bulunabilir.[1]

Başkent Ankara, Sistem Solidarist Korporatizm

Atatürk’ün sistem olarak Solidarizm’i benimsemesiyle Ankara’yı başkent yapması arasında ilginç bir bağlantı bulunmaktadır. Ankara Kulübü Başkanı Dr. Metin Özaslan’ın Bilge Dergisindeki makalesinde bu konuya rastlıyoruz. 27 Aralık 1919 da Atatürk’ün Ankara’ya ilk gelişinin hikâyesi şu şekilde aktarılıyor: “Milli Mücadeleyi Ulusal Kurtuluş Savaşı’na dönüştürecek ve yerel güçleri toparlayacak bir lider, bir önder gerekiyordu...

İşte bu önder, 27 Aralık 1919'da Dikmen sırtlarında belirdi... Ankaralıların "Kızılca Gün" dediği bu tarihi günde, Ankara'nın köylerinden, kasabalarından akıp gelen binlerce atlı ve yaya Seymen ile Ankara halkı Büyük Önder'i Dikmen sırtlarında bağrına bastı... Şaşıran ve duygulanan Ulu Önder'in "Merhaba Efeler! Niye zahmet ettiniz, neden geldiniz?" sorusuna Ulu Önder'in etrafında çember olan Seymenler hep bir ağızdan "Uğrunda Ölmeye, Millet yolunda kanımızı akıtmaya geldik Paşam!" diye cevap verdiler... Ulu Önder “Fikrinizde sabit misiniz?” diye yeniden sorduğunda Seymenler büyük bir kararlılıkla “Andolsun!” diyerek karşılık verdiler... Bunun üzerine gözleri yaşaran Mustafa Kemal “Var olun Yiğitler!” diyerek şükranlarını bildirdi... Ankaralılar ve Seymenler binlerce yıllık Oğuz Türkleri geleneğinde olduğu gibi Seymen Alayı tertip ettikleri 27 Aralık 1919’da yeni Önderini böyle seçmiştir... Erzurum ve Sivas Kongrelerinden sonra, Türk Milletinin ümit kaynağı haline gelmiş olan Mustafa Kemal Paşa’nın, Heyeti Temsiliye Merkezini Ankara’ya taşıması, Türk tarihinin seyrini ve Ulusun kaderini değiştiren önemli bir olaydır. Peki, Mustafa Kemal Paşa neden Ankara’yı seçmiştir? Bu seçim, olayların sürüklediği bir tesadüf müdür yoksa Mustafa Kemal Paşa’nın çok önceden tasarladığı bir projenin yaşanan gelişmeler karşısında hayata geçirilmesi midir? Sorunun yanıtını kendi anlattıklarından dinleyelim:

Nihayet Ankara’da durdum ve memleket işlerini, milletin arzusu veçhile sevk ve idare etmek için başka yere gitmeye lüzum hissetmedim. Türkiye’nin ve Türk milletinin menfaatlerinin en emin müdafaası da ancak Ankara’dan olabileceği, hadiselerle sabit olmuştur. Bunun en kuvvetli etkenleri (amilleri) arasında Ankara’nın coğrafi yeri de vardır... Ankara’nın doğal ve coğrafi konumuna (mevk-i tabii ve coğrafisine) kıyket ilave eden bir başka yön (cihet) daha vardır. En acı ve felaketli günlerde millet her taraftan zehirlenirken (tesmim olunurken) Ankaralılar, memleket ve milletin gerçek kurtuluşuna yönelik girişimler (halas-ı hakikisine müteveccih teşebbüsler) hakkındaki iman ve güvenlerini (itimatlarını) bir an dahi sarsmamışlardır... Ben Ankara’yı coğrafya kitabından ziyade tarihten öğrendim ve cumhuriyet merkezi olarak öğrendim. Hakikaten, Selçuki idaresinin bölünmesi (inkısamı) üzerine Anadolu’da teşekkül eden küçük hükümetlerin isimlerini okurken bir “Ankara Cumhuriyeti”ni görmüştüm. Tarih sahifelerinin bana bir cumhuriyet merkezi olarak tanıttığı Ankara’ya ilk defa geldiğim o gün de gördüm ki aradan geçen asırlara rağmen Ankara’da hala o cumhuriyet kabiliyeti devam ediyor. Türkiye’nin hemen bütün bölgelerini (menatıkını) gezdiğim ve gördüğüm için hükmettim ki, o zaman isimleri cumhuriyet olmayan diğer yerlerin bugünkü halkı da aynı kabiliyetten asla uzak değildir... Beni, Türkiye’nin en münasip merkez Ankara olabileceğini düşünmeye sevk eden ilk vesile çok eskidir ve bilimseldir (fennidir).”

Ankara’nın önce Heyeti Temsiliye Merkezi, daha sonra da Başkent seçilmesinin nedenlerini, Ankara’nın tarihine ve sosyal dokusuna dayandıran ve bilimsel (fenni) olduğunu belirten Mustafa Kemal Atatürk yukarıdaki ifadelerinde başlıca üç neden üzerinde durmaktadır. Bunlar sırasıyla: (1) Ankara’nın doğal ve coğrafi konumu, (2) Ülkenin en kötü günlerinde dahi Ankaralıların Milli Mücadele ruhlarını kaybetmemeleri, (3) Selçuklu Devleti yıkıldıktan sonra Ankara’da Ahiler tarafından kurulan “Ankara Cumhuriyeti”nin varlığı.[2](1290-1354) Diğer bir deyişle Ankara’nın geçmiş dönemlerde bir Cumhuriyet Merkezi oluşundan kaynaklanan demokrasi tecrübesi ve kabiliyeti... Bunlardan ilk neden Ankara’nın doğal ve coğrafi konumu olmakla beraber, Ulu Önder bu etmeni nedenler arasında tali bir önemle belirtmektedir. Zira “Ben Ankara’yı coğrafya kitabından ziyade tarihten öğrendim ve cumhuriyet merkezi olarak öğrendim” ifadesi bunun en güzel kanıtıdır. Bu seçimde Ankara’nın coğrafi öneminden ziyade tarihte üstlendiği rollerin ve tarihsel deneyimlerinin daha ayırıcı bir yeri bulunmaktadır... Tekrarlama pahasına bu iki etmen; 27 Aralık 1919 öncesinde Ankara’daki yoğun Milli Mücadele Ruhu ve Ankara Ahiler Cumhuriyeti ile somutlaşmış tarihten devşirilen Cumhuriyet ve Demokrasi geleneğidir.”[3]

Atatürk’ün ideolojisinin ne olduğu Dr. Metin Özaslan’ın makalesinden de iyice anlaşılmaktadır ki bu ideolojinin Türklerin ahilik geleneği ile harmanlanmış Solidarizm olduğu sonucunu elde ediyoruz. Nitekim bu ideolojiyi 1935 yılında CHP kurultayında partinin programına da eklediğini yeniden hatırlıyoruz. Ulu önderin neden “Biz liberal kapitalist de, sosyalist de değiliz, biz bize benzeriz” ifadesinden de ne demek istediğini anlamayan kafalarsa halen onu Batıcı kapitalist ve Bilimsel sosyalist olarak tanımlamaktan vaz geçmediklerini de esefle gözlemliyoruz.

Korporatizmin İki Uygulama Metodu:

Korporatizm her ne kadar orta çağdan bu yana uygulanan bir toplumsal model olmasına karşın bu model 1920’lerden itibaren Avrupa’da hüküm süren faşist yönetimler tarafından da uygulanmış ve bu dönemden sonra sosyal bilimciler korporatizmin iki şekilde uygulama alanına konulabileceğini tartışmaya başlamışlardır. Bazı araştırmacılarsa korporatizm uygulamasını sadece 1920 -1940 dönemi baz alarak değerlendirmişler ve salt faşizmle özdeşleştirmişlerdir. Çoğunlukla korporatizmin iki şekilde uygulandığı kabul edilmektedir ki diğer uygulama yöntemine de solidarist korporatizm denilmektedir. Özellikle faşist dönem sona erdikten sonra Avrupa ve Güney Amerika ülkelerinde bu yöntem benimsenmiştir.

Faşist Uygulama:

Daha önce de bahsettiğimiz gibi 1920 ila 1940’lı yıllarda Avrupa’nın faşist yönetimlerince de korporatizmin uygulamada tutulması nedeniyle bu çok eskiden gelen sistem sanki faşizmin bir ürünü olarak karalanmaya çalışılmıştır ki, bu da insanların gözünde bu seçeneğin yok edilmesi veya liberal kapitalist sistem, ya da sosyalist sistemden birisini seçmesine mecburiyet zemini hazırlamıştır.

Yard.Doç.Dr.F.Erdem’e göre Çözümlenmesi gereken bir diğer önemli nokta da, otoritarizm ile korporatizm arasında doğrudan bir ilişki, daha özelde de özdeşlik kurulup kurulamayacağıdır. Günümüzde de çeşitli yazarları etkisi altına alan otoritarizmle korporatizmi özdeşleştirme eğiliminin altında, iki dünya savaşı arası dönemde korporatizmin otoriter/totaliter rejimlerde uygulanmış olması yatmaktadır. Söz konusu rejimler, kapitalizme ve onun ürettiği çatışma ve bunalımlara tepki duyan, ancak kapitalizm karşısında sosyalist bir rotaya da yönelmeyen, kapitalizm ve sosyalizm dışında üçüncü bir yol izlediklerini öne süren, sınıf çatışmalarını reddeden iktidarların başa geldiği rejimlerdir. Bu iktidarlar, toplumlarını yaşanılan ekonomik ve siyasal bunalımlardan kurtarmak için, otoriter ya da totaliter rejimler aracılığıyla korporatist bir çözüme yönelmişlerdir.

Korporatizmin otoritarizmle özdeşleştirilmesi eğilimi, Türkiye’de tek parti yönetiminin kimi uygulama ve düzenlemelerinin değerlendirilmesi girişimlerinde de kendisini göstermektedir. Türkiye’de tek parti yönetiminin düşünsel çerçevesi içerisinde; kapitalizmin felsefi öğretisi olan liberalizme tepki duyulmuş, buna karşın sosyalist bir rotaya yönelmekten şiddetle kaçınılmış, liberalizm ve sosyalizmden farklı, kendine özgü bir üçüncü yol seçildiği savunulmuş, sınıf çatışmaları açıkça olumsuzlanmıştır. Erken cumhuriyet döneminde sınıf çatışmalarını engellemek maksadıyla Takrir-i Sükun yasası çıkarılmış, tüm komünist ve sosyal demokrat partiler yasaklanmış, bu zihniyetteki derneklere dahi izin verilmemiştir. Bu yasa 1925 yılında büyük ölçüde Şeyh Sait isyanını hedef alsa da bizce kurulmaya çalışılan korporatist ekonomik düzenin çeşitli sınıf çatışmaları ve gelebilecek enternasyonalist etkilerden de ülkeyi uzak tutmak amacını taşımaktadır. Bilindiği üzere işçi hareketleri sadece milli olmayan ve uluslararası dayanışma adı altında başka devletlerin de devreye girebildiği faaliyetlerdir.

Atatürk’ün kafasında sosyalizm ya da Sosyal Demokrasi düşüncesi Asla Yer Almamaktaydı:

Aşağıda yaşanan anı, ulu önderin Sovyetler Birliği’yle dost geçinmek istediğini, ancak bu devletten sosyalizmi örnek almayacağını gösteren önemli delillerden biridir.

“Ankara’nın şubat ayına gelen oldukça soğuk ve karlı bir gecesiydi. Ankara Kulübünde bir balo tertip edilmişti. O zamanın bütün mümtaz simaları orada idiler. Saat henüz 12’ye gelmemişti. Herkesin kalbinde ani bir heyecan uyandıran bir haber baloya yayıldı:

“Gazi Paşa baloya geliyorlar!”

Rus Sefaretindeymişler, oradan baloya geliyorlar. O zamanki Rus sefiri de baloya gelmişti. Bir aralık sefir, salonun ortasına doğru ilerlemekte olan Gazi’ye yaklaşarak Fransızca: ”Ekselans” dedi, “ sizi çok seviyorum, hürmetim sonsuzdur; çünkü müşterek bir gaye uğruna varlığını kurtarmaya çalışan milletleriz. Türkiye’nin en büyük halaskarı ve banisi olan sizi müsaade ederseniz bir kere öpmek şerefini kazanabilir miyim …?”

Atatürk gülerek evvela elini uzattı, sonra da elçiyi öptü. Büyük ve kıymetli Ata’mız bu çeşit eğlence yerlerinde dahi memleketin menfaat ve siyasetini göz önünden bir an uzak tutmazdı. Onun için bütün yabancı gazete muhabirlerinin huzurunda şu cümlelerle sefirin sözlerini cevaplandırdı: “Ekselans gösterdiğiniz sevgi hareketinden ve sözlerinizden çok mütehassis oldum. Teşekkür ederim. Bu iki millet ilelebet dost kalmalıdır. Yalnız şuna dikkat ediniz, her zaman dost olmak arzumuza rağmen asla Bolşevik olmayacağız! “

Yazarın bir de dip notu var: “Şimdilerde bu tür hikâyelerin dahi çarpıtıldığını görerek bir konuya açıklık getirmek istiyoruz. Atatürk’ün “Bolşevik olmayacağız” ifadesindeki Bolşevik bilineceği üzere Rusça’da “çoğunluktakiler” anlamında bir ifadedir. Ata’mız bu ifadeyi kullanarak “çoğunlukta olmayacağız” demek istememiş, “sosyalist olmayacağız” anlamında konuşmuştur.”[4]

Korporatizm ve Faşizm Aynı Kapıya mı Çıkar?

Profesör Taha Parla’ya göre ‘Tam açılımını yapmış korporatif devletin ilk kez iki dünya savaşı arasında Avrupa’nın klasik faşist ülkelerinde görülmüş olması sadece tarihsel bir olgudur. (Yani faşizmin kendine özgü bir uygulaması değildir. Ve dönemin özelliklerinden kaynaklanmaktadır. F.K.) Tam anlamıyla korporatif bir devletin faşist değil, solidarist olması da mümkündür. Kısacası korporatizm ve faşizm özdeş tutulmamalıdır. Aksi takdirde 1945 öncesi ve sonrasında Batı ve üçüncü dünya ülkelerindeki solidarist korporatizm gözden kaçırılacaktır.’ [5] Biz de konuya başka bir not eklersek 1940 yılında Faşist korporatizmi uygulayan ve faşizmi tüm Avrupa’ya yaymaya çalışan Hitler Almanya’sı Fransa’ya da saldırmış ve solidarist üçüncü cumhuriyet hükümetini devirmiştir. Eğer faşist korporatizm hüküm sürseydi Fransa’ya askeri bir saldırı olur muydu diye de düşünmekten kendimizi alamıyoruz. Belli ki korporatizmin demokratik çıkış yolları faşist bir sisteme izin vermeyecekti.

Faşizmde mükemmelliğin ve üniter devletin abartılı bir savunuculuğu söz konusu olup diğer ırklarla ve ülkelerle mukayese esasına dayalı milliyetçilik olması gereklidir. 1920’lerin Mussolini İtalya’sında ve daha sonra da Hitler Almanya’sında aşırı milliyetçi, otoriter, anti demokratik ve antikomünist uygulamalar barındıran ve öteki kavramı çerçevesinde ırkçı söylemleri öne çıkaran bir dönem yaşanmış ve bu ülkelerde yaşanan sisteme faşizm denmiştir. Trotsky’e göre de; İtalya’da büyük kitlelerin harekete geçmesi sonucunda ortaya çıkan ve kapitalist güçler tarafından da desteklenen bu kavramın temel ortaya çıkış felsefesini insanları ırklarına göre ayrıma tabi tutma anlayışı oluşturmuştur. Neticede Alman faşizminde olsun, İtalyan faşizminde olsun öne çıkan ortak düzen totalitarizmdir. İnsanların mutluluğunu sağlayabilmek ve daha yaşanabilir bir dünya yaratabilme amacıyla oluşturduğu fikirleri haklı kılma uğruna bu sistem şiddete başvurmuştur. Calhoun, Light ve Keller’e göreyse faşizm dünyada değişik dönemlerde ortaya çıkan ideolojiler göz önüne alındığında içerisinde ideolojiyi kötü bir şeye dönüştüren tek ideoloji cemaatçi, sosyal bir kimlik olarak ırkçı ve mezhepçi anlayışın aşırı bir biçimi olarak yorumlanabilir. Sol kesim ideolojiler tarafından tepkisel bir diktatörlük olarak algılanan ve 1919 yılında Mussolini tarafından sol kesim ve muhafazakârlara karşı milliyetçiliği düşmanlıkla birleştirerek politik bir hareket olarak ortaya çıkarılmasıyla yön bulan faşizm birey haklarının minimize edildiği otoriter bir devlet anlayışını desteklemekteydi. Sonuç olarak gelişmiş kapitalist ülkelerde ortaya çıkan bölüşüm sorunları ve bu problemlerin etkisi altında büyüyen meşruiyet krizi korporatizmin iki alt başlığından biri olarak yorumlanabilecek ‘faşizm’ anlayışının ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.

Türkiye’de erken cumhuriyet dönemine bakıldığında ise Türk halkı kimlik olarak yüceltilmiş ancak diğer ırk ve ülkelerle bir mukayese yaratılarak düşmanlık pompalanmamıştır. Gerek ülke içerisinde gerekse ülke dışında hiçbir etnik topluluğa, tarikat ve mezhep Grubuna ‘öteki’ muamelesi yapılmamış, aksine Türkiye’de yaşayan tüm halka Türk muamelesi yapılarak ya da Türk kabul edilerek birinci sınıf insan olarak görülmüştür. Başka bir ifadeyle, maksat bu coğrafyada yaşayan tüm ırkları yok saymak değil, aynı kültüre mensup olmalarını bir ortak üstünlük haline getirmek ve tüm haklardan aynı şekilde istifade etmelerini sağlamaktır.

O dönemde İtalya ve Almanya’da olduğu gibi halkın ırklarına göre ayrımcı muamele görmesini sağlayan kapitalist güçler de bulunmamaktaydı. Yani daha ülkemizde kapitalizmden dahi bahsedilemezdi. Türkiye Cumhuriyeti yönetiminin otoriter uygulamaları ve cezalandırmaları olmasına karşın kendi fikirlerini haklı kılma uğruna totalitarizme sapması ve şiddet uygulaması söz konusu olmadı. Oysaki saltanatın ve halifeliğin kaldırılmasına ve hatta inkılapların uygulanmasına karşı bir takım tepki ve kalkışmalar olmasına karşın tüm değişimler meclis çatısı altında çıkarılan yasalarla gerçekleştirildi. İşte zaten tam da bu noktada inkılapçılık ilkesinde bahsi geçtiği inkılaplar üzere Atatürk’ün de ifadeleriyle halkın anlayış ve düşünceleri bir halden diğer bir hale sokularak, yani ikna edilerek gerçekleştirildi. Tabii ki çıkarılan yasalara muhalefet eden veya direnenlerin cezalandırılması da yine yasal sınırlar çerçevesinde uygulandı. Yoksa Türkiye Cumhuriyeti’nde uygulanan otoritarizm, faşizmin koşullarını oluşturmak bakımından kapitalist ülkeler arasında çıkan bölüşüm savaşları sebebiyle uygulanmadı. Sol ve muhafazakâr çevrelere düşmanlık yapılmadı ve çeşitli vesilelerle parti kurmaları da sağlandı. Ancak Henüz genç cumhuriyetin ve halkın bu partilere hazır olmadığının ve cumhuriyete muhalefet edildiğinin görülmesi üzerine bu partiler kapatılmak zorunda kalındı. Dolayısıyla Kemalist olsun olmasın Türk bilim adamlarının ağırlıklı görüşü olarak erken cumhuriyet döneminde faşizm bir sistem olarak yer almamıştır.

Bu konuda bizim görüşümüze göre faşizm tanımları sadece Trotsky, Lenin veyahut Dimitrov’un görüşleriyle sınırlandırılmamalı ve günümüzün faşist uygulamaları da göz önünde bulundurulmalıdır. Görülen o dur ki eğer faşizm kendi fikir ve programlarını halka kabul ettirmek için şiddetin bolca hüküm sürdüğü bir totaliter rejimse, bu konuda uluslararası liberal kapitalist güçlerle işbirliği içinde çalışan yönetimler ve sosyalist rejimler dahi kendi ekonomik ve sosyal programlarını kabul ettirebilmek açısından zaman zaman veya devamlı olarak totaliter bir yapıya bürünerek şiddeti bir vasıta olarak kullanmışlar ve kullanmaktadırlar. Özellikle Stalin’in sosyalizmi korumak ve geliştirmek adına ülkesi içerisinde ve dışarısında uyguladığı baskılar ve şiddet neticesinde milyonlarca insan öldürülmüş ve ortalık kan gölüne dönüştürülmüştü. Doğal olarak Trotsky ve diğer sosyalist devlet adamları faşizmi kendi ve diğer sosyalist ülkelerde yapılan otoriter şiddetin dışındaki bir uygulama olarak tanımladılar. Ancak erken Türkiye cumhuriyetinde faşist bir düzen olduğunu iddia eden sözüm ona aydınların faşizmin ardında kapitalist sermaye aramalarına bakılırsa Sovyet Rusya ile Türkiye arasında çifte standarda düştükleri görülmektedir.

Faşizm günümüzde de liberal kapitalist, ya da muhafazakâr İslamcı görüntüsü altında aynı mezhepten olmayanı, hatta Müslüman olsa bile aynı kültürden olmayanı ötekileştirerek yaşam tarzlarına müdahale etmekte ve farklı grupların taleplerini çoğu zaman şiddete müracaat ederek bastırma gitmektedir. Komünizm ise artık günümüzde tamamen anti demokratik bir uygulama olarak görülmekte, proletarya diktatörlüğü reddedilmekte, sermaye sahiplerini ve dindar insanların ötekileştirilmesi kabul görmemektedir.

Günümüzde faşizm artık küresel finans desteğiyle bir ideoloji veya yönetim sisteminin zorla kabul ettirilmesi, diğer ırk, mezhep, din ve kültür mensuplarının ötekileştirilmesi anlamına gelmektedir.

Solidarizm Uygulaması:

Solidarizm kelimesi “dayanışma” anlamına gelen İngilizce “solidarity” kelimesinden gelmekte ve korporatizmin bir alt türü olarak kamu çıkarlarını ön planda tutan, otoriter, faşist anlayışa karşı daha çoğulcu ve ılımlı bir yönetim yapısını ifade etmektedir. Türkiye’de korporatist anlayış, faşist öğeler de içermesine rağmen daha çok solidarist anlayışına yakındır (Neocleous, 1997: 8, 17; Germani, 1997: 13’den aktaran Öztürk, 2007: 9).

Kısaca sağlam, ayakları yere basan ekonominin kurulması için bir ihtiyaç ve uluslararası toplumsal normları güçlendirmek için bir değer olarak kabul edilen solidarizm, ulus çıkarlarının herhangi bir grubun ya da şahsın çıkarlarından üstün tutulması olarak ifade edilebilir. Solidarist anlayış, toplumu sahip oldukları fonksiyonları ve işleyişi gereği birbirine bağımlı parçalardan meydana gelen bir bütün olarak nitelendirmektedir. Dolayısıyla bu anlayışa göre parçalar birbiriyle uyum ve dayanışma (tesanüt) içinde çalışmalıdır. Bu mekanizmanın temel birimleri ise korporasyon içinde hareket eden meslek teşekkülleridir “Her şahsın, tabiatın kendisine bahşettiği tabii üstünlükler veya miras yoluyla elde ettiği imtiyazlar ne olursa olsun, muvaffakiyet ve saadete erişmek için insanların işbirliğine muhtaç olduğu” kanısına dayalı tesanütçülük ile eş anlamlı kabul edilen solidarizmin amacını Sağlam şöyle açıklamıştır

“Tesanütçülüğün (dayanışmacılığın) amacı, sınıf kavgasına son vermek, herkese eşit terbiye ve iş imkânları sağlamaktır. Bu hedefe varmak için Ziya Gökalp'a göre, çağdaş milletlerin bölündüğü sınıfları ortadan kaldırmalı, onun yerine onların yerine mesleki teşekkülleri ikame etmelidir. Bu teşekküller halk arasında tesanütü sağlayacaktır. Sınıflar üretim zümreleridir. Çeşitli sınıfların üretim seviyeleri arasındaki büyük farklar sosyal adalete aykırıdır. Mesleki teşekküller aynı işi gören insanları bir araya getirir. Bunlar işbölümü ve ihtisaslaşmanın bir eseridir.”

Profesör Dr. Taha Parla korporatizmin alt seksiyonları olan faşizm ve solidarizm arasındaki farkı vurgulamak amacıyla iki sistemi şöyle kıyaslar: Korporatizmin solidarist ve faşist biçimleri arasındaki ayrım esas olarak, birey, toplum ve devlet arasındaki karşılıklı ilişkilere farklı yaklaşımlarından kaynaklanmaktadır. Her iki yaklaşım da liberal modelde bireyin, Marksist modelde de sınıfın birincil kategori oluşuna karşı çıkmakta, mesleki Grubu (ya da temel olarak meslek ölçütüne göre örgütlenmiş çıkar gruplarını) toplumsal örgütlenme ve siyasal etkinliğin temel birimi saymaktadır. Ancak faşist korporatizm toplumu dolayısıyla bireyi en azından kurumsal olarak hayli metafizikleştirilmiş bir korporatif bir devletin içinde eritir. (her şey devletin içinde, hiçbir şey devletin dışında değil.) Mesleki gruplarla korporasyonları da devletin sivil toplumu denetim ve egemenliği altında tutmasını sağlayan kamu organları olarak görür. Bunlar liberal hukuksal ve siyasal modelin tersine Devlet karşısında öncelikli hakları bulunmayan bireyin görev ve yükümlülüklerine ilişkin devlet emirlerini sivil topluma aktarırlar.

Bu ifadeyi biraz açarsak, sosyalizm toplum içerisinde bulunan bir sınıfı birincil menfaat grubu olarak görmekte ve o sınıfın çıkarları doğrultusunda savaşım vermekte, liberal kapitalist modelde ise bireyin sonsuz büyüme ve zengin olma hakkı için mücadele verilmektedir. Temelde korporatizm bu iki uygulamaya da karşı çıkarken meslek üzerinden örgütlenmiş çıkar gruplarını siyasal etkinliğin temeline alır. Fransız din adamı ve politika yazarı Emmanuel Joseph Sieyès’e göre bir ulusu ayırt eden zenginlik farkı değil, ortak çıkar farkıdır.

Ancak bunun faşist uygulamasında devlet sivil toplum örgütlerini (ya da çıkar gruplarını) baskı altına alarak kendisine bağlı kamu kurumlarıymışçasına davranarak sanki biteyin devlet karşısında hakları yokmuşçasına bireye görev ve yükümlülükler verir. Bireye ulaşan bu görev ve yükümlülükler bir emir komuta zinciri halinde önce meslek gruplarına, sonra da bireye iletilir. Faşizmde bireyin devletten beklentileri dikkate alınmaz, sadece devletin bireylerden beklentileri söz konusudur.

Parla şöyle devam etmektedir: Oysa solidarist korporatizmde mesleki gruplar ve bunların korporasyonları bireyle devlet arasında bir tampon işlevi görür. Mesleki gruplar ve korporasyonlar, aslında bencil olan bireylere ‘kamu çıkarı ruhu’nu aşıladıkları gibi sivil toplumun molekülleri olan korporasyonların özerk yetki alanlarına devletin el atmasını da engellerler, böylece bireylerin haklarını da korumuş olurlar. Solidarist siyasal kuram ve hukukta bireylerin liberal modele kıyasla sınırlı da olsa sahip oldukları haklar vardır; ama aynı zamanda dayanışma ve birliğin gereği olarak topluma karşı yükümlülükleri de bulunmaktadır. Korporatizmin iki türü arasındaki bu temel farkın nedeni, faşizmin liberalizmi radikal bir yadsımayla dönüştürmek isteyişi, buna karşılık solidaristliğin ise belli bazı siyasal ve kültürel ideallerini koruduğu liberalizmi değiştirme ve düzeltme yoluyla dönüştürmeye çalışmasıdır. [6]

Konunun daha iyi anlaşılmasına bir katkı olarak şu da söylenebilir ki; Meslek öğütlerinin işlevi bireyi devlet için değil ama toplumun çıkarları için yönlendirmesi ve devleti de birey üzerinde baskı kurmasını engelleyerek bir denge yaratması ön plana çıkıyor. Burada devletin çıkarlarıyla birçok kez toplumun çıkarları arasında bariz farklılıkların söz konusu olduğunu, bireylerin sorumsuzca yaşadıkları özgürlükler sayesinde devlete ve/veya topluma karşı hiçbir yükümlülüğünün olmadığı kanısına kapılmasını da göz önünde bulundurmak gerekiyor. Yani devletle birey arasında doğabilecek sorunlarda meslek örgütü aracı ve yumuşatıcı bir rol üstlenirken bireyin devletten talep ettiklerine aracılık ederken, devletin de bireye olan yükümlülüklerine aracılık etmiş oluyor.

Ziya Gökalp’e göre ‘temelde üç tür toplumsal grup ya da zümre vardır, aile grupları, meslek grupları ve siyasal gruplar… Ailevi zümrelerle mesleki zümreler bu heyetlerin parçaları, kısımları mahiyetindedir. Yani siyasi zümreler birer sosyal uzviyettir. Ailevi zümreler bu uzviyetin hücreleri, mesleki zümreler de organları gibidir. Bundan dolayıdır ki ailevi ve mesleki zümrelere ikinci derecede zümreler adı verilir.’

Aile ahlakı yani hücrenin ahlakı yine Türklerin eski kültürel değerlerine dayanmaktadır ve toprakta komünal mülkiyet pederşahi (ataerkil) ailenin otokrasisine karşı pederi (babaerkil) ailedeki demokrasinin benimsenmiş olması, konutun dokunulmazlığı, erkek ve kadının eşitliği ve tek eşlilik gibi normlar içerir. Bireyin ulusal ahlakın öğelerini ilk özümsediği ortam olan aile, Gökalp’in gözünde yetkeci (otoriter) özellikler taşımamaktadır. Oysa Avrupa’nın faşist korporatist kuramlarında aile yetkecidir ve totaliter devleti buyuran-buyurulan ilişkisi burada başlamaktadır. Aile, tüm korporatizmlerde toplum ve devletin temeli kabul edilmekle birlikte, faşist korporatizmle solidarist korporatizm arasında bu konuda belli bir fark vardır ve Gökalp’in aile anlayışı açıktır. Cumhuriyetçi bir devlette, toplumsal organizmanın hücresi olan ailenin de cumhuriyetçi ilkelere dayanması gerektiğini; demokrasinin temelinin eşitlik, cumhuriyetin temelinin özgürlük olduğunu, dolayısıyla ailenin de eşitlik ve özgürlük üstüne kurulması gerektiğini yazar.

Parla, Ziya Gökalp’in o devirdeki Alman hukuk sistemindeki ‘Devlet örgütlenmiş ulustur’ anlayışını benimsemediğini belirtirken Gökalp’te sonraları Avrupa’daki faşist korporatizmin bir özelliğini oluşturacak olan devletin topluma (nazaran F.K.) önceliği yolunda bir düşünce bulunmadığı gibi, dar anlamda bir devlet kuramı bile yoktur. Durkheim’da toplumun devlete önceliği olması gibi Gökalp’te de birincil siyasi grup olarak ulus, devletin üstünde tutulmaktadır. Tabii buradaki ayrım çizgilerinin oldukça ince olduğu teslim edilmelidir.

Erken cumhuriyet döneminde solidarist uygulama, ikinci meşrutiyet dönemi Türkçü aydınlarının, özellikle de Ziya Gökalp’in cumhuriyet dönemine aktarmış olduğu külliyattan esinlenmiştir. Bu nedenle rahatlıkla söylenebilir ki o dönemin şartlarına mahsus otoriter bir yönetim anlayışı sergilenmesine karşın faşist bir uygulama, buna dayalı bir ırkçı ötekileştirme ve yaygın şiddet kullanımı erken cumhuriyet döneminde görülmemiştir. Bu konuda inkılapçılık (devrimcilik) ilkesi de göz önünde bulundurulursa solidarist uygulama toplumu bir halden başka bir hale geçirmek için uygulanmış ve gerek CHP programı oluşturulurken (1931 ve 1935 halkçılık ilkesi), gerekse yasalar düzenlenirken toplumu ikna etme yöntemiyle hareket edilmiştir. Açıkça şu görülmektedir ki bugün halkımızın önüne konulan iki sisteme de tepki olarak çıkan solidarizm nedense hiç konuşulmamakta ve halktan bucak bucak saklanmaktadır. Doğaldır ki hiçbir yönetim sistemi artık bu devirde yegâne çıkar yol olarak gösterilemez. Ancak bu sistemin varlığının halktan bu denli gizlenmesi son derece dikkat çekicidir.

Erken cumhuriyet döneminde Atatürk’ün uygulamaya çalıştığı, kısmen uyguladığı, kısmen de CHP programı içerisine yerleştirilmiş bir sistem olarak kalan korporatizm diğer korporatist anlayış ve uygulamalardan kesinlikle ayırmak gerekir. Kemalist korporatizm ne bugünkü haliyle Avrupa sosyal demokratlarının küresel sermayeye payanda olmak üzere toplumları aldatmak için yarattıkları ve fikir babalığını da Anthony Giddens’in yaptığı üçüncü yol’dur, ne de Türklüğü ırki anlamda değerlendiren dokuz ışık yaklaşımıdır. Bu iki yaklaşımdan birincisi uygulandığı ülkenin mesleki örgütlerini küresel sermayeye bağlayarak ondan emir almaya yöneliktir ki bu da sömürü ve faşizme götüren yol demektir. İkinci seçenekte ise milleti ırk ve soy özelliklerine göre tanımlayan ve kaçınılmaz olarak da aynı ırktan olmayanları ötekileştiren bir anlayış yine ister istemez faşizme yol açabilecek anlayışlardır. Ayrıca Kemalizm’in laiklik ilkesi toplumun dini anlayışlara göre ötekileştirilerek devlete hâkim olabilecek dini anlayışın diğer anlayışları bastırmasını ve toplumun diğer kesimlerinin yaşam şekillerine müdahale ederek yine faşist bir anlayışın ülke yönetimine hâkim olmasını engeller. Yine unutulmamalıdır ki Anthony Giddens tarzı korporatizmin (sözüm ona sosyal demokrasinin) dine yaklaşımı ılımlı Hıristiyanlık (Protestanlık) ikliminde olup, bu anlayışın Türkiye’de de arzuladığı dini yaklaşım ılımlı Müslümanlıktır. Ilımlı Müslümanlıksa Türkiye’de toplumsal kültür gruplarının yaşam biçimlerine müdahale ederek faşist bir iklimi egemen kılmaktadır.

Faşizm uygulamasının arkasında daima finansal bir destek ya da başka bir deyişle küresel sermaye bulunması gerekmektedir. Küresel sermayeyi arkasına alan her sistem günün birinde faşizme dönüşebilir. Ancak Küresel sermayeye karşı direnen ve savaşan antiemperyalist Kemalist anlayışın arkasında hiçbir şekilde küresel çıkar grupları ve sermayesi olmamıştır. Dönemin zaman zaman maruz kaldığı otoriter uygulamalar yeni kurulmuş halkın meclisini olan ve cumhuriyeti ağırlıkla yabancı destekli kalkışmalara yöneliktir.

Bugünlerde önümüzdeki manzara şudur: İktidarıyla muhalefetiyle batının sistemi olan liberal kapitalist sistem ortak bir çözüm şekli olarak kabul edilmekte ve olması gereken sistem ve muhalefet etme anlayışı göz ardı edilmektedir. Özellikle ana muhalefet, liberal kapitalizmin adını sosyal demokrasi olarak değiştirmiş ve emperyalist sistemi halka şirin gösterme çabalarına girişmiştir. Yine Kemalist düşünce boşluğundan istifadeyle muhalefet ettiğini öne süren marjinal ancak ulusalcı olarak kabul gören kesimin tüm etkinlik ve muhalefet hareketine konjonktür gereği önderlik eden bir konumda ama Marksist bir çizgide yukarıda tarif edilen manzarayı tamamlamakta ve siyasetin bir trajikomik tiyatro oyununa dönüştürmesine katkı sağlamaktadır.

İnancımız odur ki gerçek Kemalistler yine ortaya çıkacak ve halka kendilerini anlatarak önderliği yeniden ele alacaklardır. Yine inancımız odur ki; bir gün Atatürk’ün bu saklı ideolojisi birkaç akademisyenle aydının (bu aydın Grubunun içerisinde II. Cumhuriyetçi liberaller de bulunmaktadır.) birbirlerine sattıkları paslaştıkları bir bilgi olmaktan çıkarılacak ve halkımız aydınlatılacaktır.

Ziya Gökalp’in Demokrasi anlayışı:

Bu kitapta sıkça erken cumhuriyet döneminin Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura gibi düşünürlerden oldukça etkilendiğini belirttik. Her ne kadar erken cumhuriyet dönemi yeni kurulan cumhuriyete karşı çeşitli direniş ve isyanlarla karşı karşıya kalarak olağanüstü bir dönem yaşanmışsa da zaman zaman yaşanan otoriter uygulamaların dışında demokrasiyi kendisine şiar edinen bir rejim ortaya koymuştu. Bu demokrasi anlayışına solidarist demokrasi de denilebilirdi ve doğal olarak bu anlayış liberal kapitalist anlayıştan önemli farklılıklar gösteriyordu. Bu bilgilendirme tahtında şimdi de Ziya Gökalp’in demokrasi anlayışına bir göz atmayı yararlı görüyoruz.

Ziya Gökalp liberal sistemle dayanışmacılığı karşılaştırırken bireyin sadece kendisine değil, topluma karşı da sorumlulukları olduğu kanısındadır. Umumculuk (1923) başlıklı makalesinde bireycilik ve dayanışmacılığı iki karşıt ahlaki felsefe olarak ortaya koyar ve bireycilik için; çıkarcılık, iktidar, gösteriş ve statü tutkusu özelliklerini sıralarken karşısına koyduğu diğer anlayış için de toplumsal hizmet ve dayanışmacı erdemi öngörür. Bu tarzda tanımladığı ‘umumculuğu’ (kamuculuğu, gerçek demokrasinin bir öncülü olarak kabul etmektedir. Gökalp’in demokrasi ideali liberal demokrasi değil, bireysel özgürlüğün toplumsal dayanışma ve kamu çıkarını olumsuz etkilemediği oranda anlam kazandığı solidarist demokrasidir. Bu kamuculuk anlayışı toplum yararını gözetme anlamını taşımaktadır.

Taha Parla’ya göre Gökalp’in demokrasi görüşü liberal anlayışlardan oldukça farklıdır. Savunduğu rejim, demokrasi kavramı karşılığı kullandığı ‘halkçılık’tır. Demokrasinin cahil kitlelerin değil ama ‘biz halkız’ demeleri nedeniyle halkı oluşturan seçkinleri yönetimi olduğunu kategorik olarak ifade etmektedir. Burada göz ardı edilmemesi gereken konu Gökalp’in halkı avam ya da hevam (parazit) ayrımı çerçevesinde görmediği gibi, bir tür vesayetçi ikamecilik (yerine koyma) anlayışıyla da kategorize etmediği olmalıdır. Gökalp (toplumla F.K.) öznel özdeşleşmeyi sadece seçkinlerin ‘biz halkız’ demeleriyle sınırlamaz, toplumun tüm zümrelerine yaygınlaştırır. Yani kendini halktan sayan herkes halktır, halktandır. Gökalp halkçılık tabirini iki farklı anlamda kullanmaktadır. Biri orta sınıflar anlamında, diğeri ise organizmacı ve kapsayıcı bütünlük, ya da tesanüt (dayanışma) içindeki bir birliktir. Gökalp’in halkı tanımlama biçimi şöyledir; ‘Türkiye’de halk unvanını yalnız bir sınıf inhisarı altına alamaz. Zengin olsun, fakir olsun herkes halktandır. Halkın içinde sınıf imtiyazları yoktur…’ Bir başka ifadesinde de Sovyetler Birliği ile Türkiye’deki sistem farklarını açıklamak için şöyle der. ‘Rusya’da hükümet silahlı proletaryanın denetimi altındadır. Buna karşılık Türkiye’de hükümet ve ordu kolektif vicdanın kaynağı ve temsilcisi olan Büyük Millet Meclisinin denetimi altındadır.’ Gökalp’e göre hakiki hükümet telakkisi asla tahakküme istinat etmez, (dayanmaz) devletin kamu yararını düzenlemesi ve koruması esasına dayanır.

Görülmektedir ki Ziya Gökalp’in demokrasi anlayışı sosyalist sisteme göre çok daha kapsayıcı ve daha özgürlükçüdür. Çünkü bu özgürlük hiçbir sınıfın diğer sınıflar üzerinde tahakkümünü önermez. Bunun yanı sıra da bahsedilen özgürlük liberalizme göre çok daha fazla sorumluluk ve bağlayıcılık içerir. Bundan yola çıkılarak rahatlıkla denilebilir ki; erken cumhuriyet dönemi bir takım kuruluş sancılarının yani zaman zaman uygulanmak zorunda kalınan otoritarizm dışında yukarıdaki görüşü benimsemiştir. Ancak Atatürk’ün yanındaki kadro uygulamayı anlayamamış, İnönü-Bayar çekişmeleri sistemin uygulanabilmesine engel olmuştur.

Tam bağımsızlıkçı bir iktidar geldikten sonra Atatürk’ün cumhuriyetin erken döneminde uygulama fırsatını bulamadığı, ancak CHP programında net ifadelerle gördüğümüz bu sistem yeniden gündeme getirilmelidir. Aksi halde bilinmelidir ki liberal kapitalist ve sosyalist sistemler küresel sermayenin yarattığı global sistemler, Solidarizmse 650 senelik Türk kültürü ile sentez haline getirilmiş bir sistemdir.

[1]http://acikerisim.tbmm.gov.tr:8080/xmlui/handle/11543/166

[2] Ulu Önder’in Ankara’yı önce Milli Mücadele ve Ulusal Kurtuluş Savaşımızın üssü, daha sonra da yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti seçmesinin üçüncü ve en önemli nedeni Ankara’nın 14’ncü yüzyılda yaşadığı Cumhuriyet ve demokrasi tecrübesidir. Selçuklu Devleti yıkıldıktan sonra Anadolu’nun diğer yörelerinde Beylikler kurulurken, Ankara’da Ahiler tarafından “fütüvvet”[2] olarak nitelenen bir anayasa temelinde demokratik esaslar ve paylaşım felsefesine dayalı bir Cumhuriyet devleti kurulmuştur. Bu dönemden aktarılan cumhuriyet ve demokrasiye dayalı organizasyon (örgütlenme) kabiliyeti ve tecrübesi Ankara halkını kendi ayakları üzerinde durmaya sevk ederken, Ulu Önder’in Ankara’yı seçmesinde başlıca etkenlerden birisi olmuştur.( Bilge Dergisi Sayı 35 (kış.2002)

[3] Bilge Dergisi Sayı 35 (kış.2002)

[4] Atatürk’ün anıları, İbrahim Sarı, sf.47

[5]Ziya Gökalp Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, Taha Parla, Deniz Yay. 2009, sf:109

[6] Ziya Gökalp Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, Taha Parla, Deniz Yay. 2009"

Editör: Yadigar Hanım