Bir hafta evvel bir grup Vanlı iş insanının düzenlediği dostluk yemeğinde eskimeyen başbakanlardan Ahmet Davutoğlu’nu dinleme şansım oldu. Van, Ahmet Davutoğlu’nun en çok ziyâret ettiği ilimiz. Vanla kurduğu gönül bağı, hiç bozulmamış.

On yıl evvel 2009’da yaptığı bir konuşmayı dinleyen rahmetli Halil İnalcık’ı, “Bu genç adam, beni nasıl okumuş böyle!” diye şaşırtan Davutoğlu, işini yapmaya devam ediyor. Yâni hocalığa.

İnalcık’ı derinlemesine okuyan Ahmet Hoca, “Stratejik Derinlik’i okumadan tahfif edenlere rağmen ders vermeye devam ediyor. Anlatıyor, aydınlatıyor. Onu târih sahnesinden silmeye çalışanların, o konuştukça niye paniklediğini, rûberû dinleyince daha iyi anladım."

“Soran mı var? Niye konuşuyor?” diye alay edenlerin, şunu bilmesi gerekiyor:

Millet, talep ediyor; “Stratejik güç, o gücü uygulayacak millete güven ile gerçek hüviyetini kazanır.” diyen adam da konuşuyor. Bu kadar!

Bu yazıyı okuyunca “Hâlâ mı stratejik derinlik?” diye soracaklara, peşinen, kitabın yazarının verdiği cevâbı vereyim: ”Okudunuz mu?”

Daha da önemlisi, doğru okudunuz mu? Anladınız mı?

Çünkü “Emevî Câmisi’nde namaz kılacağız.” sözünün kime âit olduğunu bir tıkla öğrenme zahmetine girmeyenlerin, kitabı okuduklarını zannetmiyorum; okudularsa da derinlemesine okuduklarını zannetmiyorum.

Ahmet Hoca, Başbakan olduğunda hem sevinmiş hem üzülmüştüm.

Üzülmüştüm; çünkü siyâset, ona göre değildi. İktidar-muhâlefet cepheleşmesi, siyâset üstü düşünen bir akademisyene göre değildi. Bu bakış açısı, bu akıl, siyâsete ağır gelirdi; hazımsızlık yapardı. İktidar aklı başka, devlet aklı başka işliyordu çünkü. Nitekim, “Rabbim sizi, kendi partinizin şerrinden korusun.” diye yazmıştım.

Sevinmiştim; çünkü siyâsetin, bu akıla ihtiyacı vardı. Davutoğlu, Cumhurbaşkanı tarafından ataması onaylanmış herhangi bir başbakan değildi. Hem teorik hem de pratik olarak diplomasinin içinden geliyordu. En mühimi, slogan atmıyor; târih okuyordu.

2016, son derece stratejik bir yıldı. Sykes-Picot Anlaşması’nın 100., Mercidâbık Zaferi’nin 500. yılıydı. İtalya’da La Stampa gazetesi bile Cerablus Operasyonu’ndan on gün önce Mercidâbık Savaşı’na bir sayfa ayırıp şöyle demişti:

“Halep yakınlarında Memlûklülere karşı kazandıkları bu 1516’daki zaferle Osmanlı bütün Ortadoğu’yu aldı. Savaştan sonra Arap devletlerinin ortaya çıkması için dört asır beklemek gerekti. Savaş, bazı coğrafyaları böyle kendisine mesken ediniyor. Oraya yerleşiyor ve yüzyıllar sonra dahi aynı mekânları kanla suluyor. Beş yüzyıl önce 24 Ağustos’ta tam Mercidabık’ta, Araplar için böyle işte geri dönüşü olmayan bir târih dramı yaşanmıştı.”

Sınırlar yeniden çizilirken en büyük fitne, Osmanlı düşmanlığı, Türk düşmanlığıydı. Elin oğlu, bir asır evvel Mercidâbık ve Ridâniye’yi, Arapların felâketi olarak göstermeyi başarmıştı. Bu oyunu, tekrar sahaya sürüyordu.

Sykes-Picot’nun 100. yılından 5 yıl evvel Irak’ı ziyâret eden Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, şu açıklamayı yapmıştı:

“Bizimle sizin arasındaki sınırı biz çizmedik; siz de çizmediniz. Yabancılar çizdi. Eğer bu çizgiyi birkaç kilometre aşağıda çizselerdi bugün bizim heyette olan birçok kişi sizin heyetinizde yer alacaktı; eğer yukarıda çizilmiş olsaydı sizin heyettekilerden bazıları, bizim heyette olacaktı. Bu çizginin politik olarak bir anlamı vardır. Ancak diğer açılardan hiçbir önemi yoktur. Çünkü iki taraf da kardeştir.”

Davutoğlu, rahmetli Karakoç’un, “Bu sınırı kimler çizmiş gönlüme? Dar geliyor dar geliyor gardaşım” mısrâlarını, diplomasi diliyle tekrar ediyordu.

İki tarafın kardeşliği tehlikeliydi. Düşman kalmalıydık. Düşman kalmamızı isteyenlerin en önemli dayanağı, hem içerideki hem dışarıdaki Osmanlı düşmanlığıydı. Oysa biz, Osmanlı’dan önce de bölgede vardık. Selçuklu olarak vardık, Memlûk olarak vardık, Tolunoğulları olarak vardık. Bu derinliği, idrâk etmeliyiz. Birilerinin bunu unuturmaya çalışması ne kadar tehlikeliyse bizim de Osmanlı’ya takılıp Ortadoğu’da ondan önceki Türk varlığını görmememiz, o kadar tehlikelidir.

Nitekim Davutoğlu’nun, bir Mısır ziyâreti esnâsında, Yavuz’un Mısır’ı fethetmesini bir felâket, bir işgal olarak gören ve aramızda bir bağ olmasını reddeden meslektaşına verdiği cevâba hayran oldum. Davutoğlu, Osmanlı’dan önce Mısır’ı işgal eden Memlûkleri, İhşidleri, Fâtımîleri, Abbasîleri, Emevîleri, Romalıları hatırlatarak, “O zaman hepsini reddederseniz sizin târihiniz nerede?” diye sormuş.

İşte, târih bilmek budur.

Elin oğlunun, sınırları yeniden çizmek için Ortadoğu’yu kan gölüne çevirmesini, Davutoğlu’nun stratejik derinliğine bağlamak, son derece dar ve art niyetli bir bakış açısıdır. Haritayı yeniden çizenlerin ekmeğine yağ sürmektir.

Toplumsal kaygılarımızda en mühim yol gösterici, târih ilmidir. Şâir diyor ya, “Dön ardına bir bak hele / Hâtırana neler gele” İşte bu hâfıza tâzeleme, psikolojimizi güçlendirir. Dayanma gücümüzü arttırır. Kaygılarımızı yok eder.

Ama bunun için tutarlı olmamız lâzımdır.

Târihi doğru okumaz, günlük siyâsete malzeme yaparsak kaygılarımız, paniğe dönüşür. Hatâ üstüne hatâ yaparız. Meselâ; hem 2018’i Truva yılı i’lân edip hem de Truvalı Helen kıyâfeti giyen büyükelçimize hâin muamelesi yapmak, tutarsızlıktır. Meselâ; Fahreddin Paşa’ya dil uzatan Türk düşmanı BAE bakanına haddini bildirip, 100. yılında Medine Müdâfaası hakkında tek kelime etmemek, tutarsızlıktır.

“Yayı hakkınca gerebilen toplumlar oku da istediği uzaklığa, istediği zamanlama ile gönderebilen toplumlardır. Ne yayı unutarak oku, rastgele sağa sola gönderenler ne de oku unutarak yayı sürekli sloganik tarzda germekle uğraşanlar uzun dönemli kimlik ve strateji oluşturabilirler.” diyen Ahmet Hoca, slogan atmıyor.

Târihi, doğru okuyor.

Târih, hepimizin târihi; devlet, hepimizin devleti. Dinleyelim derim.