MHP OLAĞANÜSTÜ KONGRESİNE İLİŞKİN MAHKEME KARARI

Prof. Dr. Murat SEZGİNER

Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Büyük Kongre Delegelerinden 531 kişi, Tüzük değişikliği talebi ile olağanüstü kongre yapılması talebiyle, noter onaylı olarak, parti genel merkezine başvuruda bulunmuştur. Bu talebe resmi bir cevap verilmemiş olmakla birlikte, bizzat genel başkan tarafından, kaç delege talep ederse etsin olağanüstü kongre yapılmayacağı kamuoyuna açıklanmıştır.

Konuya ilişkin mevzuat hükmü, esasen 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 14/6 ve MHP Tüzüğünün 63/3 maddesidir. Kanunun “Büyük Kongre” başlıklı 14. Maddesi 6. Fıkrasına göre; “Olağanüstü toplantılar, genel başkanın veya merkez karar ve yönetim kurulunun lüzum göstermesi veya büyük kongre üyelerinin en az beşte birinin yazılı istemi üzerine yapılır.” Tüzüğün 63/3. Maddesi ise şu şekildedir; “Olağanüstü Büyük Kongre toplantılarına ise Genel Başkan ve Merkez Yönetim Kurulunca gerek görülen hallerde veya Büyük Kongre delegelerinin en az beşte birinin imzaları ile birlikte noterce onaylı yazılı talebi üzerine çağrılabilir.” Taraflar arasındaki uyuşmazlığın esası bu iki hükümden ibarettir. Kanunun hükmü açık olmakla birlikte, davalı MHP Genel Merkezi, Parti Tüzüğünün kongre yapılıp yapılmaması konusunda bir takdir yetkisi verdiğini, dolayısıyla beşte bir delege tarafından yapılan talebin doğrudan kongre yapılmasını gerektirmediğini ifade etmektedir.

Ankara 12. Sulh Hukuk Mahkemesi’nin 8.4.2016 tarih ve E.2016/280, K.2016/660 sayılı kararı ile Siyasi Partiler Kanunu hükmüne uygun olarak “Olağanüstü kongre çağrısı yapmak üzere 3 üyenin görevlendirilmesi talebinin kabulüne” karar verilmiştir. Bu aşamada çözümlenmesi gereken sorun, parti tüzüğünün nasıl olup da uyuşmazlıkta göz ardı edildiği ve Siyasi Partiler Kanunu hükmünün uyuşmazlıkta doğrudan uygulandığıdır. Birçok hukukçu dahi, parti tüzüğü hükmünün yürürlükte olduğu sürece uygulanması gerektiğini ifade etmektedir. Davalı MHP Genel Merkezi de savunmasında, tüzüğün siyasi partiler Kanununa aykırı olması durumunda, bu aykırılığın ancak Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından partinin ihtar edilmesi için Anayasa Mahkemesi’ne başvurması ve Mahkemenin ihtar etmesi suretiyle düzeltilebileceğini; bu olmadığı sürece de tüzük hükmünün göz ardı edilemeyeceğini iddia etmektedir. Bu görüş doğru mudur?

Konuya ilişkin fikir beyan etmek için asgari bir hukuk bilgisine sahip olmak gerekir. Hukuk düzeni çeşitli kurallardan (normlardan) oluşur. Her türlü hukuk kuralının tabi olduğu temel norm anayasadır. Anayasaya uygun olmak şartıyla, Kanun (Kanun Hükmünde Kararname ve uluslar arası antlaşmalar), Tüzük ve Yönetmelikler hukuk düzenini oluşturur.

İdarenin düzenleyici işlemlerinden biri olan tüzük, Bakanlar Kurulu tarafından yapılan genel, soyut, sürekli ve kişilik dışı bir hukuki tasarruftur. Tüzüklere “nizamname” adı da verilir. Anayasa’nın 115. maddesine göre, “Bakanlar Kurulu, kanunun uygulanmasını göstermek veya emrettiği işleri belirtmek üzere, kanunlara aykırı olmamak ve Danıştay’ın incelenmesinden geçirilmek şartıyla tüzükler çıkarabilir. Tüzükler, Cumhurbaşkanınca imzalanır ve kanunlar gibi yayımlanır.”Bu hükme göre tüzük çıkarma yetkisi, Bakanlar Kurulu’na aittir. Bakanlar Kurulu dışında bir başka makamın tüzük çıkarması mümkün

değildir. Anayasaya göre, tüzükler kanunlara aykırı olamazlar. Anayasa’nın bu hükmünü, diğer üst kaynaklar şeklinde anlamak lazımdır. Tüzüklerin, yargısal denetimi ise 2575 sayılı Danıştay Kanunu’nun 24. maddesi uyarınca Bakanlar Kurulu kararlarına karşı açılacak davalarda ilk derece mahkemesi olarak görevli olan Danıştay tarafından yapılır.

Türk hukukunda en yaygın düzenleyici işlem türü olan yönetmelik de tüzük gibi, idare tarafından çıkarılan genel, soyut, sürekli ve kişilik dışı bir hukuki tasarruftur. Yönetmeliklere “talimatname” adı da verilir. Anayasa’nın 124. maddesine göre, “Başbakanlık, bakanlıklar ve kamu tüzelkişileri, kendi görev alanlarını ilgilendiren kanunların ve tüzüklerin uygulanmasını sağlamak üzere ve bunlara aykırı olmamak şartıyla, yönetmelikler çıkarabilirler. Hangi yönetmeliklerin Resmî Gazetede yayımlanacağı kanunda belirtilir.”Görüldüğü gibi yönetmelik çıkarma yetkisi, başbakanlık, bakanlıklar ve kamu tüzel kişilerine tanınmıştır. Yönetmelikler, kanun, tüzük ve diğer üst kaynaklara aykırı olamaz. Yönetmelikler, hukukun genel hükümlerine de aykırı olamaz. Yönetmeliklerle, kanuna aykırı hükümler getirilemeyeceği gibi1; kanun hükmünün daraltılması2; kanun hükmünün genişletilmesi3; dayanağı olan kanunda yer almayan ya da öngörülmeyen birtakım hususların yönetmelikle düzenlenmesi4 mümkün değildir.

İdarenin, tüzük ve yönetmelik gibi esasları Anayasa ile belirlenmiş düzenleyici işlemleri yanında, yapılış usulü herhangi bir yasal düzenlemeye dayanmayan düzenleyici işlemleri de bulunmaktadır. Karar, kararname, tebliğ, genelge, yönerge, talimatname, sirküler, tamim ve tarife gibi çeşitli adlarla anılan bu düzenleyici işlemler, idarenin düzenleme yetkisine dayanarak yaptığı yönetmelik benzeri tasarruflardır. Kanun, tüzük ve yönetmeliklerde herhangi bir şekilde düzenlenmeyen bir konuda adsız düzenleyici işlem yapılamaz. Adsız düzenleyici işlemler, dayandıkları üst hukuk normunun ortadan kalkmasıyla geçerliliklerini kaybederler. Kanun, tüzük ve yönetmeliklerin uygulanmasını göstermek için yapılan adsız düzenleyici işlemler, bunlara aykırı hükümler taşıyamaz; bunları değiştiremez; bunların uygulamasını askıya alamaz. Adsız düzenleyici işlemler, kurallar hiyerarşisinde tüzük ve yönetmeliklerin altında yer alırlar.5

Hukuk Fakültesi 1. Sınıf öğrencilerinin ilk tanıştığı kavramlardan birisi “normlar hiyerarşisi” kavramıdır. Türk İdare Hukuku adlı eserde konu şu şekilde açıklanmıştır6;

“Hukukun kaynakları arasındaki hiyerarşide en tepede Kelsen’in ifadesi ile temel norm olarak adlandırılan “anayasa” yer alır ve diğer kaynaklar buna aykırı olamaz. Bu duruma anayasanın normatif üstünlüğü adı verilir. Yasama organı ise, yasama yetkisinin asliliği (yasama yetkisinin genelliği ve ilkelliği) ilkesi uyarınca, herhangi bir konuda araya herhangi bir işlem girmeksizin düzenleme yapmak yetkisine sahiptir. Başka bir ifade ile yasama organı anayasaya aykırı olmamak kaydıyla dilediği her konuyu kanun ile düzenleyebilir. Yasama

organı ile yürütme organı arasındaki temel fark da buradadır. Zira kural olarak yürütme organı, çok genel olarak bile olsa, anayasa ve kanunla düzenlenmemiş herhangi bir konuda tüzük, yönetmelik ya da diğer bir idari işlemle düzenleme yapamaz. Dolayısıyla Bakanlar Kurulu’nca yapılan tüzükler, anayasa ve kanunlara; hiyerarşik bakımdan daha altta yer alan yönetmelikler ve diğer düzenleyici işlemler ise sırayla tüzüklere, kanunlara ve anayasaya aykırı olamaz. Bu sıralanışa kurallar (normlar) hiyerarşisi adı verilir. Kurallar hiyerarşisi altta yer alan normun hukuka uygunluğunun tespiti bakımından önemlidir. Zira bu hiyerarşi içinde daha az soyut olan kaynak, daha çok soyut olana ve nihayet en üstte yer alan kaynağa aykırı olamayacaktır.”

Normlar hiyerarşisi, hukuk kuralının uygulanması bakımından da dikkate alınmakla birlikte, önemli bir ayrıntının gözden kaçmaması gerekir. Hukuk kurallarını uygulayacak kamu görevlileri, bir hukuk normunun, mesela yönetmelik veya tüzük hükümlerinin kanuna aykırı olduğu kanaatinde olsa bile yine de bu kurallara uygun hareket etmek zorundadır. Kamu görevlileri, yönetmeliğin tüzüğe veya kanuna; tüzüğün kanuna ve nihayet kanunun anayasaya aykırı olduğunu tespit etmek suretiyle bu kuralları uygulamaktan imtina edemez. Oysa yargı organları bunun tam tersine normlar hiyerarşisine sıkı sıkıya bağlı bir şekilde, bir alt sıradaki kuralın üst sıradaki kurala aykırı olduğunu tespit ettiğinde, üst sıradaki kuralı uygulamakla yetkili ve görevlidir. Bu konuda yine Türk İdare Hukuku adlı eserdeki şu değerlendirmeye bakmak gerekir;

“Hukuk kuralının uygulanması o konuda en az soyut olandan (en somut olandan) başlanılarak yapılır. Bu çerçevede kamu hizmetinin yürütülmesinde idare hukuku kurallarını uygulayacak olan kamu görevlilerinin, somut bir olayda, konuyu düzenleyen yönetmelik hükmü varsa, tüzükten ya da kanundan önce, yönetmelik hükmünü uygulamaları zorunludur. Diğer taraftan Anayasa’nın 137. maddesinde yer alan “kamu hizmetlerinde herhangi bir sıfat ve suretle çalışmakta olan kimse, üstünden aldığı emri, yönetmelik, tüzük, kanun veya Anayasa hükümlerine aykırı görürse, yerine getirmez ve bu aykırılığı o emri verene bildirir” hükmü de hem kurallar hiyerarşisinde yönetmelikten anayasaya bir sıralama yapmış; hem de kuralları uygulayacak kamu görevlisine bu sıra çerçevesinde, kendine verilen emrin hukuka uygun olup olmadığını sorgulama yükümlülüğü yüklemiştir. Ancak hemen belirtelim ki kamu hizmetinin yürütülmesinde idare hukuku kurallarını uygulayacak kamu görevlisine verilen bu yetki, hukuka aykırılığı amirine bildirmekle sınırlı olup, kamu görevlilerinin kuralın bir üst sırada yer alan, daha çok soyut kaynağa aykırı olması halinde, onun üstünde yer alan kaynaktaki kuralı re’sen uygulama yetkisi bulunmamaktadır.

Hukuka uygunluk denetimi yapan idari yargı hâkimi de denetimde kurallar hiyerarşisine uygun davranmalıdır. Bir başka ifadeyle idari yargı hâkimi, uyuşmazlığı çözerken idari eylem ya da işlemi sırasıyla en somut (altta yer alan) düzenlemeden başlayarak en üstte yer alan Anayasa’da hüküm altına alınan, idare hukuku kurallarına uygun olup olmadığını denetleyecektir. Hukuka uygunluk denetimi yapan idari yargı hâkimi, idare hukuku kurallarını uygulayan kamu görevlisinden farklı olarak altta yer alan daha somut kural, üstte yer alan daha soyut kurala aykırı ise alt normu ihmal edip, yapılan eylem ya da işlem alt norma uygun olsa dahi, üst norma aykırılık nedeniyle eylem ya da işlemin hukuka aykırılığına karar verebilecektir. Bu uygulamanın istisnası hâkimin kanun hükmünü anayasaya aykırı bulması

halinde uyuşmazlığı bekletici mesele yapıp, anayasaya aykırılık iddiasını, Anayasa Mahkemesi’ne götürmesi zorunluluğudur.”7

İdari yargıda görev yapan hâkimler bakımından yapılan bu değerlendirme, adli yargıda görev yapan hâkimler bakımından da aynen geçerlidir. “Hâkim bir davada uygulanacak tüzük hükmünün kanuna aykırı olduğu kanısına varırsa, kanuna aykırı tüzük hükmü yerine kanun hükmünü uygular.”8

Tüzüklere ilişkin bu içtihat, yarım asrı aşkın bir süredir, Türk Hukukunda geçerlidir. Bu hususun her hukukçu tarafından bilindiği kabul edilir. 1961 Anayasası sonrasında, Anayasada düzenlenmiş bulunan tüzük hükümleri ile kanunun çatışması halinde nasıl bir yol izleneceği Yargıtay Hukuk Genel Kurulu tarafından ortaya konmuş; Yargıtay Dava Daireleri de bu içtihat doğrultusunda bu güne kadar karar vermiştir. Hukuk mahkemesi hâkiminin tüzük hükmünü ihmal ederek doğrudan kanunu uygulaması şu bakımdan önemlidir: Esasen tüzüğün kanuna uygun olup olmadığını denetleme ve tüzüğü iptal etme yetkisi Danıştay’a aittir. Buna rağmen, hukuk mahkemesi hâkimi, önüne gelmiş bulunan uyuşmazlığı çözmek bakımından doğrudan Kanun hükmünü uygulama yetkisine sahiptir. Bu durumda tüzük yine yürürlükte kalacak olmakla birlikte, hukuk mahkemesi önündeki somut uyuşmazlıkta uygulanamayacaktır.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 1961 Anayasası sonrasında aldığı karar şu şekildedir; “Hâkimin incelediği belli bir olayda tüzük hükmünün kanuna aykırılığı söz konusu olduğu takdirde ne yolda karar verilmesi gerektiği Anayasa hükümlerinden çıkmaktadır. Anayasanın 107. Maddesinde (1982 Anayasası md.115) tüzüklerin kanunlara aykırı olamayacağı gösterilmiş, 132. Madde hükmü (1982 Anayasası md.138) ile de hâkimin önce Anayasaya, sonra kanuna, daha sonra hukuk kurallarına ve nihayet vicdani kanısına göre karar vereceği esası kabul edilmiştir. Mesele, Anayasanın getirdiği bu sisteme göre incelendiği takdirde kanunu uygulamakla ödevli olan hakimin kanuna aykırı tüzük hükmü yerine kanun hükmünü uygulayacağı sonucu kendiliğinden meydana çıkmaktadır…İdarenin Anayasa hükümlerine dayanarak çıkardığı bir tüzüğün iptali için idari yargıda dava açılması zorunluluğu varsa da belli bir olayda tüzük yerine kanun hükmünün uygulanmasının sağlanması için buna ihtiyaç yoktur. Anayasanın 132. Maddesinde hâkimin hukuku da uygulayacağı bildirilmiştir. Buradaki (hukuk) sözü, yorum kurallarını ve özel olarak bir hükmün yorumunda özü ile sözünün beraber göz önünde tutulması ve hükmün sadece sözüne sarılarak onun özüne, amacına aykırı sonuçlar doğurabilecek bir yolda yorumlanmaması kuralını, kuralar zincirine göre aşağı halkada bulunan bir kuralın (mesela tüzüğün yahut yönetmeliğin) yukarı halkada bulunan diğer bir kurala (mesela yasaya) aykırı olamayacağı ve aykırılık halinde yukarı halkada bulunan kuralın (mesela tüzüğün kanuna aykırılığı halinde tüzük yerine kanunun) uygulanacağı kuralını…anlatmaktadır. Bu konu, Anayasa tasarısının Temsilciler Meclisindeki görüşülmesinde de ortaya atılmış, gerek üyeler, gerek komisyon üyeleri,

hâkimin, incelediği bir davada kanuna aykırı tüzük hükmün uygulamayacağı görüşünde birleşmişlerdir.”9

Aynı şekilde bir diğer karar da şu şekildedir, “Bir yasanın açık buyruğuna aykırı olan veya orada yasaklanmayan fakat yasanın buyruğundakinin aksine olan tüzük ve yönetmelikler geçerli değildir. Mahkeme bu durumda geçersiz olan tüzük yerine Anayasanın 132. Maddesinin buyruğuna uyarak düzenleyici hukuk işleminde geçerli olan üstün kuralı uygulamakla yükümlüdür. Adalet Mahkemesi, HGK’nun ve dairemizin yerleşmiş uygulamasına göre, davayı durdurarak tüzük veya yönetmelik kurallarının yasaya aykırı bölümünün iptali için yanların (tarafların) idare mahkemesinde dava açmasını isteyemez. HGK’nun 26.3.1963 günlü kararıyla Dairemizin 25.1.1963, 25.5.1964 ve 30.9.1969 günlü kararları bu yoldadır.”10

Bazıları için sıkıcı, bazıları için ise öğretici bu uzun girişten sonra, mevcut uyuşmazlıkta, konunun daha iyi anlaşılacağı açıktır.

Siyasi parti veya dernek tüzükleri, Anayasanın 115. Maddesinde düzenlenmiş olan tüzükler ile sadece isim bakımından benzerlik gösterir. Bu tüzel kişiliklerin tüzükleri, kendi iç işleyişlerini düzenlemek bakımından, yine kendileri tarafından yapılan düzenlemelerdir. Hiç şüphesiz, parti organları bu tüzük hükümleri ile bağlıdır. Anayasada düzenlenmiş olan tüzükler ise Bakanlar Kurulu tarafından kanunların uygulanmasını ve emrettiği işleri belirtmek için çıkarılan, kanundan sonra ve diğer düzenleyici işlemlerden önce gelen bir normdur. Buna göre, siyasi parti tüzüğü, normlar hiyerarşisi bakımından Kanundan sonra geldiği gibi, Anayasanın 115. maddesindeki tüzükten ve hatta Anayasanın 124. Maddesinde düzenlenen yönetmeliklerden dahi sonra gelir. Siyasi parti veya dernek tüzüğü de hukuk düzeninin bir parçası olmakla birlikte, Anayasa ile esasları belirlenen hukuk kurallarına uygun olmak zorundadır. Bu sebeple de, herhangi bir uyuşmazlıkta, Anayasanın 115. Maddesinde düzenlenmiş bulunan bir tüzük hükmü kanuna aykırı ise hâkim tarafından ihmal edilip doğrudan kanun hükmü uygulanırken; hiyerarşik olarak çok daha alt sıradaki siyasi parti tüzüğü kanuna aykırı ise neden hâkim tarafından uygulansın?

Davalı MHP Genel Merkezi’nin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının Anayasa Mahkemesine ihtar için başvuru yetkisine yaptığı vurgu, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 1963 yılında verdiği ve bu güne kadar değişmemiş içtihadı karşısında hiçbir anlam ifade etmez. Hukuk Genel Kurulu ne diyordu? “İdarenin Anayasa hükümlerine dayanarak çıkardığı bir tüzüğün iptali için idari yargıda dava açılması zorunluluğu varsa da belli bir olayda tüzük yerine kanun hükmünün uygulanmasının sağlanması için buna ihtiyaç yoktur.” İşte bu içtihat sebebiyle, siyasi parti tüzüğüne ilişkin, Anayasa Mahkemesinin Başsavcının başvurusu üzerine ihtar yetkisi mevcut olmakla birlikte, bu yetkinin kullanılmamış olması, tüzük yerine kanun hükmünün uygulanmasına engel değildir. Kaldı ki, Başsavcıya verilmiş bulunan başvuru ve Anayasa Mahkemesi’nin ihtar yetkisi, Anayasa Mahkemesi’nin 11.6.2009 tarih ve E.2008/5, K.2009/81 sayılı kararı11 sebebiyle yaptırım etkisini kaybetmiş bir düzenlemedir.

Siyasi Partiler Kanunu’nun 104. Maddesi şu şekildedir; “Bir siyasi partinin bu Kanunun 101 inci maddesi dışında kalan emredici hükümleriyle diğer kanunların siyasi partilerle ilgili emredici hükümlerine aykırılık halinde bulunması sebebiyle o parti aleyhine Anayasa Mahkemesine, Cumhuriyet Başsavcılığınca re’sen yazı ile başvurulur./ Anayasa Mahkemesi, söz konusu hükümlere aykırılık görürse bu aykırılığın giderilmesi için ilgili siyasi parti hakkında ihtar kararı verir.” Bu düzenlemenin devamında şu hüküm yer almaktaydı: “Bu yazının tebliği tarihinden itibaren altı ay içinde aykırılık giderilmediği takdirde, Cumhuriyet Başsavcılığı o siyasi partinin Devlet yardımından kısmen veya tamamen yoksun bırakılması için Anayasa Mahkemesine re'sen dava açabilir.” Ancak Anayasa Mahkemesi, yukarıda belirtilen 2009 tarihli kararıyla bu hükmü iptal etmiştir. Dolayısıyla, bu ihtara uymamanın bir yaptırımı olmayacak, ihtara rağmen kanuna aykırı tüzük hükmü varlığını devam ettirebilecektir. Buna göre MHP Genel Merkezi, kanuna aykırı tüzük hükmü için Başsavcının Anayasa Mahkemesi’ne başvurmasını ve Mahkemenin de bir ihtar kararı vermesini ve herhalde kendisinin de bu ihtara rağmen gerekli düzenlemeyi yapmamasını istemektedir. Böylece olağanüstü kongre olmayacak, her şey güzel olacaktır!

Sonuç olarak, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun “Büyük Kongre” başlıklı 14. Maddesi 6. Fıkrasına göre; “Olağanüstü toplantılar, genel başkanın veya merkez karar ve yönetim kurulunun lüzum göstermesi veya büyük kongre üyelerinin en az beşte birinin yazılı istemi üzerine yapılır.” MHP Tüzüğünün 63/3. Maddesi ile getirilen “Büyük Kongre delegelerinin en az beşte birinin imzaları ile birlikte noterce onaylı yazılı talebi üzerine çağrılabilir” şeklindeki hüküm, Hukuk Mahkemesi Hâkimi için hiçbir anlam ifade etmez. Yarım asrı aşkın bir süredir geçerli olan bir içtihadın mahkeme tarafından tekrar edilmiş olması herhalde sürpriz olmasa gerek.

Burada siyasi partilerin alelade bir dernek olmadığı, anayasa ile özel olarak düzenlendiği ve ayrı bir hukuki rejime tabi olduğu iddiaları, somut uyuşmazlık bakımından anlamsızdır. Hiç şüphesiz siyasi partiler derneklerden farklı bir hukuki rejime tabidir. Ancak somut uyuşmazlık bakımından bu ayırımın hiçbir önemi yoktur. Bazıları siyasi parti tüzüklerinin normlar hiyerarşisi içindeki yeri bakımından teorik bir tartışma açmaya niyetlense dahi bunun da somut uyuşmazlık bakımından bir önemi yoktur. Bu tartışmayı açabilecek olanlar herhalde siyasi parti tüzüklerinin kanundan üstün veya ona eşdeğer olduğunu iddia etmeyecektir! Dolayısıyla yukarıda yapılan değerlendirme her durumda geçerlidir.

Uyuşmazlıkta Sulh Hukuk Mahkemesi’nin görevli olmadığı iddiasının haklı olmadığı da bu açıklamalar çerçevesinde kolaylıkla anlaşılabilir. Davalı MHP Genel Merkezi’nin bir iddiası da uyuşmazlıkta sulh hukuk mahkemesinin görevli olmadığıdır. Buna göre, parti tüzüğünün Siyasi Partiler Kanununa aykırı olduğu iddia edildiğine göre, yukarıda açıklanan prosedüre göre başsavcının harekete geçmesi ve Anayasa Mahkemesi’nin ihtarda bulunması gerekir. Davalı Genel Merkez şu savunmayı yapmaktadır:

“…siyasi partilerin uyacakları esasların Anayasada yer alması, gelir ve kaynaklarının Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenmesi, kapatılmasının da Anayasa Mahkemesi kararına bağlı olması nedeniyle işlevlerinin ve konumlarının dernek ve diğer kuruluşlardan farklı olduğunu, Siyasi Partiler Kanununun siyasi partilerin kuruluş, faaliyet ve

denetlenmelerine ilişkin özel kanun hükmünde olduğunu, Medeni Kanun ve Dernekler Kanununun genel kanun mahiyetinde olduğunu, Siyasi Partiler Kanununda özel olarak düzenlenmiş bir durumda Medeni Kanunun veya Dernekler Kanununun uygulanmasının mümkün olmadığını, Siyasi Partiler Kanununda düzenlenmemiş bir konuda Medeni Kanun veya Dernekler Kanununun içeriğine başvurulması halinde başvurulan hükmün Siyasi Partiler Kanununun emredici hükümlerine aykırılık teşkil etmemesi gerektiğinin aranılacağını, Siyasi Partiler Kanununun 104. Maddesinde “Siyasi Partiler Kanununun 101. Maddesi dışında kalan emredici hükümler ile diğer kanunların siyasi partiler ile ilgili emredici hükümlerine aykırılık bulunması halinde o parti aleyhine Anayasa Mahkemesine Cumhuriyet Başsavcılığınca resen yazı ile başvurulur. Anayasa Mahkemesinin söz konusu hükümlere aykırılık görmesi halinde bu aykırılığın giderilmesi için ilgili siyasi parti hakkında ihtar kararı verir” hükmü gereğince emredici hükümlere aykırılık bulunması halinde izlenecek yolun açıkça belirtildiğini, Anayasa ve Siyasi Partiler Kanununda öngörülen bu rejimin siyasi partilere sağlanan kurumsal bir güvence olduğunu, siyasi partilerin anayasal denetime tabi kılınmasının demokrasiyi korumak ve anayasal güvence sağlamak düşüncesinin doğal bir sonucu olduğunu, amacın siyasi partilerin alelade bir dernek statüsünde olmamaları, kurumsal güvencenin uzmanlaşmış bir yargı denetimi yolu ile pekiştirilmesi anlamına geldiğini, Anayasa Mahkemesinin bir çok kararında siyasi partilerin kamu yararına çalışan kuruluşlar olmaları ve kamusal nitelikte olmaları nedeniyle dernek ve benzeri kuruluşlardan farklı bir yöntemle Siyasi Partiler kanununun 104. Maddesinde belirtilen usule ve Anayasa Mahkemesi eli ile hukuka aykırılık hallerinin ortadan kaldırılmasının benimsendiğini, Siyasi Partiler Kanununun 104/6. Maddesinde bu konunun emredici hükümlerden olduğunu, emredici hükümlere aykırılığın Anayasa Mahkemesince denetlenmesi gerektiğini, …Anayasanın 69. Maddesinin gerekçesinde siyasi partilerin parti içi demokrasiye uyacaklarına dair bir hükme yer vermenin gerekli görüldüğünü, siyasi partilerin bütün bu yönleri ile faaliyetlerinin Anayasa, kanunlar ve kendi tüzük ve programlarına uyup uymadıklarının devamlı denetleme ve bunlar hakkında Anayasa ve kanunlara uyulmadığı takdirde dava açma ve kapatma talep etme yetki ve görevinin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına verildiğinin belirtildiğini, Siyasi Partiler Kanununda ve Anayasada siyasi partilerin ancak Anayasa Mahkemesince denetleneceğinin belirtildiğini, başkaca bir yargı kurumunun yetkili hale getirilmesi durumunda bunun kanun koyucu tarafından açıkça düzenleneceğini, fakat bunun düzenlenmediğini, Siyasi Partiler Kanununun 57. Maddesinde “hakkında partiden ve gruptan geçici veya kesin çıkartma cezası verilen parti üyesinin, parti içi itiraz yollarını tükettikten sonra 30 gün içinde cezayı veren yer Asliye Hukuk Mahkemesine itiraz edebileceği” hükmünün açıkça düzenlendiğini, sulh hukuk mahkemesinin görevinin düzenlenmediğini, kamu düzenine ilişkin olarak ve emredici hükümlere aykırılık bulunması halinde, sulh hukuk mahkemesine başvurulamayacağı” iddia edilmektedir. Savunma kapsamında bir öğretim üyesinden alınan hukuki mütalaada da aynı yönde görüşler ifade edilmektedir.

MHP Genel Merkezinin savunmasına dikkatlice bakıldığında, bir sorunun cevabının bulunmadığı görülüyor: Siyasi Partiler Kanunu’nun 14. Maddesi 6. Fıkrasına göre; “Olağanüstü toplantılar, …büyük kongre üyelerinin en az beşte birinin yazılı istemi üzerine yapılır.” Hükmüne uygun olarak toplanan imzalar sonucunda, olağanüstü kongrenin yapılıp

yapılmamasına ilişkin olarak taraflar arasında çıkan hukuki uyuşmazlığa ilişkin hangi yargı mercii karar verecektir? Parti savunmasında, konuya ilişkin uyuşmazlık ile ilgili Anayasa Mahkemesinin görevli olduğu iddia ediliyor. Ancak, dayanılan düzenleme, Anayasa Mahkemesinin Kanuna aykırı tüzüğün düzeltilmesi için partiyi ihtar etmesine ilişkin hüküm. Yukarıda izah edildiği üzere, bu prosedür, toplanan imzaların gereğinin yapılıp yapılmamasına ilişkin bir sonuç doğurmuyor. Anayasa Mahkemesi’nin siyasi partilere ilişkin görevleri ve vereceği kararlar Anayasa Mahkemesinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 3. Maddesinde düzenlenmiştir. Buna göre, Anayasa Mahkemesi, “siyasi partilerin kapatılmasına, dağılma durumlarının tespitine, devlet yardımından yoksun bırakılmasına, ihtar başvuruları ile siyasi partilerin mal edinmeleri ile gelir ve giderlerinin kanuna uygunluğunun denetlenmesi” konularına ilişkin olarak görevlidir ve bu konularda karar verir. Burada, Siyasi Partiler Kanununa uygun olarak toplanmış delege imzalarının gereği olarak kongre toplanmasını sağlayacak bir karar (görev) düzenlenmemiştir. Ankara 12. Sulh Hukuk Mahkemesi kararında da Anayasa Mahkemesinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 3. Maddesi hükmü ifade edilmiş ve devamla şu değerlendirme yapılmıştır: “Siyasi Partiler Kanununun 104. Maddesindeki “Bir siyasi partinin bu Kanunun 101 inci maddesi dışında kalan emredici hükümleriyle diğer kanunların siyasi partilerle ilgili emredici hükümlerine aykırılık halinde bulunması sebebiyle o parti aleyhine Anayasa Mahkemesine, Cumhuriyet Başsavcılığınca re’sen yazı ile başvurulur./ Anayasa Mahkemesi, söz konusu hükümlere aykırılık görürse bu aykırılığın giderilmesi için ilgili siyasi parti hakkında ihtar kararı verir.” Hükmü düzenlenmiş olup, bu hükmün Adli Yargıya başvuruyu engelleyen bir hüküm olmadığı, adli yargıya başvurunun amacının parti içi demokrasi kurallarının gerçekleştirilmesi olduğu sonucuna varılmıştır.”

Her hukukçunun bildiği üzere, iki taraf arasında bir uyuşmazlık çıktığında, bu uyuşmazlığı çözecek bir yargı merci mutlaka mevcuttur. Bu durum, devlet organizasyonunun vazgeçilmez bir gereğidir. Kaldı ki, Siyasi Partiler Kanununda Türk Medeni Kanunu ve Dernekler Kanununa açıkça atıf yapılmakta, sulh hukuk mahkemesi hakiminin konuya ilişkin görevi düzenleme altına alınmaktadır. Kanunun 29. Maddesine göre, “…Dernekler Kanununun bu Kanuna aykırı olmayan hükümleri siyasi partilerin her kademedeki kongreleri için de uygulanır.” Aynı şekilde Kanunun 121. Maddesine göre, “Türk Kanunu Medenisi ile Dernekler Kanununun ve dernekler hakkında uygulanan diğer kanunların bu Kanuna aykırı olmayan hükümleri, siyasi partiler hakkında da uygulanır.” Dernekler Kanununun 34. Maddesine göre, “Diğer kanunlarda, 3512 sayılı Cemiyetler Kanunu, 1630 sayılı Dernekler Kanunu veya 2908 sayılı Dernekler Kanunu ile bunların ek ve değişikliklerine veya belli maddelerine yapılan atıflar, bu Kanuna veya bu Kanunun aynı konuları düzenleyen madde veya maddelerine yapılmış sayılır. Bu Kanunda hüküm bulunmayan hallerde aynı konuları düzenleyen 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun ilgili hükümlerine atıf yapılmış sayılır.” Türk Medeni Kanununun 75. Maddesi hükmü ise Sulh Hukuk Mahkemesi Hakiminin görevini sarih bir şekilde ifade etmektedir: “Genel kurul, yönetim veya denetim kurulunun gerekli gördüğü hallerde veya dernek üyelerinden beşte birinin yazılı başvurusu üzerine, yönetim kurulunca olağanüstü toplantıya çağrılır./Yönetim kurulu, genel kurulu toplantıya çağırmazsa; üyelerden birinin başvurusu üzerine, sulh hakimi, üç üyeyi genel kurulu toplantıya çağırmakla görevlendirir.”

Sulh Hukuk Mahkemesi Hakiminin üç üyeyi genel kurulu toplantıya çağırması için görevlendirmesi kararı, esasında idare hukukundaki “tevsik” işleminden farksızdır. Tevsik işlemi, daha önce yapılmış bulunan bir işlemin, varlığını, gerçekliğini, orijinalliğini ortaya koyan, onu tasdik eden bir işlem olarak kabul edilir.12 İşlemin mevsukiyetini ortaya koyan sonraki işlem, kurucu bir işlem olarak kabul edilemez; bu yönüyle işlem süreci dışında, noterlerin “aslına uygunluğu tasdik etmesi” şeklinde bir işlemdir13. Hakimin bu uyuşmazlıkta yaptığı tek şey, imzaların gerçek olup olmadığını araştırmak ve tespit etmektir. Bunun dışında, talebin haklılığı veya haksızlığı gibi hususlar hakimin görev alanı dışındadır. İmzalar gerçek ise Kanunun emredici hükmü gereği çağrı heyeti oluşturulacak ve kongre yapılacaktır.

Yukarıda ifade edilen düzenlemeler, uyuşmazlığa ilişkin sulh hukuk mahkemesi hakiminin görevini ve uyuşmazlıkta uygulaması gereken kuralları açık bir şekilde göstermektedir. Bu atıf hükümleri dışında, MHP Genel Merkezinin savunmasında iddia ettiği şekilde, Siyasi Partiler Kanununda sulh hukuk mahkemesi hakimine açıkça atıf yapılması gerektiği söylenemez. Davalı Parti Genel Merkezinin “Siyasi Partiler Kanununun 57. Maddesinde “hakkında partiden ve gruptan geçici veya kesin çıkartma cezası verilen parti üyesinin, parti içi itiraz yollarını tükettikten sonra 30 gün içinde cezayı veren yer Asliye Hukuk Mahkemesine itiraz edebileceği” hükmünün açıkça düzenlendiğini, sulh hukuk mahkemesinin görevinin düzenlenmediği” şeklindeki savunması asla kabul edilemez. Parti üyelerinin üyelikten çıkartılmasına ilişkin uyuşmazlıklarda, kanun tarafından özel bir görev hükmü öngörülmüştür. Bu durum gayet anlaşılabilir bir sebebe dayanmaktadır. Bu tür uyuşmazlıklar karşılıklı iddiaların söz konusu olduğu, “vaka” incelemesi gerektiren davalardır. Bu tür davalar ile sulh hukuk mahkemesi hakiminin imzaların gerçekliğini tespit etmekten ibaret olan incelemesi arasında yargılama hukuku bakımından ciddi bir farklılık vardır. Dolayısıyla gösterilen bu örneğin, iş bu uyuşmazlıkla ilgisi yoktur.

Sulh Hukuk Mahkemesi kararında da, mahkeme tarafından yapılan incelemenin tamamen şekli nitelikte olduğu ifade edilmektedir. Kararda şu ifadeler yer almaktadır: “…toplantı talep eden delegelerin büyük kongrenin karar almaya yetkili olduğu konularda toplanabileceği, bu konuda mahkememizin delegelerin iradesi yerine geçerek karar veremeyecek olması, beraberinde mahkememizin gerek toplantı yapma iradesi, gerekse gündem konusunda takdir hakkı olmadığı, çünkü Yargıtay 7. Hukuk Dairesinin 2010/1105 Esas, 2010/2976 Karar sayılı bozma ilamında belirttiği gibi “Sulh Hukuk Mahkemesinin yalnızca şekli inceleme yetkisinin olduğu, istemin yerinde olup olmadığının denetlemeyeceği, başvuru yapanların dernek üyesi olup olmadığı, 1/5 çoğunluğun sağlanıp sağlanmadığı, başvuruya rağmen talebin yerine getirilip getirilmediğinin araştırılması gerektiği” bildirilmiş olmakla bu karar doğrultusunda olağanüstü kongre talebinde bulunan 531 kişinin büyük kongre tabi ve seçilmiş delegelerinden olduğu, çağrı listesinde görevlendirme talep edilen kişilerin büyük kongre delegelerinden olduğu, bu kişilerin de bu görevi yapmak istedikleri duruşmadaki beyanlarından anlaşılmakla 1232 delegeden 245 kişinin başvurusunun yeterli olduğu, talepte

bulunan kişilerin ise 531 kişi olduğu, bu kişilerin talepte bulunmalarına rağmen Milliyetçi Hareket Partisi genel merkezince olağanüstü büyük kongre çağrısının yapılmadığı mahkemeye bildirilmekle birlikte davacı vekillerince dosyaya sunulan medyaya verilen demeçlere ilişkin haber çıktılarından genel başkan ve yöneticiler tarafından olağanüstü kongre çağrısı doğrultusunda işlem yapılmayacağı, bu hususta mahkemeye başvurmaları gerektiği yönündeki beyanlar birlikte değerlendirildiğinde davalı tarafça olağanüstü kongre çağrısının yanıtsız bırakıldığı anlaşılmakla mahkememizce açılan davanın kabulüne ” karar verilmiştir.

Mahkeme kararı sonrasında açılan bir diğer tartışma ise verilen kararın icrası için bu kararın kesinleşmesinin beklenip beklenmeyeceğidir. Davalı MHP Genel Merkezine göre, Yargıtay’a temyiz başvurusunda bulunulacak, Yargıtay tarafından mahkeme kararı onanana kadar bu karar uygulanamayacaktır. Bu konuda dayanılan Kanun hükmü ise Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “temyizin icraya etkisi” başlıklı 367/2. maddesi hükmüdür.14 Buna göre, “Kişiler Hukuku, aile hukuku ve taşınmaz mal ile ilgili ayni haklara ilişkin kararlar kesinleşmedikçe yerine getirilemez.” İddia şudur: “Siyasi Parti de bir tüzel kişi olduğuna göre, kongre çağrı heyetinin oluşturulmasına ilişkin mahkeme kararı, kişiler hukukuna ilişkin bir karardır; o halde uygulanması için kesinleşmesi gerekir!”

Bu konuda da son derece sathi bir değerlendirme yapılmakta, büyük bir yanılgıya düşülmektedir. Esasen kanunun hükmü de amacı da gayet açıktır. Bu konu da ortalama her hukukçu tarafından bilinir. Kesinleşmesi gereken kararlar, hukuki durumda değişiklik yapan, statü değişikliği doğuran kararlardır. Boşanma, velayet, vesayet, mülkiyet, ölüm karinesi veya gaiplik, tüzel kişiliğin feshi veya bir organının organlık sıfatının kalkması vb ilişkin mahkeme kararları kesinleşmeden uygulanamaz. Kanun koyucu neden böyle bir düzenleme öngörmüştür? Çünkü bu kararlar sonucunda bir statü değişikliği söz konusu olduğundan buna bağlı olarak hukuki işlemler yapılabilmesi veya yapılamaması mümkündür. Bu ise telafisi mümkün olmayan zararlar doğurur. Bir taşınmazın malikinin değişmesi, bir kişinin ölüm karinesi uyarınca ölümüne veya gaipliğine karar verilmesi, evlilik birliğinin sonlandırılması, çocuğun tanınması veya babalığa hükmedilmesi gibi kararlar sonucunda birçok geri dönülemez sonuçlar doğar. Bunu öngören kanun koyucu, telafisi mümkün olamayacak zararları önlemek bakımından, bu konulara ilişkin mahkeme kararlarının kesinleşmeden uygulanmamasını düzenleme altına almıştır. Bunun dışında, kanunda kişiler hukuku başlığı altında düzenlenmiş her konudaki mahkeme kararının kesinleşmesi gerektiğinden söz edilemez. Mesela Aile hukukuna ilişkin kararlar da kesinleşmeden uygulanmaz. Ama mahkeme tarafından verilen tedbir nafakası kararı kesinleşmeden uygulanır. Neden? Çünkü tedbir nafakasının amacı yargılama boyunca doğabilecek mağduriyetleri önlemektir. Aksi kabul, hükmün konuluş amacı ile çelişir. Tüzel kişiliğin olağanüstü toplantıya çağrılması için çağrı heyeti oluşturulmasına ilişkin kararın kesinleşmesi gerektiğini iddia etmek de, bu konudaki hükmün konuluş amacı ile çelişir.

Kesinleşmeden uygulanamayacak kişiler hukukuna ilişkin kararlar, eskilerin tabiriyle “ahvali şahsiye”ye ilişkin kararlardır. Bu konuda herhangi bir hukuk sözlüğüne müracaat edilebilir.

Ahvali şahsiye, genellikle gerçek kişilerin hukuksal varlıkları ile ilgili durumları ifade eder. Doğum, evlenme, boşanma, tanıma, ölüm gibi. Bir kişinin hukuki durumunu tayin eden hal ve vasıflar, özelliklerdir. Tüzel kişiler bakımından da kişiler hukukuna ilişkin kararlardan aynı husus anlaşılır. Tüzel kişiliğin hukuki durumunda, statüsünde bir değişiklik yaratmayan mahkeme kararları, kişiler hukukuna ilişkin karar olarak kabul edilmez.

Ankara 12. Sulh Hukuk Mahkemesinin, kongre için çağrı heyeti oluşturulmasına ilişkin kararı, kişiler hukukuna, tüzel kişiliğin hukuki statüsüne ilişkin bir karar mıdır? Bu kararla hangi hukuksal durumda, statüde değişiklik yapılmaktadır? Mahkeme, davalı MHP Genel Merkezinin söz ettiği gibi, partiye bir kayyım atamış olsaydı, işte bu karar kesinleşmeden uygulanamazdı. Zira bu karar, tüzel kişiliğin bir organının statüsünde değişiklik yapan, kişisel duruma ilişkin bir karar olurdu. Oysa bugün tartışılan karar, MHP organlarının hiçbirinin statüsünde değişiklik yaratmıyor; sadece olağanüstü kongrenin yapılması için bir çağrı heyeti oluşturuyor.

Sonuç olarak, Ankara 12. Sulh Hukuk Mahkemesi kararı uyarınca oluşturulan çağrı heyeti, olağanüstü kongre için delegelere çağrı yapacak ve kongre yapılacaktır. Bu sonuç dışındaki her açıklama, her davranış hukuk dışıdır ve hukukun himayesinden yararlanamaz.

Editör: TE Bilişim