2014 benim için bereketli bir yıl olmuştu. Mayıs ayında Kırgızistan ve Özbekistan, Ağustos sonları ve Eylül başında da Moğolistan’a giderek gençlik yıllarımdan beri hayallerimi süsleyen ata diyarlarını doya doya gezmiştim. O seyahatlerden önce ve sonra gittiğim başka Türk diyarları ile ilgili hatıralarıma Modern Seyahatname isimli kitabımda yer verdim ve ara sıra tekrar tekrar okuyorum. Bu başlıkta bir yazıyı ise geçtiğimiz haftalarda Kırgızistan’a gidip gelen Prof. Dr. İbrahim Maraş kardeşimizin yerinde yaptığı bir tespit üzerine yazıyorum.

Sayın İbrahim Maraş’ın, “Göç Destanı Tekrarlanmasın” başlığı altında yaptığı tespit ve uyarı şöyle:

“Kırgızistan, Çin'in nefesini her an üzerinde hissediyor. Çin, bir taraftan sınırsız borçlandırdığı, bir taraftan ödeyemez duruma getirdiği Kırgızistan'dan toprak talep diyor. Verilen toprak parçası da var. İleride daha büyük toprak parçaları isteyecek. Çin, bunun dışında, Kırgızistan'a devamlı Çinli yerleştiriyor. Mesela yol yapımını üstleniyor ama Çinli mahkumları burada çalıştırıyor ve bu ülkede yerleşmeleri şartını getiriyor. Buraya yerleşen Çinlilerin bir kısmının kaydı bile yok. Yecüc Mecüc gibi her yeri kaplamaya çalışıyorlar. Kedi köpek gibi çoğalıyorlar. Böyle giderse Kırgızlar ya burayı terk etmek durumunda kalacak, ya da nüfus çoğunluğunu kaybedecekler. Bu, bütün Türkistan'ı bekleyen tehlike. Böyle giderse bizim de komşumuz Türkistan değil, Çin olacak.”

Bu tespitlere katılmamak mümkün değil. Ben de sözünü ettiğim 2014 seyahatimiz sırasında ezcümle şu satırları yazmışım:

“…Az sonra güzel bir asfalt yolla Tanrı Dağları’ndan doğup gelen Çu Nehri’nden geçiyor ve onu Isıggöl’e doğru bir sağımızda bir solumuzda görerek devam ediyoruz. Bu nehrin Isıggöl’e döküldüğünü sanıyordum ama yanılmışım; meğer o güzel ve bizim için anlamlı gölün yakınına kadar geldikten sonra batıya doğru yöneliyor ve Çuy Vadisi’nden akıp gidiyormuş.

Gittiğimiz güzel yolun Çin tarafından yapıldığını öğreniyoruz ve Isıggöl’e sanırım 30 – 40 kilometre kala sağa yönelip -tabii ki Çin’e doğru- gidiyor. Biz ise şose – asfalt karışımı bir yola düştük. Tırların o tarafa gidip geldiğine şahit olunca da tabii, Çin’in o güzel yolu babasının hayrına değil, ihraç mallarının pazarlaması için yaptığını anlamakta gecikmedik. (Modern Seyahatname, Syf. 18)

İşte böyle ve Çin, Kırgızistan’ı yutmak için her şeyi yapıyor.

Gelelim Moğolistan’ın durumuna… Bu ülke bizim için en az öbür bağımsız Türk Cumhuriyetleri kadar önemli. Çünkü Ötüken orada, Orhun ve Selenge Irmakları orada, Mete Han’ın at oynatıp Çin’e akınlar düzenlediği, Bilge Kağan, Kültigin ve Bilge Tonyukuk’un o ölümsüz bengütaşları ve bir bakıma Türklüğün Anayasası’nı kazıdıkları abideler orada. Bu ülke Çin ve Rusya gibi iki dev arasına sıkışmış durumda. Bize çok uzak ama günümüz şartlarında en fazla on saatlik yol. Halkı bize “Amcaoğulları” diyor. Orada yaşayan Kazak Türkü kardeşlerimiz de hemen kucak açıyorlar. Gelin görün ki tıpkı Kırgızistan gibi Moğolistan’ın derdi de büyük. O dönem Ulanbatur Büyükelçimiz olan değerli diplomatımız Murat Karagöz’le uzun uzadıya sohbet etmiştik. İşte anlattıklarından birkaç not:

“Burada Türk Tarih, Türk Dil gibi kurum elemanlarıyla akademisyenlerin, iş adamlarımızın cirit atması lazım ama kimse gelmiyor. Ben on ay içerisinde üç ilim adamımızın geldiğine şahit olmadım. Gidiş geliş 11 – 12 saatimi almasına rağmen ben on ay içerisinde tam beş defa Karakurum’a gittim. Türk Tarihi’nin burada ayağa kaldırılması lazım. Pek çok şey de yapılıyor ama ne yapsak yetersiz.

Moğolistan 2013 yılında yüzde 11 büyüdü. Burada kömür, altın, bakır neredeyse hep yüzeyden çıkıyor. Dolayısıyla çıkarıp işlemesi kolay ama bunları Ruslarla Çinliler işletiyor. Belediyelerimizin, iş adamlarımızın, devletimizin bu coğrafya ile daha çok ilgilenmeleri gerekiyor. Burada ayrıca, öğrenimlerini Türkiye’de tamamlamış 3000’e yakın yetişmiş insan var. Takip ediyorum; bu öğrenciler facebook ve twitterde Türkçe yazışıyor ve Türk futbol takımlarının maçlarını takip ediyorlar.

İşte, siz geldiğiniz günlerde burada Çin Devlet Başkanı vardı. O gitti Rus Devlet Başkanı geldi. Çin’le 30, Rusya ile 15 anlaşma imzalandı. Ne yazık ki burada bir TRT muhabiri ve Anadolu Ajansı’nın temsilcisi olmadığı için bunlar Türkiye’de iki satır bir haber olarak bile geçmedi.” (Modern Seyahatname, syf. 120)

Evet, işte böyle, “Çin Devlet Başkanı gidiyor, Rus Devlet Başkanı geliyor” ve biz de ara sıra uğrarsak ne âlâ! Oysa büyük öngörü sahibi olan Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ta 1933 yılında işaret ettiği gibi oralarda bulunan “Dili bir soyu bir kardeşlerimiz” için o günden bugüne hazırlıklı olsaydık çok geç kalmış olmazdık.

Gelelim Türkiyemize…

Yıllardan beri güneyimizde fırtınalar kopuyor malum. Nerde ise kırk yıla yakın bir süredir yine o topraklarla bağlantılı terör belasından çektiğimiz yetmezmiş gibi dünyanın en büyük terörist devleti ABD’nin “Demokrasi” getiriyorum kılıfı altında yaptıkları Irak ve Suriye’yi perişan etmiş, o iki ülkeden kaçanlar da sığınacak liman olarak ülkemizi bulmuşlardı; 3,5 milyon Suriyeli, 500 bin kadar da Iraklı. Suriye’den gelenlerin az bir bölümü ile Irak’tan gelenlerin çoğu Türkmen kardeşlerimiz ve Allah şahit onların herhangi bir vukuatlarına şahit olunmadı. Kaldı ki en çok mağdur olanlar da özellikle Irak’tan gelen Türkmen kardeşlerimizdi. Çünkü 2013/8 Sayılı Başbakanlık Genelgesi ile “Suriye Arap Cumhuriyeti’nden gelenlere” özellikle sağlık konusunda sağlanan haklar uzunca bir süre onlara tanınmadı. O yıllarda Yönetim Kurulu Üyesi olarak görev yaptığım Türk Ocakları Genel Merkezi olarak bu konuda başta devrin Başbakanı Davutoğlu ve ilgili kurumlarla görüşmeler yaptık ve geç de olsa haklarına kavuştular.

Ancak ne var ki Suriyelilerin sayılarının çok olması ve yanlış bir politika ile yurdun her köşesine dağıtılmaları milletimizin kimyasını bozdu. Herkesin bildiği ama duyarlı vatandaşlardan başka asıl düşünmesi gereken yetkililerin üzerinde durmadıkları çok önemli bir konu daha var… Günümüzde ortalama bir Türk ailesi üç, bilemediniz dört kişiden oluşurken Suriyeli bir aile en az 7 – 8 kişiden oluşuyor ve hemen her yıl bir çocuk doğuruyorlar. Hani, ülkemizin geleceğini düşünerek “Ey Devlet uyan” diye haykırmak geliyor içimden!..

Suriyeli ailelerin bir kısmı paralı pullu idi; iş yeri açtılar, patron oldular ve kendilerinden iş talebinde bulunan kardeşlerimize hor davrandılar. Pek çok yerde kavgalara karıştılar, asayişi bozdular. Bu da yetmiyormuş gibi taciz – tecavüz vakaları gibi ahlâksızlıklara tevessül ederek huzuru iyice bozmaya başladılar. Artık iyice şımarmış durumdalar. Çıkardıkları olaylara hemen yayın yasağı getirildiği için gündem oluşturmasa da alttan alta kazan kaynıyor ve devletin buna mutlaka neşter vurması gerekiyor. En son, bir kardeşimizin sosyal medyada fotoğraflayarak paylaştığı habere bakar mısınız?

"Ankara ….. Hastanesi’nde mağdur Suriyeli adam. 30 yaşlarında, kolunda rolex saat, bileğinde altın bileklik, bir elinde iphone telefon diğerinde altın imameli tespih. Ayakkabısı Nike, pantolan Wrangler, montu Sarar. Tıraş janti, saçlar jöleli. Geldiği gibi sıra beklemeden eşini muayene ettirip gitti. Biz hâlâ sıradayız. Öz güven tavanda. E tabi. Kendi ülkeleri. Bizim gibi öz yurdumuzda parya değiller. Onlar lüks içinde yaşasın diye millet olarak Suriye çöllerinde ölmeye hazırız."

Bu paylaşımı okuyunca gerçekten etkilenerek 4 yıl kadar önce kolu kırılan Iraklı bir Türkmen kardeşimizi hastaneye götürdüğümde çektiğim sıkıntıları ve oraya buraya telefon ederek güç bela kolunu alçıya aldırabildiğimi hatırladım. Yukarıdaki paylaşımı tetkik etmek için doktor arkadaşları aradığımda da şu cevabı aldım: “Aslında onların da Türk vatandaşları gibi normal sıraya girmeleri gerekiyor ve buna dikkat ediliyor. Ancak ne var ki çok şımarıklar ve estetik, cinsellik konuları dâhil her türlü istekte bulunup bizleri zor durumda bırakıyorlar. Güvendikleri bir yer var gibi tehditkâr bakışlarını da ihmal etmiyorlar!”

Ört ki ölem… Bu durum, “Ensar Muhacir kardeşliği” edebiyatı ile insanların dini duygularını köpürterek geçiştirilecek bir konu değildir. Mekke’den Medine’ye giden muhacirler bu şartlarda değillerdi. Kamuoyunda sıkça konuşulmaya başlayan “Bayramlarda memleketlerine gidebiliyorlarsa artık dönmesinler!” söylemleri giderek artmaya başladı. Hele de plajlarda yan gelip yatan, kahvehanelerde nargile fokurdatan Suriyeliler milletimizi oldukça rahatsız ediyor. Bir sosyal patlamaya ve Allah korusun bir infiale meydan vermeden devlet mutlaka tedbir almalıdır.

Bağımsız Türk Cumhuriyeti devletleri Rusya ve Çin’in kıskacında ama güneyimizde bir tarafta Ruslar bir tarafta Amerikalılar ve içimizde de Suriyeliler… Biz daha mı kötü durumdayız ne?