Hemen söyleyeyim ki, bir önceki “Selam Asker” başlıklı yazımla ilgili aldığım bazı yorumlar benim için sürpriz oldu. Bir hayli okur, mezkûr yazımda Sn. Erdoğan’ı fazla methettiğimi vurgulamış. Onlara göre Türkiye’de yaşanan olumsuzlukların bir numaralı sorumlusu AK Parti iktidarı ve Sn. Erdoğan’dır. Ben ise bu gerçeği görmezden gelmişimdir.

Şimdi, bu ve benzeri yorumlarda bulunan sevgili okurlara kalbimin derinliklerinde kırıldığımı söylemek istiyorum. Çünkü konu Azerbaycan tarihinin son birkaç asırdaki en önemli olaylarından olan Şusa zirvesi ve olayın bu bağlamdaki baş aktörü olan Erdoğan’dır. Zira yaklaşık 3 buçuk asırdan beri Rus ve Fars şovenizmi, daha sonraki bir buçuk asırdan beri ise Rus şovenizminin maşası olan Ermeni faşizmi tarafından defalarca soykırımlara maruz kalan Azerbaycan halkı için Şuşa zirvesinin mahiyetini görmezden gelmek, beni üzmüş oldu. Ben böyle yaklaşımların kardeşlik duygularımızı incittiğini düşünüyorum. İstemeyerek Azerbaycan’ın en zor günlerinde, merhum Cumhurbaşkanı Elçibey’in, Ermeni kuşatması altındaki sivillerin tahliyesi için, baş devletimiz olan Türkiye’den birkaç helikopter gönderme ricasının, Demirel hükümeti tarafından geri çevrildiğini hatırladım. Abdullah Gül zamanında yaşanan Bursa Futbol maçındaki rezalet canlandı hatıramda. Boraltan faciası geldi aklıma.

Oysaki Azerbaycan’ın haritadan silinme noktasına geldiği 1918 işgalinde Nuri Paşa komutasındaki Kafkas İslam Ordusunun kurtarıcılık misyonu, Türkiye’mizin timsalinde Şuşa olayı ile tekrarlanmış oldu. Ayrıca, her şeye rağmen, Erdoğan Karabağ meselesinde tüm dünyayı karşısına aldı. Kendi ismini Azerbaycan tarihine yazdırdı. Bu anlamda söyleyeceğim basit bir husus, olayın tam olarak anlaşılması için önemli olacaktır. Zira Ermenistan 28 sene, tüm dünyanın -kör olası- gözleri karşısında, ağababalarının kışkırtması ile Azerbaycan topraklarının 5-de birini işgal altında tuttu. Hem de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 4 kararına rağmen. Bütün kural ve kanunları ayaklar altına atarak. Azerbaycan ise işgal altındaki bölgeleri geri almağa uğraşırken, kudurmuş Ermenistan ağabalarının kışkırtması ile Azerbaycan’ın Tovuz bölgesine saldırdı. Tüm dünyaya kafa tutarcasına. Bizimle dalga geçercesine. Bu Azerbaycan’ın varlığına kastetmek idi. Yani Azerbaycan’ı haritadan silme çabası da denebilirdi buna. Hem de yarım asırdan fazladır Azerbaycan’ın başına musallat olmuş Aliyev’ler rejiminin kanı bozuk memur ve yetkililerinin de yardımı ile. Yani bileceğiniz, Tovuz saldırısı ile hedeflenen, Azerbaycan’ı haritadan silme projesi, Baş devletimiz olan Türkiye’mizin müdahalesi ile boşa çıkabildi. Hem de Erdoğan, Bahçeli, Çavuşoğlu, Akar gibi devlet büyüklerimizin iş başında olduğu Türkiye ile. Bunları görmezden gelmek bir Azerbaycanlı için kelimenin en hafif anlamı ile vefasızlık olurdu.

Konunun iç politika ile ilgili taraflılarına gelirsek, sıklıkla vurguladığım gibi, Türkiye’nin iç politikası benim kırmızı çizgilerimdendir. Çünkü ben T.C. vatandaşı değilim. Ona göre de bu konularda hassas olmam gerektiğini düşünüyorum. Lakin ben de her zaman, en azından Türk ve İslam dünyasına karşı taşıdığı sorumluluklardan dolayı, Türkiye’nin hukuk ve adalet üzerine bina edilmiş örnek bir devlet yapısına sahip olması gerektiğini söylemekteyim. Aksi durumda idari mekanizmaları devlet içinde yuvalanmış, illegal yapıların eline terk edilmiş Türkiye hem kendi vatandaşı hem de bölge toplumları için kotu bir örnek oluşturur ve global sorunların kaynağı haline dönüşe bilir. Bu durumun muhafazakâr ve milliyetçi bir ittifak zamanında vuku bulması ise sorumlular için büyük bir vebaldir. Oysaki ideoloji veya inançtan beslenen siyasi hareketler, söylemler üzerinden propaganda yapmadan önce, icraatları ile iddialarını gerçekleştirmelidirler. Ancak ne acı ki, Osmanlı’dan tevarüs etmiş yönetim anlayışının da etkileri ile 100 yıllık Cumhuriyet tarihinde, hukuk sisteminin şahıs, grup ve cemaat gibi olgular karşısında zayıf duruma düşürüldüğü çokça görülmektedir. Bu vahim duruma muhafazakâr ve milli söylemlerin alet edilmesi ise büyük bir hata ve günahtır.

anlamda, Sedat Peker’in açıklamaları ve ünlü iş adamı Mubariz Mansimov’un başına getirilenler bu acı gerçeğin bazı örnekleridir. Bunlar Türkiye’mizin içine düştüğü olumsuzlukların göstericileridir. Devlet içinde yuvalanmış yapıların ispatidir. Demokrasi ve insan haklarının sekteye uğratılması, hukukun üstünlüğüne gölge düşürülmesidir. Hatta Türkiye’nin Azerbaycanlaşması, Erdoğan’ın ise Aliyev-leşmesidir. Bu ise sadece Türkiye ve Azerbaycan için değil hem de Türk ve İslam dünyası için üzücü bir durumdur. Maalesef rüşvet ve yolsuzluk göstericileri ile dünya ülkeleri arasında üst sıralarda yer tutan, tek kişi yönetimi ile hukuku ve demokrasiyi askıya alan ülkeler ile aynı listede Azerbaycan ve Türkiye’nin de yer alması olayın vahim olan bir diğer tarafı.

Oysaki, hukukun ve adaletin askıya alındığı bir toplumda kazanıldığı zannedilen başarılar, temeli çürümüş binanın üst katlarına yapılan pahalı restorasyon veya oralara konmak için alınan kıymetli eşyalar hükmündedir. Bu tarihin tecrübeleri ile sabit olmuş bir gerçektir. Hem de ibret alınması gereken gerçek. Ancak ne hikmetse, çoklarının farkına çok geç vardığı bir gerçek.

NOT-1: İkinci Karabağ savaşı başlayan günden yazılarımda Azerbaycan iktidarı ve Aliyevler sülale rejimi konusunda yapıcı olmağa çalışıyorum. Lakin ülkenin bu zor dönemlerinde Sn. İlham Aliyev’in milli dayanışma zemini oluşturması gerekirken, onun muhalif partileri sıkça hedefe alması, ülke içirişinde ve uluslararası arenada fantastik boyutlardaki rüşvet ve yolsuzluk olaylarına sessiz kalması, tarihin en vahim facialarından olan Terter olaylarına hala mühadil olmaması Azerbaycan’ımın geleceği adına beni de endişelendirmektedir.

NOT-2: Belki de makalenin başlarında Sn. Erdoğan’dan övgü ile bahsedip, sonra ise eleştirdiğimi çelişki olarak değerlendiren okuyucular olacaktır. Hemen sunu söyleyeyim ki hem toplum hem de fert olarak doğu insanının Batı insanı karşısındaki en belirgin eksikliklerinden biri de onun daha çok önyargılı olmasıdır. İyi bildiklerini tümü ile yüceltmek, bilmediklerini ise top yekûn görmezden gelmek gibi toptancı bir yaklaşım hem kişisel hem de toplumsal gelişmenin önündeki en büyük engellerdendir. Böyle bir hatanın büyük bedellerini İslam dünyası asırlardır ödemektedir. Oysaki hem ferdi hem de toplumsal erdem böyle bir hataya müsaide etmemektedir. Özellikle de Müslüman kişiler ve toplumlar için. Hele, hele Maide suresi 8-ci ve Nisa suresi 135-ci ayetler ortada sapa sağlam dururken.