Dünya ikinci savaştan sonra bir tarafında ABD ve yandaşları diğer tarafında SSCB (Rusya) ve yandaşları şeklinde bir “Soğuk savaş” dönemine girmişti.

Yaklaşık olarak 1950’den SSCB’nin dağılma sürecinin başlangıcı olan 1990’lı yılların başlarına kadar 40 yıl süren bir zamanda, dünya iki eksenli yapılanma ile yaşamını sürdürdü.

1960’lı yılların sonlarında dünya ölçeğinde “Üçüncü dünya” devletleri adıyla yeni bir oluşum baş gösterdi.

Üçüncü dünya devletlerinin bir araya geliş amacı ne ABD’nin nede SSCB’nin güdümünde yaşamak istemeyen, bağımsızlıkçı bir akımı temsil etmek üzerine idi.

Üçüncü dünya ülkelerinde zaman zaman popülist ve pragmatist siyasetçilerin önderliğinde bazı başarılı uygulamaları da görülmüştü.

SSCB’nin ve uydularının sosyalizm olarak kurmak istedikleri ama zamanla bir oligarşik diktatörlüğe dönüşen yönetim biçimleri “Demirperde” diye de adlandırılan bu ülkelerin halklarını fakirleştirdi, sefalet ve çok ihtiyaçlı bıraktığı gibi devletlerinin tüm gelirleri küçük bir zümre tarafından gasp edildiği için, devlet gücü ve kapasitesini de bitirdi.

Kaçınılmaz son, kapitalizm kazandı, sosyalist görünümlü diktatörlüklerin tamamı kaybetti ve yıkıldı.

Dünya 1990’lardan sonra tek kutuplu bir emperyal gücün pençesinde yaşıyor.

Ülke halklarının toplumsal refahı, güvenliği, sağlığı, zenginliği, mutluluğu hatta yaşam süresini bile birbirinden ayıran faktörlerin başında yönetim biçimleri geldiği çok aşikârdır.

Dünya ölçeğinde bazı devletler demokrasilerini geliştirerek ilerliyor, yıllık kişi başı 40 bin ile 80 bin dolar gelir seviyesinde yaşıyor, hiç bir beka, güvenlik, gelecek kaygısı taşımadan hayatlarına devam ediyor.

Fakat bazı eski SSCB ve ABD peyki ve üçüncü dünya ülkeleri, itirazcı, hakkını arayan sağlam toplum yapılarına sahip olamadığından bir türlü demokrasi alanına tam olarak giremiyor, kişi başı yıllık 5 bin dolar ile 8 bin dolar arasında bir gelirle, güvenliksiz, sürekli ihtiyaçlı, geleceğine güvenle bakamayan, sağlıksız ve geri bir yaşam sürmek zorunda kalıyorlar.

Türkiye, Rusya, Venezüella, Peru, Orta Asya Türk devletleri, Afrika devletlerinin neredeyse tamamı.

Bu devletlerde çoğunlukla düzenli seçimler yapılıyor. Mesela geçen ay Suriye’de seçim yapıldı, bir kaç ay öncede Irak’ta seçim yapılmıştı. Bu gibi ülkelerde yapılan göstermelik seçim sonuçlarını genellikle favori adaylar kazanır.

Seçimi çeşitli yollarla kazanan aday kendi oligarşisini kurar, kendi zenginini üretir, kendine bağlı göstermelik denetleme mekanizmaları kurar.

Sonuçta toplumun üretiminin karşılığı olan gelir adil dağılmadığından, sağlam bir toplum yapısı oluşamıyor, dilenen, köleliğe razı, edilgen Stalin tavuklarının ağırlıkta olduğu bir toplum oluşuyor.

Dünyanın yeni yönetilme şekli olarak bu öngörülmüş galiba ki 1990’lı yıllardan sonra epeyce çok ülkede bu tip seçimle ülkesini yöneten ama nepotist bir oligarşi içinde halkını sömüren yönetimleri görmekteyiz.

Bizi ilgilendiren durum, ülkemizin demokrasisine kişiler olarak ne kadar sahip çıktığımızla ilgilidir.

Eğer kendimizden sonraki nesillere yaşanabilir bir ülke bırakmak istiyorsak, ülkemizin geri gidiş olan demokratik görünümlü diktatörlük rejimlerinden hızla gerçek katılımcı, çoğulcu, özgürlükçü demokrasi normlarıyla bululmasına katkı yapmalıyız.

Kendimize şöyle bir soruyu sormalıyız.

“Meksika ile ABD’yi, Güney Kore ile Kuzey Kore’yi, Mısır’la İngiltere’yi, Pakistan’la Singapur’u ayıran nedir?”

İnsanlar aynı insan, iklimler aynı iklim.

Neden biri çok geri de, diğeri ileri.

Bazı ilerilikleri emperyalizmle izah edebiliriz.

Ama Güney Kore’nin, Japonya’nın, Singapur’un, İskandinav ülkelerinin veya Avustralya’nın bir emperyalist geçmişi olmadığını biliyoruz.