28 Kasım 2021 günü Ankara’da Ülkücü Camia’yı üzen, ağlatan, derin derin düşündüren ama el âlemi güldüren bir olay yaşandı. “İşte bunlar böyledir” dediler, “Bahçeli Ülkücüleri sokaktan çekmişti ama şimdi de birbirlerine sarıyorlar” dediler. “İnsan, Başbuğ diye hürmet edilen rahmete kavuşmuş Genel Başkanları için toplantı düzenlenmesinden niye rahatsız olur ki” dediler. Dediler de dediler ve ben utandım. Tam da o günlerde, 1965’teki CKMP döneminden beri memleketim olan Burdur’un Bucak İlçesi’nde davayı omuzlayan fedakâr ağabeylerimizden biri olan Şeref Kılınç (Şeref Hafız) Ağabey’in vefat haberini almıştım ve O’nun için bir yazı yazmayı düşünüyordum. Varını yoğunu davaya harcamasını, hepsi Ülkücü olan kız – erkek 9 Işık gibi 9 evlat yetiştirmesini, kimsede atın arabanın olmadığı 70’li yıllarda “Hacı Murat” tabir edilen minik arabasına 11 – 12 kişi doldurarak köy köy, ilçe ilçe götürüşünü, 85 yıllık ömrünü tam bir dava adamı olarak yaşadığı için arkasından “O bir Ülkücü idi” diyeceğimiz bir adam gibi adamı anlatacaktım, olmadı. Eminim ki bu ve benzeri olaylar başta Başbuğ olmak üzere Şeref Hafız ve benzerlerinin de ruhlarını incitiyor. Çok yazık.

Başbuğ için Anma Toplantısı’nı düzenleyen kim? Alparslan Türkeş Vakfı. Vakfı kim kurmuş? Rahmetli Başbuğ’un ailesi. Konuşmacılar kim? Başbuğ’un sağlığında MHP kademelerinde bulunmuş, Milletvekili olarak görev yapmış kişiler. Mesele ne? İşte asıl mesele bu sorunun cevabını verebilmek. Çünkü hiçbir cevap yerini bulmaz. Çünkü bunun akıl ve mantıkla izah edilebilecek bir cevabı olamaz. Bildiğimiz bir şey vardır ve örfümüzce de dinimizce de ölülerimizi saygı ve rahmetle yâd ederiz, etmeliyiz. Yâd eden, rahmet dileyen derneklerin, vakıfların, şahısların sayılarının artmasından da elbette memnun olmak, mümkünse katılıp konuşmaları dinlemek, yapılan dualara âmin demek gerekir. Ancak öyle olmadı. Toplantı yapılan salon tam da dua edilirken baskına uğradı. Baskını yapanlar öyle dolduruşa getirilen gençler de değilmiş ve meğer MHP’nin Ankara İl Başkanı da başlarında imiş, olacak iş değil.

Bu baskıncılar demek ki Başbuğ Türkeş’i hiç tanımamışlar, Galip Erdem’i, Dündar Taşer’i hiç okumamışlar. Malum, Başbuğ Türkeş’in sağlığında bir anlaşmazlık sonucu Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları MHP’den ayrılıp yeni bir parti kurmuşlardı. O zaman da onlara karşı tavır konmasını, eylem yapılmasını isteyenler vardı. Şahsen ben de öyle bir ayrılığı hoş karşılamamıştım. Ancak babacanlığı, hoşgörüsü, demokrasi anlayışı her şeyin üstünde olan Türkeş Ülkü Ocakları’na ve yakın çevresine şu talimatı vermişti: “Onlar bizim evlatlarımızdır. Hata etmiş olabilirler; sakın kötü davranmayın!..

Aslında eşimle birlikte ben de Alparslan Türkeş Vakfı’nın anma toplantısına davetli idim ama zaruri bir meşguliyetimizden dolayı katılamamıştık. Baskın haberini duyunca ne diyeceğimizi bilemedik. Görüntüleri seyredince daha da dertlendik. Hele de o Türk Bayrağı, Azerbaycan Bayrağı direkleriyle 70 yaş ve üzerinde olan Ülkücülük imtihanını başarı ile vermiş büyüklerinin başlarına vurmaları yok mu? Hem davaya ihanet, hem bayrağa, bayraklarımıza hakaret! Nitekim o sahneyi gören Azebaycanlı bir akademisyen sitemlerini şöyle gönderiyordu:

“Görürem ki bizim Bayrak da nasibini almış. Teessüf ki bazen SİNİR ZAYIFLIĞI BÜTÜN MİLLİ DUYGULARDAN, MİLLİ HEDEFLERDEN GÜÇLÜ OLABİLİR!..”

Bir televizyon kanalında da ilgili haber şu KC ile verildi: “Türkeş Anmasını ÜLKÜCÜLER BASTI!..”

Beğendiniz mi yaptığınızı? Elaleme malzeme vermek, dillere düşmek ayıp değil mi?

Büyük dava adamı, yetişmiş Ülkücülerin çoğunun Hocası, Ağabeyi Galip Erdem, 1974 yılında Bozkurt Ülkü Dergisi’nde “Ülkücü Bir Gençle Sohbetler” başlığı altında yayınlanan sohbetlerinde şunları söylüyordu:

“Ülkü son hedeftir. Son hedefe varılmasını kolaylaştıracak ara hedeflerin seçilmesi şarttır. Ara hedefler gibi, ara ülkücüler de olacaktır. Sohbetimize, ara ülkücülerin en önemlisini anlatmağa çalışarak başlıyorum: Ara ülkücülerin en önemlisi, GERÇEK BİR ÜLKÜCÜ OLABİLME ÜLKÜSÜ’dür. Kırılma ve üzülme! “Anlayamadım, gerçek bir ülkücü değil miyim sanki?” diye şaşırma.”

Sahi, “Gerçek Ülkücülüğü” geçtik de, böyle üzücü bir hareketi yapanlar “Ara Ülkücülüğün” neresindedirler acaba? Galip Erdem devam ediyordu:

“Doğru, güzel ve haklı fikirlere bağlanmak kolay ama inandığımız fikirlerin şartlarına uymak çok zordur. İşte bundan ötürü herkes milliyetçi olabilir fakat ülkücü olamaz…”

“….Ülkü adını verdiğimiz sevgili, dünya güzellerinin hiçbirine benzemez. Kavuşmayı hep özleyeceksin. Sen yaklaştıkça o uzaklaşacaktır. Yine de, yalnız O’na doğru yürüyeceksin. Belki hiç varamayacaksın ama kavuşmak için çalışacaksın…”

“…Sana, kendi neslimin durumunu anlatayım: Çoğumuz ülkücülük imtihanını kazanamamış, sınıfta kalmışızdır; kaydımız silinmiştir! Pek azımızın adaylığı hâlâ devam ediyor. Dikkat etmelisin: ‘Adaylık’ kelimesini kullandım. Çünkü hiçbirimiz bütün gayretlerimize rağmen tam bir ülkücü olamamışızdır. Daha bir kısmımız yarı yolda tükeneceğiz. Gerçek ülkücülüğe ne kadar yaklaşabildiğimizin hesabı son nefeslerimizi verdikten sonra çıkarılacaktır.”

Evet, işte böyle… Ülkücülük ömür boyu verilecek imtihanın sonunda geride kalanlar tarafından verilecek bir nişan, bir payedir. Arkamızdan “O bir Ülkücü idi” dedirtecek çalışmalar içinde olabilirsek ne mutlu.

Galip Erdem, Başbuğ Alparslan Türkeş ve Rahmetli Dündar Taşer’le birlikte Ülkücü Hareket’in çekirdek kadrosunu yetiştiren üç semercisinden biri idi. Verdiği bir seminere Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden çokbilmiş bir öğrenci de katılmıştı. Seminer sonunda söz alarak:

“- Ben, dedi; bütün meseleleri halledip kafamda hepsine de cevap buldum. Cevap bulamadığım yalnızca bir soru kaldı, onu da size soracağım!”

Galip Erdem elini kaldırdı ve gencin kafasında cevap bulamadığı o “bir soru”yu sormasına izin vermedi:

“- Oğlum; onu bana sorma! Ne güzel işte; sen soruları bire indirmişsin. Oysa benim çözemediğim daha pek çok soru var!..”

Ülkücülüğün kitabını ve çilesini yazan, 12 Eylül mağdurları ve ailelerinin Galip Dedesi bunu söylerken bizler kim oluyoruz ki her şeyi bildiğimizi, bütün soruları çözdüğümüzü iddia edip daha önde giden Ağabeyleri hizaya çekmeye çalışacağız?

Ben de artık 70 yaşında bir delikanlıyım! Lise yıllarından beri bu işin içinde olduğuma göre tecrübelerimi, yaşadıklarımı anlatabilir, almak isteyenlere öğüt verebilirim. Dinler misiniz?

Dün yola çıkarken her şey ne güzeldi!.. Birbirimize ne kadar güvenmiş ve nasıl kaynaşmıştık! Öyle ya, topu topu bir avuç “tohum” gibiydik. Nasıl kaynaşmazdık, değil mi?

Bir güçlü el bizi rutubetten ve böceklerden koruyordu. Üzerimize titriyordu sanki. Ve, bizi toprağa serpmeye bile kıyamıyordu. Ama “biçmek” için “ekmek” icabediyordu. Öyle oldu. Sonra? Sonrası herkesi şaşırttı. Bire on, bire yüz değil; bire bin - bin beş yüz veriyorduk. Dal dal etrafa yayıldık, saçak saçak derinlere kök saldık. Büyüdükçe büyüdük… Gök gürler gibi haykırır, yer yarılır gibi yürür olduk. Tek kalp, tek vücut, tek yumruk gibiydik. İman dolu göğsümüz “alınmaz bir kal’a”ydı sanki! Çiçek açtı dallarımız ve meyveye döndü çiçeklerimiz.

Meyveli ağacı taşlarlar ya, bizi de taşladılar. Hem öylesine bir taşlayıştı ki bu, göz açtırmamacasına… Biz yılmadık Her zoru yenebilecek bir îmana sahiptik. Mücadelemiz çetin oldu. Yaralandık, kırıldık, döküldük ama ezilip yok olmadık, dağılıp kaybolmadık.

Böyle ne taşlamaları, ne fırtınaları atlatıp geldik buraya kadar. Geldik gelmesine de, şimdi bu telaş niye? Şu rüzgâr neden ürkütüyor, niye darmadağın ediyor bizi böyle?

Biz buğday başağı değiliz ki hemen sararıp solalım da rüzgârda savrulalım! Hiç çınarın, çınarların ömrü böyle kısa olur mu, bu nerede görülmüş?

Dâvâ fedakârlık ister. Herkes uyur, sen uyumazsın; gezer, gezmezsin; oynar, oynamazsın… Peşinen bunları kabul etmeyen zaten dâvâ adamı olamaz.

Dâvâ adamı fire vermemeli, yozlaşmamalıdır. Zihni bulanmaya başladı mı kolları da gevşer ve kucakladığı dâvâ düşüverir. Herkes fedakâr olabilir ama herkesten aynı ölçüde fedakârlık beklenemez. Gücümüz kadar hizmete devam etmek boynumuzun borcudur.

Kimimiz dâvâ çınarının kökünde bir saçak, kimimiz dallarında bir yaprak olalım ama hiçbir zaman budak olup işi zora sokmayalım. Bu çınar yıkılıp harap olursa çok yazık olur.

Birliğimiz, dirliğimiz bozulmasın, peşinden koştuğumuz Ülkü denen Nazlı Gelin bizlere hiç ama hiç yakışmayan sen – ben kavgalarına kurban edilmesin. Değilse yazımın başında sözünü ettiğim Şeref Hafızların, O’nun yol arkadaşı olup hepsi de rahmete kavuşan Kalender Emmilerin ve daha nicelerinin haklarını nasıl öderiz, nasıl ödersiniz?