Türkçülüğün tarihi, kimine göre milliyetçilik hareketlerinin başladığı 19. yüzyıla, kimilerine göre de Orhun Yazıtları’nın dikildiği 8.yüzyıla kadar uzanır. Bu konu uzun bir tafsilatı gerektirdiğinden ve bizim konumuz ülkücülük olduğundan, Türk Ocakları ve MTTB faaliyetlerini de atlayarak asıl konuya geçelim.

Ülkücülüğün tarihi, Alparslan Türkeş’in, namı diğer Başbuğ’un fikir hayatıyla eş zamanlıdır. Başbuğ’un 1944 yılındaki Türkçülük - Turancılık davasından yargılanmasıyla başlayan süreç, onun ckmp’’sine girmesi, genel başkan olması ve partinin adının mhp olarak değiştirilmesi ile devam eder.

Ülkücülük faaliyeti, ilk defa 1966’da Ankara’da birkaç üniversitede, “ülkü ocağı kulübü” adıyla, gayrı resmi biçimde fikir kulübü olarak başlamıştır. Bu üniversite kulüplerinin amacı, ülkede başlayan kültür yozlaşmasına karşı, milli kültürün korunması ve geliştirilmesi olarak tarif edilebilir.

Özellikle gençler arasında yayılan Marksizm’in getirdiği beynelmilelcilik, milli değerlere büyük darbe vurmakta idi. Üniversitelerde kurulan Marksist kulüplerin yıkıcı etkilerinden korunmak arzusunda olan gençler, ülkü ocağı kulüplerinde toplanmaya başlamıştı. 1968 yılında Üniversitelerde başlayan Marksist eylemler ülkü ocağı kulübü mensuplarını rahatsız edici boyutlara ulaştığında, mücadele sertleşti ve ülkü ocağı kulüpleri ülkenin dört bir yanındaki okullara yayıldı.

Ülkü Ocağı kulüplerine mensup gençlere, basında “komando” lakabı takıldıysa da onlar mensup oldukları kulüplere münhasıran birbirlerine “ülkücü” kelimesiyle hitap ediyorlardı. Halk arasında “kurtçu”. “Türkeşçi” olarak da tanımlanan “ülkücü” ifadesi, zamanla karşı düşüncede olanların da kullanmaya başlamasıyla, toplumda kabul gördü ve ülkemizde, “ülkücülük” denilen siyasi bir sıfat doğmuş oldu.

İlk resmi ülkücü teşkilat, Genç Ülkücüler Teşkilatı olarak 29 Şubat 1968’de kuruldu. Ankara İstanbul, İzmir üniversitelerindeki ülkü ocakları, Ankara Ülkü Ocakları Birliği, İstanbul Ülkü Ocakları Birliği, İzmir Ülkü Ocakları Birliği adıyla bir araya getirildiler. 1971’de muhtıra ile bütün ülkücü teşkilatlar kapatıldı. 1972’de Türk Ülkücüler Teşkilatı kuruldu ve 1973’te kapatıldı. Yine 1972’de orta öğretimde faaliyet göstermek üzere Büyük Ülkü Derneği kuruldu ve 1978’de kendini feshetti.

Ülkü Ocakları Derneği’nin kuruluşu ise 23 Aralık 1973’tür. 1978’de kapatılma ihtimali doğunca, Ülkücü Gençlik Derneği adıyla faaliyetine devam eden ocaklar, Mart 1980’de Ülkü Yolu Derneği oldu ve 12 Eylül 1980 darbesiyle, faaliyetine son verildi.

Tarihi yapısını kısaca geçtiğim ülkücü hareketin, 1966’dan 1980’e kadar yürüttüğü faaliyetler takdire şayan, destansı bir mücadeledir. Ülkücülerin fikri yönden gelişmesi için, eğitim faaliyetleri en başta geliyordu. Seminerler, konferanslar hepimizin hayatının bir parçasıydı. Bu konferansların çoğunda Başbuğ bulunurdu ve herkes onu çıt çıkarmadan can kulağı ile dinlerdi. Okuduklarımızın yanında fikri yapımızı perçinleyen  konuşmalardı bunlar. Fikri savunmada üstün olmak için, hepimiz kitap okurduk. Bedeni savunmada üstün olmak için, bir kısmı dövüş sanatı olmak üzere, bütün spor dallarında faaliyetlerimiz vardı.

Kamplar, kavgalar, bulunduğumuz yerleri elimizde tutmak için gece nöbetleri, imanımızı taze tutmak için dini eğitimler, çatışmalar, yaralanmalar, şehadetler, karda kışta, yazda, güneşte, yağmurda, çamurda omuzlarımızda taşıdığımız arkadaşlarımızın cansız bedenleri vardı.

Bütün bunlar oyun değildi, hayatımızın gurur dolu vakur akışıydı. Yani ülkücüler, ülkücülük oynamıyor, ülkücülük yapıyorlardı, ülkücülüğü kılcallarına kadar yaşıyorlardı.

1980 darbe süreci ülkücülüğü bir başka boyuta taşımıştı. Devletini savunmak için, kurşunlara karşı duran ülkücüler, bu sefer aynı devletin zalim pençesine düşmüş, işkencelerle, idamlarla imtihan edilir hale getirilmişti. Biz hala ülkücüydük, ülkücülük yapıyorduk, bu bir oyun değildi, ülkücülüğü parmaklıklar arasında yaşıyorduk.

Günler, aylar, yıllar geçti. Birçok arkadaşımız, zaten suçsuzdu, delil yoktu, zorla imzalatılmış ifadeleri yüzünden oradaydı. Bir kısmı, mücadelenin girdabında mertliğinin, yiğitliğinin, korkusuzluğunun ve sorumluluğunun cezasını çekiyordu.

Kelimelere sığmayacak, onca yaşananların ardından, yıllar içinde büyük çoğunluk tahliye oldu ve toplum hayatına yeniden karıştı. Bunların sokakta gördüğü ülke artık bambaşka bir ülkeydi. İnsanlar Özallı yılların liberal politikaları ile köşe dönmecilik oynuyor, herkes birbirinden bir şeyler aşırmanın ardında koşuyordu. Sokakta, evde, hiçbir yerde siyaset yok, ideal yok, memleket sevdası yok, hak yok; hep makam, hep cukka, hep para, hep mal.

İçeriden çıkanların çoğunun aileleri perişan olmuş, geçimleri bozulmuştu. Çalışmaları, ekmek kazanmaları gerekiyor, ama sabıkaları buna mahal vermiyordu.  Zaten devlete karşı bir hayal kırıklığı vardı. Buna ilave olarak topluma karşı da bir hayal kırıklığı oluşunca, bu yiğitlerin bir kısmı suç örgütlerine, mafyalara kapıldı. Geriye kalan büyük çoğunluk, topluma ve arkadaşlarına küstü, kabuğuna çekildi. Bir kısmı hayata yeniden başladı, ama artık kimseye güvenmiyor, kendinden başkasını tanımıyorlardı.

Ülkeye hakim güçler, böyle olmasını istiyordu zaten. Ülkücülerin yeniden bir çatı altında toplanmaları olmazdı. Devlet, politikalarını tam da buna göre uyguluyordu. Ülkücüler darmadağın olmuş herkes başının çaresine bakıyordu. Bu sırada bir kısmının huyları da değişmişti. Egoizm çok belirgin bir şekilde ön plana çıkmıştı. Mevcut iktidarın bir yerinden bir şeyler kapma yarışı başlamıştı.

Özallı iktidarlar, her ne kadar, bütün siyasi eğilimleri temsil etme iddiasında olsalar da ağırlıklı olarak milliyetçi muhafazakâr kesimle çalışmak zorundaydı. İktidarın kendi ideolojisi ve dolaysıyla yetişmiş elemanı yoktu. Bütün kademelerde ülkücüleri ve bir miktar da ümmetçi kesimi çalıştırma zorunluluğu vardı. Ülkücüler artık öğrenci değil, çocuk değildi, yaşları ilerlemiş, büyümüşler, işe güce ihtiyaçları vardı. 

İşte tam burada, ülkücülük lazım olmaya başladı. Bu sıralar, “Ben eski ülkücüyüm.” demek moda olmuştu. Bir şekilde iktidarın bir yerlerinden tutan ülkücülerden faydalanmanın yolu, herkesin ülkücü geçmişiydi. Bu yıllardan itibaren, “ülkücülük yapma” bitmiş, yerine “ülkücülük oynama” gelmişti. İnsanlar bu yolla, dünyalık elde etmenin peşindeydi.

İlerleyen yıllar içinde Başbuğ’un yasağı kalkınca, parti kurması ile bu sefer o partide yer alabilmek için “ülkücülük oyunları” bir başka boyuta evrilmişti. “Eski ülkücüyüm.” ifadesinin yerini, “Ben gerçek ülkücüyüm.” almıştı. Ülkücüler artık, zaman aşımını da düşünerek geçmişte neler yaptığını anlatıyor, herkes bir başkanlık macerasından dem vuruyordu. Artık ülke genelinde yeniden teşkilatlanmış olan partiye gidip gelenler, görev umanlar, oy verdim diyenler, mücadele ettim diyenler arasında, başkan olmayan kimse yoktu. Herkes reis, başkandı. Partide bir görev, bir meclis üyeliği, bir belediye başkanlığı ya da bir milletvekilliği kapmak için egolar tavan yapıyordu. Kendini övmeyenin, kendini öne çıkaramayacağı bir zaman yaşıyordu herkes.

Seneler seneleri kovaladı. Başbuğ rahmetli oldu. Kimse kimseyi Başbuğu’un yerine layık görmüyor, herkes mücadelede en ön saflardan geldiğini düşünüyor, yalnız kendini beğeniyordu. Ülkücülerin her birisi adeta bir Alparslan Türkeş’ti artık. Bu düşünceler içinde zar zor yeni genel başkan seçildi. İlk seçimde büyük umutlar bağlanıp rekor oy alan parti, başkanın yanlış tutumuyla gerileme devrine girdi ve o gün bu gün, bir varlık gösteremedi.

Bugün, ülkücülerin “ülkücülük oynama” vaziyeti hala sürüyor. Çünkü ülkücülük ülkücülerin geçmişindedir, şimdi sadece ülkücülük oynayabilirler ve bunu yapıyorlar. Bu nedenle kısır döngü içindeler. Körler sağırlar birbirini ağırlar misali, kabuklarını kırıp mazinin dışına çıkamıyorlar, kitlelerle bütünleşemiyorlar.

12 Eylül öncesinin mücadele ortamı toplumun yarısını bu harekete katmıştı, ama bunların çoğunluğu, ülkücülük yapmanın seksen öncesinde ve cezaevi parmaklıkları arasında kaldığını görüyor ve ülkücülük oynamaktan yana da değiller. Bu günün yetişkin dedeleri, içlerinde, o günlerin ateşinden küller taşısa da o günün gençleri değiller. İnsanların statüsü değişmiş, beklentileri farklı, hayata bakışları farklı, birbirlerine bakışları farklı.

İçeride olmadığı gibi, dışarıda dünya Türklüğü adına yapılan bir şey yok. Kaç Türk devletinde, hangi Türk topluluklarında ortak sivil toplum teşkilatlarımız var? Günümüzde ülkücülük yapan yok, herkes particilik yaparken, ülkücülük oynamanın peşinde. Bugün ocaklarda olan gençler, mevcut şartlarda o günkü gençler değil, her şeye menfaat penceresinden bakıyorlar. Yaptıkları her şey için bir karşılık istiyorlar.

O gün ülkücü olmak, bir mensubiyetti, mhp’li olmaktı. Ülkücüleri dağıtmış, ümmetçilerin peşine takılmış bir mhp var şimdi ve bu yüzden, öyle bir mensubiyet de yok. Evet ülkücü olmak var, ama ülkücü olmak bir mensubiyet değil artık. Ülkücülük oynayan her bir ülkücü, bir başka kulvarda bugün.

Gelinen bu son noktada, ülkücülük yapmakla, ülkücülük oynamayı, ülkücülük oynamakla, ülkücü olmayı birbirinden ayırabilmeliyiz. Ülkücü olmak Atatürkçü olmaktır. Başbuğ’un 9 Işık doktrini, Atatürk’ün 6 okunun yanına, 3 ok daha eklemesidir. Atatürkçü olunmadan ülkücü olunamaz. Bugün “ülkücü olmak”, içeride herkese, milliyetçiliğin gereği olarak aynı nazarla bakmak, herkesi kucaklamaktır. Vakıflar kurmak, ihtiyaç sahiplerine ulaşmaktır. Özellikle davasının çilesini çekmişleri, hatırlatacak, hatırasını yaşatacak faaliyetler düzenlemektir. Ülkenin sorunlarını çözecek insanlar yetiştirmek, öğrencilere barınak ve imkanalar sağlamaktır. Ülkücü olmak çağdaş ülkelerin de daha üzerine çıkmayı hedeflemektir. Ülkemizin güvenli ve güçlü olması için yürütülen faaliyetlere, nefsimizi bir kenara koyarak siyasi ayrım gözetmeden katılmaktır. Hepsinden önemlisi, milletin değer yargılarına sahip çıkıp onların arasına girmektir.  Dışarıda değişen dünyada, bu iletişim çağında, dünyanın dört bir yanındaki Türklerle, yönetimlerine, yöneticilerine, rejimlerine bakmadan, her gelen iktidarını kabullenerek irtibat kurmaktır, kültürel birlikler kurmaktır, ortak sivil toplum kurumları oluşturmaktır, dil konusunda işbirliği yapmaktır, ekonomik birlikler kurmaktır, dış tehditlere karşı yanlarında durmaktır. Onlarla havadan, karadan, denizden, gönüllerden köprüler kurmaktır...v.s.

Ülkücülük oynamak, mazide debelenmektir; ülkücü olmak ise, geleceği bugünden kurmaktır.