Elli yılı geride bırakan yazı hayatımın en zor makalesine başlıyorum. Daha yazıya başlarken nasıl olup da “en zor” olduğunu söylediğimi merak edebilirsiniz tabii de, cevabım hazır: Çoktan beri milletimizin durumu, yönetenlerin feraset ve basiretsizlikleri, içeriden ve dışarıdan bazı güçlerin oynadıkları oyunlar, milli şuurun ve ahlâki değerlerin giderek kaybolması, dini duyguların körelmesi, Kur’an-ı Kerim gibi asıl kaynak dururken Müslümanların bazı cahil şarlatanların peşlerine takılması, insanlarımızın birbirlerine olan saygı ve sevgilerinin yok olması, çevre duyarlılığının kalmaması, dağdaki çobandan camideki imama kadar herkesin siyasete bulanması gibi pek çok konudan rahatsızım. En son, -Ankara’da Merkezi Vaaz sistemi olmasına rağmen- her ne hakla ve hangi yetki ile Cuma namazı önceleri vaaz eden bir imam pek çok saçmalıktan sonra “Demokrasi küfürdür” diyerek noktayı koyunca tepem attı. Elbette gereğini yapıp Diyanet İşleri Başkanlığı’na durumu bildirdim. Bu tür saçmalıklar hele de cami içinde yapılıyorsa cezasız kalmamalı, herkes kendi işini lâyıkı ile yapmalıdır.

Artık iyice dolmuştum… Biriktirdiklerimi yazıya dökerek hem kendimle hem de okuyucularımla, milletimizle dertleşmek istiyordum. İstiyordum da bu yazıma anahtar olacak bir beyit olmalıydı. Bu anahtarın Divan, Tanzimat ya da Servet-i Fünun şairlerimizden biri tarafından verilmiş olduğuna/olabileceğine dair bir his vardı içimde. Geçmiş zamanların birinde sanki öyle bir beyit, bir dörtlük okumuştum da bir türlü toparlayamıyordum…

Bu konuda bana yardımcı olacağını umduğum bir akademisyen arkadaşıma şöyle bir mesaj yazdım: “Sayın Hocam, kafama takıldı ama bir türlü de toparlayamadım. Sanki Divan, Tanzimat ya da Servet-i Fünun dönemi şairlerinden birine ait gelecek ya da gençlik için hayal kırıklıkları ve ümitsizliklerini dile getiren bir beyit olacaktı diye düşünüyorum ama o kadar! Yardımcı olabilir misin?”

Şöyle bir cevap geldi: “Zor bir soru. Bilmediğim yerden çıktı maalesef. Üzgünüm!”

Aynı soruyu bu konulara vâkıf bir ağabeyime iletmiştim ki ondan da benzer bir cevap geldi: “Böyle kazık soru olur mu Osman Aga!” Ama tavsiyelerini de eklemişti, sağ olsun.

Aslında kitaplığımda güzel kaynaklar vardı da, işin kolayına kaçmak istemiştim herhalde. Mesela İ. Hilmi Soykut’un derleyip toparladığı ve 1960’lı yıllarda Sönmez Neşriyat tarafından basılan 1156 sayfalık Unutulmaz Mısralar kitabını yıllar önce baştan sona gözden geçirmiş ve pek çok beyti de bir ajandaya not etmiştim. Agâh Sırrı Levent’in “Divan Edebiyatı”, Cevdet Kudret’in “Örnekli Türk Edebiyatı Tarihi”, Fuat Köprülü’nün “Türk Edebiyatı Tarihi”, Ahmet Kabaklı’nın “Türk Edebiyatı” ciltleri, Nihat Sami Banarlı’nın “Resimli Türk Edebiyatı Tarihi” ve Prof. Dr. Cemal Kurnaz’ın ta Yardımcı Doçentliğinde yayına hazırladığı Muallim Naci’nin “Osmanlı Şairleri” kitapları mütevazı kütüphanemin raflarından bana bakıyorlardı.

Ajandam başka yerde olduğu için ulaşamasam da adını zikrettiğim kitaplardan bazılarını kütüphanemdeki özel yerlerinden çıkarıp aradığım mısraları bulmaya çalıştım… Soru sorduklarım aslında haklı idiler; çünkü aradığım her ne ise bulunmuyordu ya da ne istediğimi tam olarak anlatamamıştım. Olduğunu sandığım ya da olmasını istediğim hayali birkaç mısra için onları da yormuştum. Neyse ki, tam emin olmasam da kitaplarda derdime deva olup aylardır tasarladığım konuları açmama anahtar olacak başka mısraları bulunca yüzümde tebessümler belirdi. Derken, tasarladığım konu ile ilgili olarak sosyal medyada yaptığım bir paylaşıma yorum yapan değerli ağabeylerimden Nuri Gürgür’ün son cümlesi tam da amacıma uygundu: “Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime!” Bu, bildik bir şarkının can alıcı mısralarından biri (mısra-i berceste) idi ve başka amaçla yazılıp söylenmiş olsa da şimdi tam yerini bulmuştu. Yazıya başlayabilirdim artık...

İSTİKBAL ENDİŞESİ VE DİNİ ALANDAKİ CEHALET

Hadi biz geldik gidiyoruz. Sıkıntılı yıllar geçirirler ama çocuklarımız da belki geçer giderler de ya torunlarımızın, ya hemen her fırsatta “geleceğimizin teminatı” denip de pek çok imkândan yoksun bırakılan gençlerimizin ve tabii ki mensubu olmakla gurur duyduğumuz Büyük Türk Milleti’nin istikbali, ikbali? Tam da büyük vatan şairimiz Namık Kemal’in taşıdığı duygulardır bizi endişelendiren:

“Bais-i şekvâ bize hüznü umumidir Kemal/Kendi derdi gönlümün billah gelmez yâdına!”

Şikâyetlerimizin, sitemlerimizin sebebi işte budur. Bu sebeple bizi üzüntüye sevk eden etkenlerin en başta geleni ise ne yazık ki cahillik ve onun en büyüğü de dini alandaki cehalet. Son yıllarda artış gösteren ve adeta pıtrak ya da mantar biter gibi ortalığı saran din kisveli tarikat/cemaat görünümlü gruplar daha çok cahil ve maksatlı, içeriden ya da dışarıdan güdümlü “önderler” tarafından yönlendiriliyor ve oldukça da çok taraftar buluyorlar. Bence bunun en önemli sebebi milletimizin dini konulardaki cehaleti. Görünüşte ve resmi kayıtlara göre milletimizin yüzde doksan dokuzu Müslüman. Amenna, buna bir sözümüz ve itirazımız yok. Gelin görün ki Müslümanlar ellerinin altında bulunan paha biçilmez, eşi ve benzeri olmayan kaynaktan habersiz yaşıyorlar. Kur’an-ı Kerim, bazı ilim yapanların dışında beş vakit namaz kılanlar tarafından bile “yüzüne” tabir edilen okuma ve namaz kılmaya yetecek kadar üç beş, bilemediniz on on beş sure ezberlemekten öte bir anlam ifade etmiyor.

Evet, anlam… Yunus Emre’nin çok güzel ifade ettiği gibi “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsen bu nice okumaktır?” Hiçbir şey anlamadan okumak amiyane tabirle “öküzün trene baktığı gibi bakmak” tır. Cenab-ı Allah Rahman Suresi 33. Ayette şöyle buyuruyor: “Ey Cin ve İnsan toplulukları! Göklerin ve yerin ötelerine geçmeye gücünüz yeterse geçin gidin. Allah’ın verdiği ilim ve güç olmadan gidemezsiniz!” Burada buyurulan “Gücünüz yeterse geçin gidin” emri asıl maksadından saptırılarak, “Mümkün değil geçemezsiniz” diye yorumlandığı içindir ki İslam âlemi ve tabii ki Türkiye ilimde, fende, teknolojide, yer ve gök bilimlerinde ancak seyirci oluyor ve başkaları geçip gidiyor. Bu yazıyı tamamlayıp son düzeltmeleri yaparken televizyonda, “NASA tarafından, güneşin gizemlerini tespit etmek için uydu fırlatılacağı” haberi veriliyordu. Kısa bir süre önce Mars’ta su bulduklarını açıklamışlar, şimdi de güneşin sırlarını çözebilmek için yola çıkıyorlardı. Yani adamlar göklerin ötelerine geçip gitmeye devam ediyorlar ve biz seyretmekle yetiniyorduk. Çünkü yüz binlerce, milyonlarca insanımızı peşlerinden sürükleyen sözde hoca efendilerin en popülerlerinden biri, “Ya hu, Mars’a gideceklermiş. Bana sorsalardı gidemeyeceklerini söylerdim ve o kadar masraf etmeleri gerekmezdi” diye palavra sıkıyor, müritlerini de inandırıyordu. “Yanmaz kefen” ve güya “Peygamberimizi rüyada gösteren terlik” de satan, kadınları geçtik de, “Erkeklerin saçlarının görünmesi de günahtır” diyen bu adamın Rahman Suresi’nden habersiz olması düşünülemez. Ancak pazarı iyi kurmuş ve okumayan, araştırmayan, akletmeyen, düşünmeyen zavallı Müslümanları oyalamaya, aldatmaya devam ediyor.

Ben bu konuda çok hassasım. Başka çalışmalarımda da yazıp özel sohbetlerde dile getirdiğim bir hususu belki de çok ileri gidip son iki Diyanet İşleri Başkanına da yazarak, “Hiç değilse cami cemaatine günde en az 40 – 50 defa okudukları Fatiha’nın anlamının sindire sindire öğretilmesini” talep ettim. Gelen cevapların beni tatmin ettiğini söyleyemem. Zaten durum da ortada… O kanaatteyim ki, yalnızca Fatiha Suresi’ni kavrayıp orada Allah’ın kendisinden ne istediğini ve kendisinin Allah’a ne sözler verdiğini idrak eden bir kul, bir Müslüman kesinlikle kerametleri kendilerinden ve çevrelerine topladıkları efsunlanmış müritlerden menkul olan şeyhlerin, şıhların kapısına kul olmaz. Çünkü:

“Dinlerini paramparça edip o fıtri/yaratılış üzere olan dinden uzaklaşarak çeşitli zümrelere ayrılanlardan da olmayın ki, ayrılığa düşen her zümre kendi inancı ve kendi görüşü ile övünüp durmaktadır. (Rum, 32)

(Ey Muhammed!) Şu dinlerini parça parça edenler ve kendileri de grup grup ayrılmış olanlar var ya, (senin) onlarla hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra (O), yapmakta olduklarını kendilerine haber verecektir. (En’am, 159)"

Bu iki ayette Cenab-ı Allah on beş asır öncesinden tam da günümüzü yansıtmakta, hâlihazırda yaşadığımız durumu haber vermektedir. Bu hitabın geldiği Peygamberimiz zamanında da insanların inançları vardı ve parça parça olmuşlardı. Her kabilenin çamurdan, helvadan ya da taştan yapılan putları vardı. Bunların yanında ateş, güneş, ay gibi tabiat varlıklarına tapılıyordu. Bu anlayış günümüzde de sürüyor ve bazı “Hoca efendi”, “Tarikat Şeyhi”, “Grup Önderi” ve hatta siyasi liderlere adeta tapılıyor. “Azrail’e tokat atıp” aldığı canı geri getiren, “Yüzünü görüp seyretmekle bilmem kaç bin yıl ibadet etmiş olma sevabı kazanılacağı” ifade edilen şeyhlerden, “Uzay Mekiği’nin vidalarını gevşetip düşüren” müritlerden söz ediliyor, videoları yayınlanıyor. Düşünebiliyor musunuz? Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah Kadir Gecesi için (ibadetle geçirilen) “Bin aydan hayırlı” buyuruyor ama bir tarikat şeyhinin yalnızca yüzünü görüp birkaç dakika seyretmek “Binlerce yıl ibadet etmiş olma sevabı” kazandırıyor! Durum bu kadar vahim ve şirk belki Cahiliye döneminden de beter yayılmış durumda. Keza bir siyasetçi çıkıp liderlerinin “Cenab-ı Allah’ın bütün sıfatlarını taşıdığını” söyleyebiliyor, bir başkası “O’na dokunmak ibadettir” diyebiliyor ve ikaz dahi edilmedikleri gibi adeta ödüllendiriliyorlar.

İslamiyet evrensel/cihanşümul olduğu için yukarıya aldığımız ayetler elbette günümüze de hitap ediyor. Ahlâk, hak, hukuk, adalet, ilim, saygı, sevgi, doğruluk, dürüstlük gibi Allah’ın asıl buyruklarını adeta görmezden gelerek Peygamber Efendimizin günlük yaşayışındaki bazı davranışlarını, oturup kalkışını, yiyip içmesini, giyim kuşamını, saçını sakalını adeta farzmış gibi anlatan o hoca efendilerin Rum Suresi 32 ve En’am Suresi 159. Ayetlerin asıl muhatapları olduklarını bilmemeleri imkânsız. Millet öğrenip uyanmasın diye de Arapça’ya adeta bir kudsiyet atfedip Kur’an-ı Kerim’i anlamanın değil de okumanın faziletlerini anlata anlata bitiremiyor, hatta Yaratıcımızın her şeye kadir olduğunu da anlamazdan gelerek “Ahiret dilinin Arapça olduğunu” söyleyebiliyorlar. Ne yazık ki, kendisi içten bir söyleyişle “Allah” deme yerine “Allah” diyen bazılarının niyetlerini bilmeden peşlerine takılan insanımız da okuyup öğrenmediği, araştırmadığı, Kur’an-ı Kerim’de adeta başlara vurulurcasına defalarca “Akletmez misiniz?”, “Düşünmez misiniz?” diye sorulup durulduğunu bilmediği için Allah’a değil de birtakım şarlatanlara kul olduğunun farkında değil.

Son zamanlarda üniversitelerimizden birinde Rektör Yardımcılığı gibi önemli bir görevde bulunan Profesör titrindeki kişi şöyle bir ifade kullandı: “Bizde şimdi okuma oranı arttıkça beni afakanlar basıyor. Ben daha çok cahil ve okumamış, tahsilsiz kesimin ferasetine güveniyorum bu ülkede…” Yukarıda örneklediğimiz şeyhler ve hoca efendiler de zaten tam bunu istiyor ve insanların okuyup öğrenerek uyanmalarını, işin doğrusunu bilmelerini istemiyorlar. Müslüman ilim yaparsa kimseyi sömüremeyecek, Allah’la aldatamayacak ve aç kalacaklar. “Okuma oranı arttıkça afakanlar basan” profesör de, tıpkı liderlerine yağcılığı şirk boyutuna yükselten siyasetçiler gibi adeta ödüllendirilerek YÖK Denetleme Kurulu’na seçilmişti. Din, iman, ilim, Allah rızası bir yana, menfaat ve siyasi umur bir yana… Hal böyle olunca da milletimizin geleceği kararıyor, ilerleme kaydedemiyoruz. Kendini bilen Müslüman, Rum Suresi 59. Ayeti iyi bilmeli ve iyi yorumlamalıdır: “Allah bilmeyen, bilmek istemeyen ve ilimden uzak olanların kalplerini mühürler!” Aklını kullanmasını bilmeyen insanlar için daha ağırı da var: “Allah ricsi (pisliği, cezayı, huzursuzluğu, azabı) akıllarını kullanmayanların üzerine verir! (Yunus, 100)."

Başta Diyanet İşleri Başkanlığı olmak üzere Tarikat, Vakıf, Dernek her ne ise siyaset ve ticaretle uğraşmamalıdır. Çünkü din ve hayır işleri Allah rızası için yapılan işler olup siyaset ve ticaret onların işi değildir. Ancak ne var ki günümüzde bu alanlara girmeyen bir dini grup yok gibi. Siyaset kurumu da onları “oy deposu” olarak gördüğü için karşılıklı bir etkileşim ve menfaat birliği içinde yol alıp gidiyorlar. 15 Temmuz 2016’da cereyan eden darbe girişimine rağmen siyaset kurumunun bundan ders almadığını da üzülerek görüyoruz.

Şahıs olarak mahzunum; gelecek için endişelerim var. Vatanım mahzun; kadrini kıymetini bilmedik. Dinimiz daha da mahzun; Kur’an kelamıyla söyleyecek olursak “Anlaşılsın diye açık seçik” gönderilen buyrukları anlamadık/anlayamadık/anlamazlıktan geldik!

Bu bölüm için son ifadelerim şunlardır:

Millet ve devlet olarak dini alandaki cehaleti yenip tıpkı İbni Sina, Farabi, Biruni, Ali Kuşçu, Uluğ Bey dönemlerinde olduğu gibi Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın buyurduğu ilim yoluna girmediğimiz takdirde milletimizin istikbali tehlikededir.

Adı üstünde, 15 asır önce Cahiliye dönemini ortadan kaldırmak üzere gönderilen İslamiyet Kur’an-ı Kerim’in asıl mesajını anlamayan, anlamak da istemeyen birtakım cahil/cühela din bezirgânının elinde yeniden karanlıklar içine sürüklenmektedir. Dinimiz hurafeler, menkıbeler, efsaneler ve kendilerini adeta Allah yerine koyanların şekilciliğinden arındırılarak Kur’an-ı Kerim ve su katılmamış Hadis-i Şeriflerle amel edilmeli, Peygamberimizin buyurduğu gibi “Yitik malımız olan İlim” nerede olursa olsun bulunup alınarak hayata geçirilmeli, bu konuda çocuklarımıza, gençlerimize her türlü imkân sağlanmalıdır.

İSTİKBAL ENDİŞESİ VE AHLAKİ ÇÖKÜNTÜ

Ailemiz ve milletimizin geleceği ile ilgili endişelerimizden biri de ahlâki çöküntüdür. Evlerinin kapılarını kilitlemeyen, dükkânını açık bırakıp başka işlerini görmeye giden, şehrin belirli yerlerine sadaka taşları koyan, kuş evleri yapan, açları doyurup çıplakları giydiren ataların torunları olan bizler şimdi ne haldeyiz?

Dinimize göre “Komşusu kendisinden emin olmayan kimse iman etmiş olmaz!” Bir başka söyleyişle, “Komşusu kendisinden emin olan kimseye Müslüman denir.” Peki, ülkemizde ya da topyekûn İslam âleminde herkes komşusundan emin mi? İsrail’in dışında Ortadoğu bölgesindeki hemen bütün ülkeler Müslüman ama hepsi de birbirleri ile kavgalı. Aynı durum ikamet ettiğimiz yerler için de geçerli. Kavgalı değilsek bile oturduğumuz apartmanlarda, sitelerde çoğumuz aynı kattaki kapı komşusunu bile tanımıyor. Trafikte, çarşı ve pazarlarda, kimsenin kimseye saygısı yok, hoşgörü kavramı unutulmuş. Cana, mala, ırza ve namusa kasıt olayları ayyuka çıkmış durumda. Kadına şiddetin, çocuk ve kadın tacizlerinin, cinsel istismarların önü alınamıyor; o da yetmezmiş gibi çocuk kaçırma, kaçırılan çocukların canlarına kastetme haberleri yürekleri yakıyor, ocakları söndürüyor. Bu konularda en dikkatli olması gereken bazı “din görevlileri” ve okullardaki öğretmenler bile küçücük çocuklara tacizde bulunabiliyorlar. Ne yazık ki dini hassasiyetleri olması gereken, isimlerinde bile dini referanslar olan bazı dernek, vakıf ya da cemaatler içinde de benzer skandallar yaşanabiliyor. Kime güveneceğimizi, çoluk çocuğu kimlere emanet edeceğimizi bilemiyoruz.

Hal böyle olunca bu karanlık tablonun içerisinde milletimizin istikbalinden nasıl emin olabiliriz?

Devletimizin başında dini hassasiyetleri ile tanınan yöneticiler var. “Dindar nesil yetiştireceğiz” demişlerdi. Kulağa da hoş gelen bir slogandı ama Milli Eğitim’le tam 17 yıl boyunca ana sınıfı çocuklarına verilen yap-boz oyuncakları gibi oynadılar fakat olumlu bir gelişme olmadı. “Dindar nesil” yetişmediği gibi sosyeteyi gölgede bırakan “Süslümanlar” türedi, haram-helal kavramları ters-yüz oldu, lüks ve israf ayyuka çıktı. Ahlâki çöküntü had safhada, hırsızlık, soygun, taciz – tecavüz, magandalık almış başını gidiyor. Her köşeye kondurulan camiler ve bunca okul, din görevlileri, öğretmenler insanımızın ahlaki değerlerini koruyamıyor, yüceltemiyor. Bu yapılabilseydi en basitinden tuvalet kapılarına bin bir türlü yazı yazılmaz, belediye otobüslerinin koltukları çizilmez, çevreye çöp atılmaz, park ve bahçelerdeki çiçekler koparılmaz, cami cemaati elindeki sigarayı bitirmek için cami kapısı önünde bekleyip izmaritini de kapı önün atarak içeri girmezdi. Daha doğrusu, Diyanet ve din görevlileri Sayın Cumhurbaşkanı’nın sigara içilmemesi konusunda yıllardır yaptığı mücadelenin yüzde birini yapsa idi hiç değilse cami cemaati sigara içmezdi.

15 Temmuz 2016’ya giden yolda devletin çeşitli kurul ve kurumlarında, en hassas noktalarında kadrolaşıp etkin olan grubun yaptığı usulsüzlükler, sınav yolsuzlukları çorap söküğü gibi ortaya çıktı, çıkarıldı. Gelin görün ki aynı usulsüzlüklerin benzer şekilde devam ettiğini yine duyuyoruz. Gazetelerde zaman zaman “Sınav yapılmadan önce açıklanan sınav sonuçları”, “Sınavı sınava girmeyenler kazandı”, “Sınav sorularını veren öğretmenler” gibi haberler yer alıyor. Bütün bunlar bizde, dinimizce büyük günahlar arasında gösterilen “Kul Hakkı” kavramının bizzat dini hassasiyeti olduğu sanılanlarca göz ardı edildiği kanaatini uyandırıyor ki ahlaki çöküntünün son noktasıdır ve artık tuzun bile koktuğu anlamına gelir.

Beni ümitsizliğe sevk eden ve çoğu zaman “Bu millet adam olmaz” deme noktasına getiren birkaç davranış kusuru ya da ahlâk zaafı daha var: Trafik magandalığı, güya yasak olmasına rağmen düğünler başta olmak üzere özellikle kırsal kesimlerle kenar mahallelerde yüksek volümlü, kulak tırmalayıcı müzik yayını ile rasgele silah atışları ve çevre duyarsızlığı! Silah atışları ve müzik yayınları konusuna Başkent Ankara’da bile çare bulunamadığına göre varın diğer yerleri düşünün artık…

Trafik konusunda Ankara Valiliği, Emniyet Müdürlüğü ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na yaptığım müracaatların sayısını bile unuttum. Onlar kuralsızlıkla, olan kuralların uygulanmaması ve dolmuş, otobüs gibi toplu taşım araçları ile ilgili idi. Baştan savma cevaplar aldım ama yılmadım. Üç sayfalık detaylandırılmış son dilekçemin tam üç ay süren yolculuğu henüz bitmedi. Valilik Emniyet Müdürlüğü’ne, orası da Ankara Büyük Şehir Belediye Başkanlığı’na havale etmiş. Belediye’den cevap gelmeyince peşine düştüm ve bu defa da “Valiliğe verdiğinizi belirttiğiniz dilekçenin içeriği Başkanlığımızda olmadığı için işlem yapılamamıştır” diye bir cevap geldi. Oysa dilekçenin tarih sayısı belli idi ve emniyetten belediyeye giden tarih sayısı belli yazıda Ek olarak belirtilen “Gereği için Ankara Büyük Şehir Belediye Başkanlığı’na/3 sayfa dilekçe” ibareleri vardı. Ankara içindeki üç aylık uzun yolculuk sırasında dilekçemin kaybolduğu ya da birileri tarafından hasıraltı edildiği anlaşılıyor ama üzücü olan asıl taraf şu: Dilekçemi o tarih sayıya göre kendilerine resmi yazıyı gönderen kurumdan istemek yerine bana “içeriği olmadığından” diye cevap veriyorlar. O cevap da işimi takip ettiğim için geliyor. Yorgunu yokuşa sürmek ve işi savsaklamak işte böyle bir şey de; eli az çok kalem tutan, inatla hakkını arayan ben bu hale düşürülüyorsam vatandaş ne yapsın ve söyleyin ey dostlar bu durumda mahzun olup hüzünlenmemek, vatan ve milletimizin geleceği için endişe duymamak mümkün mü?

Çevre konusundaki duyarsızlık ise akıl alacak gibi değil. Ana sınıfından başlayarak her kademedeki okullarımızda öğretmenler mutlaka çevre konularını işliyorlardır. Dinimiz bir bakıma temizlik ve arınma dini. Ancak Avrupa ve Orta Asya ülkelerini, Moğolistan’ı, Çin’i de görmüş biri olarak söyleyebilirim ki biz bu konuda onlardan çok gerilerdeyiz. Vatandaşımız duyarsız, devlet kurumlarımız sorumsuz ve takipsiz… Detaya girmeden iki ülkeden iki örnek verirsem durum anlaşılacaktır.

Birinci örnek Özbekistan’ın başkenti Taşkent’ten… Şehrin tam ortasından, ırmak büyüklüğünde büyük bir su kanalı geçiyor. Çevresinde parklar, iş yerleri, evler var. Tamamen halka açık. Suyun çok berrak ve temiz aktığını görünce kanal boyunca beş yüz metre kadar yürüdüm ve buralarda alışık olduğumuz için suyun içinde bir çöp, bir pet şişe, bir gazete parçası aradım. Gerçekten yoktu ve nerede ise avuç avuç alınıp içilecek gibiydi. Bizde böyle bir manzara düşünebilir misiniz?

İkinci örnek, başkent Ulanbatur dışında adeta bin – bin beş yüz yıl öncesini yaşayan Moğolistan’dan… Dört çeker araçlarla uçsuz bucaksız bozkırlarda ilerliyoruz. Tabir yerinde ise in – cin yok! Arkadaşlarımızdan biri aracın kelebek camını açarak elindeki kâğıt parçasını atmak isterken Moğol şoför ani bir refleksle elini yakaladı ve işaretle “atamayacağını” söyledi. Yorumu içinde ama yine de soralım: Biz ne yapıyoruz?

Kısacası nereden tutsak elimizde kalıyor ve milletimizin geleceği için endişelerimiz katlanarak büyüyor. Hal böyle olunca yine vatan mahzun, ben mahzun, din daha da mahzun…

İSTİKBAL ENDİŞESİ VE GİDEREK YOK EDİLEN TARIMLA HAYVANCILIĞIMIZ

Mahzunluk bitmez…

İlkokula 1957 ya da 58’de başlamış olmalıyım. Sonra Ortaokul, Lise ve Üniversite… Bu süre içerisine öğretmenlerimizin gururla söyledikleri ve ilgili kitaplardan göğsümüz kabararak okuduğumuz bir cümle vardı: “Türkiye, tarım ve hayvancılık alanında dünyanın kendi kendine yeten yedi ülkesinden biridir!” Ne kadar hoş, ne kadar güzel ne kadar anlamlı değil mi?

Özellikle ilkokulda iken kutladığımız Yerli Mallar Haftalarını unutamıyorum. Türlü türlü meyveler, bulgurlar, kavurgalar… Hepsi de yerli malı ve üstelik çok yakınımızda bulunan kendimizin, komşularımızın bahçesinde, tarlasında ya da yakın köylerde üretilen ürünler…

Ya şimdi?

İstisnalar dışında şehirlerin çevresinde üretim kalmadı. Hadi bunu anladık da kasabalarda, köylerde bile çok sınırlı üretim yapılıyor artık. Köyden şehire göç adeta teşvik edildi, köylerin içi boşaltıldı. Köyden gelenler için şehirde yer lazımdı; dağlar taşlar ev olduğu için şehirlerin çevrelerinde bulunan ekili alanlar da imara açılınca tarım ve hayvancılık iki taraftan kıskaca alınmış oldu. Bir taraftan köylerdeki üretimi sekteye uğratırken şehirlerin çevresinde yapılan ve “yerli” tabir edilen hatırı sayılı üretim de yok edildi.

İşte İstanbul… Tarihi doku, tarihi siluet rantiye kulelerinin gölgesinde kaldı. İş işten geçtikten sonra “İstanbul’a ihanet ettik” demek, dini kullanarak ya da doğrudan birlik ve beraberliğimize kast edenler konusunda yapılan yanlışlıklar devletin ve milletin başına çorap örüldükten sonra “Allah ve milletimiz bizi affetsin” demekten farksızdır.

İşte Başkent Ankara… İncek Ovası ve Polatlı’ya kadar Eskişehir yolu güzergâhı verimli tarım alanları iken şimdi devasa gökdelenler, siteler dikilerek beton tarlalarına dönüştürüldü. Etlik tarafında adı üstünde Ovacık Köyü vardı. Şimdi orada da adının başına ya da sonuna “Ova” eklenen bloklar yükseliyor. Herhalde yıllar ve yıllar sonra araştırma yapanlar, “Adından da anlaşılacağı gibi burası zamanında ova imiş” diye kayıt düşecekler! Ya Yuva Köyü? Yeni Mahalle’nin bu şirin köyü hoş rayihalı kavunları ile ünlü idi. İstanbul’daki dostlarımızın bile Yuva Kavunu sipariş ettiklerini nasıl unutabilirim? Ama o kavun tarlaları da rantiye bloklarına teslim edildi.

Oysa ne ideallerimiz vardı bizim… Ülkücü – Milliyetçi Hareket’in bir Tarım Kentleri politikası vardı. Taşralarda cazibe merkezleri oluşturulacak, oralarda her türlü imkân hazırlanarak üretim kooperatifleri kurulacak, köylü her türlü imkâna kavuştuğu ve ürettiğini de değerlendirebildiği için yerinde kalarak hem kendi refahını yükseltecek hem de ülke kalkınmasına katkıda bulunacak, şehirlere düzensiz göçlerin önü alınacaktı. Üniversite yıllarımıza rastlayan seçimlerde köylere gidip bunları anlatıyorduk. Bize iktidar nasip olmadı. Kıbrıs zaferinin de tesiriyle bir umut olarak görülen Ecevit de Merkez Köyler projesini gündeme getirmişti ama sanki bir gizli el Türkiye’nin hayrına olan işleri engelliyordu, sonuç alınamadı. Çoktan beridir de işte hepsi unutuldu, Rant Ekonomisi hüküm sürüyor.

Dört – beş yıl önce Türkmen kardeşlerimize yardım organizasyonu dolayısı ile Ankara Gıda Toptancılarının bulunduğu GİMAT’a gitmiştim. Nohut, kuru fasulye ve mercimek gibi gıda maddeleri alırken âdetim üzere nereden geldiğini sormuştum ki, “Kanada, Meksika” gibi cevaplar alınca bir an durakladım. Ben mesela Çorum, Konya, Adana gibi cevaplar beklerken tabir yerinde ise beynimden vurulmuşa döndüm. O güne kadar gerçekten de o temel gıdalarımızın ithal edildiğini bilmiyordum. E, yaşımız daha gençmiş tabii, zaman içinde hepsini, mesela samanı bile ithal ettiğimizi öğreniverdik! Kars, Erzurum, Van gibi illerimiz hayvancılık merkezlerimizdi bizim. 2018 yılı ilkbaharında bölgeye gitmiştim. Her taraf yemyeşildi, otlaklar bütün canlılığı ile büyükbaş ya da küçükbaş hayvanları bekliyordu ama beklenenler yoktu! Öyle olunca da işte Sırbistan, yetmedi Brezilya, yetmedi Fransa, o da yetmedi Rusya’dan et ithal etmek için imkanları zorluyoruz. Et ve süt hayvancılığı konusunda bir merkez olma iddiasında olan memleketim Burdur’da da beklenen hedefe ulaşılamadığını biliyorum.

Çok kıyaslama yapıldı ama haksız mıyım yani? Hollanda devletinin yüzölçümü ile bizim 81 vilayetimizden biri olan Konya’nın yüzölçümü hemen hemen aynı; 41.500 km kare civarında. Üstelik Konya ovalık, güneşlik. Hollanda’nın içine çoğu yerde deniz girmiş, çoğu zaman güneşe hasretler. Ama gelin görün ki bu bücür Hollanda hem tarım ve hayvancılık hem de sanayi ürünleri ihracatında bizi altıya yediye katlıyor. Üretiyorlar, ihtiyaç fazlasını satıyorlar ve bizi altıya yediye katlıyorlar! Ah bücür Hollanda ah, bize de yapılır mı bu?

Bizde toprak var, hava var, su var, güneş var ama üretemiyoruz. Kaldı ki elimizde yalnız Konya yok ki… Daha bereketli topraklarımız, havası suyu, iklimi daha uygun nice bölgemiz var ve Hollanda’yı kaç defa cebimizden çıkarırız! İki yıl önce Kıbrıs’a gitmiştim. Girne’den Güzel Yurt’a, Lefke’ye doğru giderken o verimli toprakları görünce yine dertlerim depreşmişti. Kıbrıs’ta da bir Hollanda yatıyor aslında. Orada bile aklı başında bir tarım projesi ile neler yapılır neler ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kendi ayakları üzerinde durabilir.

Ezcümle biz hem millet hem de devlet olarak beceriksizliklerimizin cezasını çekiyoruz. Türkiye’de siyaset kurumu sen ben kavgasından kurtulamadığı, başa geçenler günü kurtarmaya ve yakın çevresini âbâd etmeye devam ettiği müddetçe hep kötüye gideriz. Kısacası üretim yoksa gelişme hayaldir, günlük oyalamalar geleceği karartmaktan başka bir sonuç vermez. İşte küçük bir meselede bile dövizin alıp başını gitmesinin asıl sebebi, “kendi kendine yeten ülke” özelliğini kaybedip üretime dayalı güçlü bir ekonomi oluşturamamamızdır.

Üzerinde yaşadığımız topraklar bize her türlü imkânı vermesine rağmen kıymetini bilmiyorsak vatanımız mahzun olmaz mı, ben mahzun olmaz mıyım, siz mahzun olmaz mısınız ve dahi devamlı terakkiyi öğütleyen, ilim yolunu gösteren, Kur’an-ı Kerim’de devamlı olarak “Akletmez misiniz, düşünmez misiniz” diye soran dinimiz mahzun olmaz mı?

Hani yazımın başlangıcında arayıp da bulamadığım ama hayal meyal hatırladığım için bana ilham verip bu yazıya başlatan bir beyitten söz etmiştim ya, başlangıç cümlesi olarak yer almak değil de konuyu bağlamak istediği için beni yormuşmuş meğer. Yazımı bitirip uygun başlık ararken bulduğum “mahzun/üzgün, üzüntülü” kelimesi beni asıl aradığıma götürdü: Kendisiyle aynı noktaya geldiğimiz şu günlerde, yüz küsur yıl öncesinden hislerimize tercüman olan büyük vatan şairimiz Namık Kemal’in ruhu şad olsun:

“Ölürsem görmeden millette ümmid ettiğim feyzi

Yazılsın seng-i kabrimde vatan mahzun ben mahzun.”