2020 yılı gerçekten de farklı bir yıl oluyor. Dünyayı kasıp kavuran Korona Virüs belası adeta hayatımızı alt üst etti ve etmeye de devam edeceğe benziyor. Türkiye’de değişmeyen yalnızca siyasetin ayrıştırıcı, ötekileştirici tutum ve söylemleri. Özellikle -ve ne yazık ki- iktidar tarafının tuttuğu yol bu. Onun içindir ki normal olarak birileri “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” dediği zaman hemen bir parantez açarak “Türkiye hariç” diyor, hiçbir işimizin ele benzememesine şaşırıp hayıflanıyorum.

Televizyon ekranlarında, kameralar karşısında “Ölüm listesi hazırladıklarını, bunun için hazırlıklı olduklarını” ilan edip “Karınızı kızınızı elimizden kim kurtaracak” diye kin kusanlar adeta göstermelik bir ifade alındıktan sonra serbest bırakılır, İzmir’de cami minarelerinden yükselen bilmem ne müziğini yayınlayan soysuzlar her türlü teknik imkâna rağmen ortaya çıkarılamaz. Gerçekten de rahmetli Karakoç üstadın o müthiş mısraı giderek daha da önem kazanıyor: “Adalet felç oldu, yürür değnekle!”

Bu hengâme, bu karmaşa İnşaallah kısa zamanda son bulur ve akl-ı selim galip gelir. Geçelim başlıktaki konumuza.

Buruk bir bayram yaşadık. Evlatlar anne babalarıyla, dedeler nineler torunlarıyla ve akrabalar, dostlar, arkadaşlar birbirleriyle kavuşup görüşemediler. Zaten burukluklar içinde geçen karamsar günlerimiz vardı. Ramazan Bayramı’nın da öyle geçmesi hepimizi daha çok etkiledi.

Ben Yahya Kemal Beyatlı’yı ve O’nun şiirlerini çok sever, başucu kitaplarımdan biri olan Kendi Gök Kubbemiz’i açıp şiirlerini okurdum. Derken Birinci bayram günü sabahı değerli bir arkadaşım O’nun “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” isimli abidevi şiirinin çok güzel bir kaydını göndermesin mi? Şiir muhteşem, ses güzel, okuyuş şahane idi. Gözler buğulu, gönül coşkulu olarak yaşanan burukluğun da etkisiyle artık şiiri dinlemiyor anlatılan sahneleri, yüreklere nakşedilen olayları yaşıyordum:

“Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede

“Bir mehâbetli sabah oldu Süleymâniye`de

Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,

Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi

Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan,

Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan.

Gecenin bitmeye yüz tuttuğu andan beridir,

Duyulan gökte kanat, yerde ayak sesleridir…”

……………………...

“Tanrının mâbedi her bir tarafından doluyor,

Bu saatlerde Süleymâniye târih oluyor…”

……………………….

“Gördüm ön safta oturmuş nefer esvaplı biri

Dinliyor vecd ile tekrar alınan Tekbîr`i

Ne kadar saf idi sîmâsı bu mü`min neferin!

Kimdi? Bânisi mi, mîmârı mı ulvî eserin?

Taa Malazgirt ovasından yürüyen Türkoğlu

Bu nefer miydi? Derin gözleri yaşlarla dolu,

Yüzü dünyâda yiğit yüzlerinin en güzeli,

Çok büyük bir iş görmekle yorulmuş belli;

Hem büyük yurdu kuran hem koruyan kudretimiz

Her zaman varlığımız, hem kanımız hem etimiz;

Vatanın hem yaşayan vârisi hem sâhibi o,

Görünür halka bu günlerde teselli gibi o,

Hem bu toprakta bugün, bizde kalan her yerde,

Hem de çoktan beri kaybettiğimiz yerlerde…”

………………………………..

“Gökte top sesleri, bir bir, nerelerden geliyor?

Mutlaka her biri bir başka zaferden geliyor:

Kosova`dan, Niğbolu`dan, Varna`dan, İstanbul`dan..

Anıyor her biri bir vak`ayı heybetle bu an;

Belgrad`dan mı? Budin, Eğri ve Uyvar`dan mı?

Son hudutlarda yücelmiş sıra dağlardan mı?

Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor?

Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!..

Adalar`dan mı? Tunus`dan m, Cezayir`den mi?

Hür ufuklarda donanmış iki yüz pâre gemi

Yeni doğmus aya baktıkları yerden geliyor;

O mübârek gemiler hangi seherden geliyor?

Ulu mâbedde karıştım vatanın birliğine.

Çok şükür Allaha, gördüm, bu saatlerde yine

Yaşayanlarla beraber bulunan ervâhı.

Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı.”

Yahya Kemal Beyatlı aslında dindar ya da dinimizin gereklerini tam mânâsı ile yaşayan biri değil. Ama İslamiyet, maneviyat, cami, ibadet, ibadetin önemi, birlik ve beraberliğimize katkısı, tarih şuuru başka nasıl anlatılabilir? O’nun bir de “Atik Valde’den İnen Sokakta” isimli şiiri vardır malum:

İftardan önce gittim Atik-Valde semtine,

Kaç def'a geçtiğim bu sokaklar, bugün yine,

Sessizdiler. Fakat Ramazan mâneviyyeti

Bir tatlı intizâra çevirmiş sükûneti;

Semtin oruçlu halkı, süzülmüş benizliler,

Sessizce çarşıdan dönüyorlar birer birer;

Bakkalda bekleşen fıkarâ kızcağızları

Az çok yakından sezdiriyor top ve iftarı.

Meydanda kimse kalmadı artık bütün bütün;

Bir top gürültüsüyle bu sâhilde bitti gün.

Top gürleyip oruç bozulan lâhzadan beri,

Bir nurlu neş'e kapladı kerpiçten evleri.

Yârab nasıl ferahlı bu âlem, nasıl temiz!

Tenhâ sokakta kaldım oruçsuz ve neş'esiz.

Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamı

Hadsiz yaşattı rûhuma bir gurbet akşamı.

Bir tek düşünce oldu tesellî bu derdime;

Az çok ferahladım ve dedim kendi kendime:

"Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür;

Mademki böyle duygularım kaldı, çok şükür."

“İşte şiir bu” demenin ötesinde orucu, oruçsuzluğu, inancı, inanca saygıyı böylesine anlatan, anlatabilen başka bir şiir var mıdır bilmiyorum. Hadi şiiri de geçtim, bu konuyu hangi hoca efendi, hangi vaiz böyle veciz ve etkileyici olarak anlatmıştır ya da anlatabilir? Yalnızca korkutarak, “Aman ha” diyerek verilemeyen maneviyat usta bir şairin mısralarında kalplerde yer ediveriyor. Kendisi oruçsuz ama oruçlunun halinden anlıyor, onlara gıpta ediyor ve öyle duygulara sahip olduğu için şükrediyor. O “şükür” yok mu o şükür? İşte o şükür de beni mahvediyor ve başka bir hatıra canlanıyor gönlümde…

Yıllar önce -sanırım 1998- bir akşamüstü telefonum çalmıştı ve Ülkü Ocakları Genel Merkezi’nin konser organizasyonlarında görevli olan bir genç arkadaşım arıyordu:

- Ağabey, Mustafa Yıldızdoğan’la birlikte Adana taraflarındayız ve akşam konseri var. Yıldızdoğan malum, Arif Nihat Asya’nın Dua şiirini de besteledi. Ancak burada kafasını karıştırdılar. Diyorlar ki, “Sen bu dua şiirini şarkı yaptın okuyorsun ama Arif Hoca içki içerdi!” Siz Arif Nihat Asya’yı tanıyorsunuz; ne dersiniz?

Güldüm ve şaşırdım tabii. Sonra şunları söyledim:

* Hiç alâkası olmayan bir şey… İçki içer ya da içmez, kimi ne ilgilendirir ki? Arif Hoca

bu eşsiz Dua şiirini yazmış ve “Müslümanlıkla yoğrulan yurdu Müslümansız bırakma Allahım” diye muhteşem bir mısra koyup nakarat olarak tekrarlamış mı?

* Evet!

* Bu şiiri her okuyan o mısradan sonra “Âmin” diyor mu?

* Elbette!

* Peki, Yıldızdoğan sahnede bu şarkıyı okurken her “Müslümanlıkla yoğrulan yurdu

Müslümansız bırakma Allahım” dediğinde binlerce kişi “Âmin” diye haykırıyor mu?

* Evet!

* O halde mesele bitmiştir. Dinimize göre öldükten sonra üç kişinin sevap defteri kapanmaz. Bunlardan biri de faydalı eserler bırakanlardır. Arif Hoca’nın bir de Peygamberimize yazdığı uzunca bir Naat’ı var malum. Bence yazılan en güzel naatlardan biridir. Der ki orada,

“Gel, ey Muhammed, bahardır...

Dudaklar ardında saklı

Âminlerimiz vardır!..

Hacdan döner gibi gel;

Mi'raç'tan iner gibi gel;

Bekliyoruz yıllardır!”

Bunları yazan Arif Nihat Asya’nın sevap defteri kapanmaz ama karalamaya çalışanların âkıbetlerini bilemem. Yıldızdoğan çıksın ve O’nun Duasını da Naatını da okusun.

* Sağ ol abi. Söyleyeceğim.

Söyledi ve o gece orada Dua okundu, binlerce kişi de “Âmin” diyerek Arif Nihat

Asya’nın ruhunu şad etti. Yıllardan beri de hem şiir olarak hem de şarkı olarak okunduğunda evlerde, yollarda, konser salonlarında, statlarda ve hatta O’nun fikriyatına karşı olan siyasilerin mitinglerinde bile bu dua okununca milyonlarca kişi “Âmin” diyerek yeri göğü inletiyor. Bundan büyük mutluluk, bundan büyük saadet ve bundan daha büyük sevap kazandıran bir servet olabilir mi?

Dolayısıyla Yahya Kemal Beyatlı ve Arif Nihat Asya’nın bu mânâda sevap defterlerinin kapanmadığı kanaatindeyim. Onlar ayrıca Türk Edebiyatı’nın iki güzide temsilcisi ve milli sesleridirler. Yalnız, kör bir taassup içinde oldukları için başkalarını tanımaktan uzak olanlar maneviyat yüklü o eşsiz şiirleri yazan Yahya Kemal Beyatlı ve Arif Nihat Asya’yı da karalamaktan geri durmuyorlar. Bu her devirde böyle olmuştur ve sürer gider. Çünkü ben, ilkokul kitaplarında ilahisini okuduğum ve bir şiirinde namazı şöylece anlatıveren Ziya Gökalp’e bile “kâfir” dendiğine şahit olmuş biriyim:

“Namaz nedir? Edep ile huzuruna çıkarak

Bizi yoktan yaratana gönlümüzü açmaktır

Bu dünyanın çirkin, iğrenç işlerinden bıkarak

Bir lâhzacık arşa uçmak cehennemden kaçmaktır.”

Nereden nereye geldik. Bizim fazla söz etmemize, yorum yapmamıza gerek yok. Söz yine şiirin olsun. Arif Nihat Asya o meşhur Naat’ında Peygamberimize hitap ederek günümüzün kötülerine ve kötülüklerine de söylenmesi gerekenleri dile getirmiş. Ders alma kabiliyeti olan varsa alsın, olmayan da sussun ve kaderine yansın:

“…Beşiğin, yurdun, yuvan

Mekke'de bunalırsan

Medine'ye göçerdin.

Biz dünyadan nereye

Göçelim ya Muhammed?

Yeryüzünde riya, inkâr, hıyanet

Altın devrini yaşıyor...

Diller, sayfalar, satırlar

(Ebu Leheb öldü) diyorlar:

Ebu Leheb ölmedi, ya Muhammed;

Ebu Cehil, kıtalar dolaşıyor!..”