Doğrusu, sıkıldım politik yazılar yazmaktan.

Ay çiçeği modundaki kıblesizlerin güneşi kovalaması gına getiriyor bir yerden sonra.

Liva-yı hamd sancağı altında toplanmak için yola çıktıklarını iddia edenlerin, liva-yı ranta tornistan edişleri,

Milliyetperverlerin beynelmilelcilerle iş tutuşları,

Hümanist sosyal demokratların eli kanlı bölücü örgüt yandaşlarına gül uzatışları kusmuk tadı bırakıyor zihnime.

Kendisinden başka hiç kimseyi ve hiçbir şeyi önemsemeyen adamların, tek derdi milletmiş gibi yaparak attığı nutukları alkışlamaktan yada bir bilge tavrıyla, onları eleştirip yol gösteriyor gibi yazmaktan nefret ediyorum.

Hepimiz ortalama insanlarız oysa.

Ne o bir politikacı olarak kimsenin bilmediği bir şey söylüyor ne ben herkesten farklı bir yorum getiriyorum.

Yazmayayım diyorum şu lanet konuları, bu mendebur herifi…

Sağlığa zararlı hem…

Hanım da uyarıp duruyor:

“Ekmeğinden olacaksın!” diyor,

“ Okuyan iki çocuğun var adam, seni işten atarlarsa yahut uzak bir yere sürerlerse nic’olur halimiz?”diyor…

Ben de her seferinde:” Rızk için kula boyun eğen müşrik olur” türünden bir Zeki KILIÇ fetvasıyla bitiriyorum bu tür tartışmaları ya sıkıyor işte bir yerden sonra.

 Başka şeyler yazayım diyorum.

Mesela ben, bir ırmak kenarında unutulmuş kimsesiz türküler bilirim.

Söylenmeye söylenmeye yosun tutmuştur mısraları.

Duysanız burnunuzun direği sızlar hasretten, iki damla yaş düşer toprağa gözlerinizden.

Yoksul çoban ateşlerinin parlattığı yıldız yıldız deyişler söylerim sonra,

Hızır Paşa’nın söyleyemediği, söylenmesini men ettiği,

Dedelerin ıssız dağ başlarında kendi kulaklarına duyurmaktan korkarak söylediği…

Kanın ve korkunun kenarına bir sevda imgesi, bir vefa cümlesi ekleyen deyişler.

“Gidip de gelmemek var Gelip de görmemek var” deyu vedalaşanların yalnızlığına yoldaşlık etmiş uzun yol türküleri bir de.

Doğdukları yerde doyamayan yoksul Anadolu çocuklarının savruluşlarını anlatan,

Kakülü ile bulut bulut gözlerini kapayan eli kınalı taşra kızlarının, taze gelinlerin acısını dillendiren türküler.

“At üstünde kuşlar gibi dönen…” yiğitlerin,

Gözü yaşlı kızların uğurladıkları 15’lilerin,

Yemen’de yitip giden delikanlıların dönemeyişleri üzerine yakılmış ağıtlar dinlerim çokça.

Ezberimde şiirler vardır bir parça.

Aruzlu heceli,

Vezinsiz vezinli şiirler:

“Yanarım mumlayın baştan ayağa/ Nedir bu yanmanın payanı yok mu” çaresizliğindeki Dehhanî’yle başlayıp,

“Gözlerin mi daha sıcak gülüyor yoksa dudakların mı/ Anlayamıyorum” şaşkınlığındaki kıymeti pek bilinmemiş büyük usta Dilaver Cebeci’de biten şiirler.

Nazım’ın saman sarısı Vera’sını, Attila İlhan’ın Aysel’ini Necip Fazıl’ın Çile’sini, Atsız’ın Geri Gelen Mektup’unu, Sezai Karakoç’un Mona Roza’sını kırık dökük mırıldanabilirim.

Havamda olduğum bir gün Şeyh Şamil’i okusam size, “Bana bir at bir de pusat verin” diye etrafınıza bağırırsınız garanti.

Abdurrahim Karakoç’un Mihriban’ında içlenir, bırakın Ülkücü olmayı içinizde azıcık insanlık kalmışsa Ozan Arif’in C-5’inde hüngür hüngür ağlarsınız.

İsmet Özel’i unuttum sanmayın. Bir Yusuf Masalı’nın Sebeb-i Telif’inden:

Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız
ve devam ediyor başkalarının hınçlarıyla
düşmanı gösteriyorlar,ona saldırıyoruz
siz gidin artık
düşman dağıldı dedikleri bir anda
anlaşılıyor
baştan beri bütün yenik düşenlerle
aynı kışlaktaymışız”  
mısralarında aldatılmışlığınıza kahredersiniz.

Ama olmuyor işte.

“Memlekette bunca dert varken aşkla sevdayla, çiçekle böcekle uğraşmaya utanmıyor musun?” diyor bir adam.

“ Eğitimci adamsın TEOG’u yaz, diyor öteki, Üniversite sınavından bahset”.

“ Benzin 5,60 TL oldu. Haberin var mı?” diye çıkışıyor bir başkası.

Biliyorum, haftaya yine kör olası siyaseti yazacağım.

Kaçarım yok.

Mahalle baskısı…