31 Mart – 06 Mayıs 2019… Nerede ise 1,5 ay sonra, Türkiyemizin en güvenilir kurumlarından birisi olmaya mecbur ve mahkûm olan YSK İstanbul seçimleri ile ilgili kararını nihayet açıkladı ama tabir yerinde ise “evlere şenlik” “dillere pelesenk”, “yoruma açık” bir karar:

“Bir kısım sandık kurullarının, ilçe seçim kurullarınca kanuna aykırı oluşturulması nedeniyle, 31 Mart 2019 tarihinde yapılan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçiminin iptaliyle yenilenmesine…”

Yani ne desem bilmem ki?

31 Mart günü sandık başına gittiğimizde elimize bir zarfla üç pusula verilmedi mi? Verildi! Oy verme kabininde bir de muhtar adaylarının pusulası var mı idi? Vardı!

Böylece zarfın içine tam dört adet pusula attık mı? Attık!

Bu dört pusulayı da aynı sandık kurulu/kurulları açıp sayarak kayda geçirdi mi? Geçirdi!

Pekii… Nasıl oluyor da “kanuna aykırı oluşturulduğu” belirtilen bu sandık kurulu ya da kurullarının Büyükşehir Belediye Başkanlığı için yaptıkları sayım “geçersiz” oluyor da İlçe Belediye Başkanları, Encümenler, Belediye Meclis Üyeleri, Muhtarlar için yaptıkları sayımlar üstelik aynı zarftan çıkmasına rağmen “geçerli” oluyor? Yetmiş yaşına merdiven dayadım, Herhalde 1973’ten beri sayısını bile unuttuğum seçimlerde oy kullandım ama böyle bir komedi, trajedi ya da kara mizaha şahit olmadım. Bu durumda İstanbul ilçelerinde başkanlık, il encümenliği, belediye meclis üyeliği ve muhtarlık için aday olup kaybeden herkes “Madem kanunsuzluk var, o halde bizim seçimler de yenilensin” diye ortaya çıksalar haklı olmazlar mı? Koskoca YSK kaş yapayım derken nasıl göz çıkarır da daha büyük bir kanunsuzluğa meydan verir?

Onun için ne yazsam, ne söylesem boş. Fuzuli Üstadın dediği gibi “Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil” ya da o güzel halk ifadesi ile “Oturup ağlasan ölüsün, kalkıp söylesen delisin diyorlar.” Sahi dostlar, ben ne yapayım, siz ne yapıyorsunuz? Sermayem yalnızca yazmak, yazabilmek. Yalan değil gerçektir,1960’lı yıllarda okuduğum ortaokul sıralarından beri şöyle veya böyle yazıyorum ama hep böyle olacaksa ve hak yerini bulmayacaksa niye yazayım, ne yazayım?

12 Eylül döneminde, büyük dava adamı, kendini unutup milletine adayan rahmetli Galip Erdem Ağabeyim de böyle bir duruma düşmüş ve yazmasını isteyen ülküdaşlarının ısrarları üzerine “Yazma Güçlüğü” başlıklı bir yazı kaleme almıştı. Ben de bu yazı başlığımın birinci bölümünü O’ndan kopyaladım. Yazımın devamını da Galip Ağabeyimin aziz ruhundan izin alarak yine O’na bırakıyorum:

“…Birkaç yıldan beri yazmayı sevmiyorum. Çünkü artık yazabileceklerimin fazla bir değeri ve manasının kalmadığına kesinlikle inanıyorum. Düşüncelerimi oldukları gibi, duygularımı da yaşadığım gibi yazmak isterim. Ufkum dar, kaabiliyetim az, ehliyetim noksandır. Uzakları pek iyi seçemem, yükseklerde dolaşmayı beceremem, başımın dönmesinden korkarım. Dünyanın önemli meselelerine, çağımız buhranlarının derin sebeplerine akıl erdiremem. Ben, sadece milletimi, milletimin mukaddes değerlerini, temel davalarını öğrenmeğe çalıştım, bilmeyenlere öğretmek isterim. İlgi saham milletimin dostlarını ve düşmanlarını tanımak, propaganda bombardımanının ve ihanetlerinin tozu dumana kattığı bir zeminde, uyuyanları uyandırmaktır. Dostla düşmanı, zararlı ile faydalıyı, hainle mücahidi ayıramadıktan, gerçek adlarını vererek yaptıklarını anlatamadıktan sonra, niçin yazayım?”

“…Kime ne anlatayım, niçin yazayım?”

“…Siz söyleyin bana, niçin yazayım?

İşte böyle… Herhalde yaklaşık 45 yıldan beri oy verdiğim ve tedrisinden geçtiğim Başbuğ Türkeş’in siyasi partisi artık tanınamaz hale gelmişse, bulunduğum ilde aday bile göstermediği/gösteremediği için beni yâd ellere oy vermeye mecbur bırakmışsa, bunca tecrübeme, geçmiş müktesebatıma, inandığım davaya hasbel kader yaptığım hizmetlere ve hala yazarken, konuşurken, çeşitli yerlerde sunumlar yaparken hep ideallerimizde yaşattıklarımızı anlatıp dururken kolaycıların yaftalamalarına muhatap olmaktan da kurtulamıyorsam, ben de Galip Ağabey gibi neden, niçin, nasıl yazayım?

Dağdaki çobanından camideki imamına kadar herkesin siyasetle uğraştığı, her okunanın, her söylenenin, her yazılanın siyaseten değerlendirildiği bir ülkede yazmak da konuşmak da gerçekten zor. Türkiye Cumhuriyeti’nin güzide kurumlarının da tarafsızlık ilkesinden sıyrılıp siyaset kurumunun emrine giren bir görüntü vermesi ise akıl alacak gibi değil.

Aynı çeşmeden su içeceğiz ama tahlile gönderilince benim içtiğim zararlı, senin içtiğin temiz, aynı seçimde sen İlçe Belediyesi’ne ben Büyük Şehir’e aday olup aynı sandığa oy atacağız, aynı kişiler sayacak ama bana verilen oylar geçersiz, sana verilen oylar geçerli sayılacak! Midem bulandı, başım dönüyor!

Gerçekten de bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu değil mi?