Hemen hiçbir yazımı çalakalem yazmıyorum. Verdiğim bilgiler, haberler tamamen araştırmaya dayalı. Siyasi bir bağımlılığım yok. Olan bağımlılığım da en azından 4 – 5 yıl önce koparılıp atıldı. Ben aynı ideallerin peşinde yürümeme rağmen gençlik çağımdan beri fikirlerini paylaştığım siyasi parti benden uzaklaştı, uzaklaştırıldı! Körü körüne siyaset yapıp inanmadıklarımı, içime sinmeyenleri savunmak zorunda kalmak da akıl işi değil. Onun için daha sağlıklı düşünebiliyor ve düşündüklerimi yazıya geçirebiliyorum.

Hal böyle olunca, akletme melekesini yitirip birilerinin peşine takılma kolaycılığını hayat tarzı haline getiren insanları memnun etmek zor. Siyasete kul olan kafaların eleştiriye tahammülü kalmıyor. “Hiç mi iyi bir şey yok, onları niye yazmıyorsun” diyorlar mesela. Ama benim aslında hep iyi şeyler yazdığımın farkında bile değiller. Ben israfa, lükse, şatafata, savurganlığa karşıyım. Kaç defa yazdığımı hatırlamam bile mümkün değil; devleti yönetenler, bürokratlar israftan kaçınırlarsa Türkiye’nin gücü EN AZ ikiye katlanır. Bu konuda çok ama çok iddialıyım. Öyle olursa millet vergi yükü altında ezilmez. Öyle olursa “Müşteri Garantili Yap İşlet Devret” saçmalığı ile bir milyonluk/milyarlık işler on – on beş milyona/milyara mal edilip dededen toruna borç altına girilmez. Yolsuzluklar, hırsızlıklar, adam kayırmalar, ballı börekli maaşlar, üç – beş yerden avantalar önlenirse, kul hakkı yenmez ve adalet gerçek manada tesis edilirse millet rahat eder, huzur bulur. Bunlar yapılırsa Devlet asli görevlerinden olan yolları, köprüleri, geçitleri, tünelleri, havaalanlarını, hastaneleri daha ucuza, daha kısa zamanda yapar, yaptırır. Geçmişte bunun örnekleri fazlasıyla görülmüş, en zor şartlar altında az zamanda büyük işler başarılmıştır.

Dış politikada Suriye ve Irak politikaları nereden nereye geldi. Göz göre göre bin yıllık Türk şehri Kerkük’ün tapu kayıtları tar u mar dildi, nüfus yapısı değiştirildi, Irak’ın kuzeyinde bir Kürt Devleti kuruldu. Türkmen kardeşlerimize zulmeden Barzanilerle Talabaniler kırmızı halılardan yürütülerek sözde paçavralarının gölgesinde ağırlandı, dünyaya açılabilmeleri için kendilerine pasaportlar verildi. Irak’taki bu kepazelik yetmezmiş gibi Suriye’de be benzer bir durum oluştu. “Kardeşim Esat” diyerek ortak Bakanlar Kurulu toplantısı düzenleyip havuz sefası yapılırken birden ABD’nin dümen suyunca orada da bir PKK/PYD devletinin önü açıldı.

Bu ve benzeri benzeri konuları yazınca iktidar partisi ile gönül bağı olan arkadaşlar hemen eleştiriyorlar. İzah etmeye kalkıyorum, “Bakış açımız farklı” cevabını alıyorum. Kardeşim ben hangi açıdan bakarsam bakayım bu işlerde bir çarpıklık görüyorum. Allah’a şükür gözlerim iyi görüyor. İktidar ya da muhalefetten herhangi bir siyasi hareket ile gönül bağım ve menfaat birliğim de yok. Onun için hak bildiklerimi yazmaktan çekinmiyorum, çekinmeyeceğim. “Dilsiz şeytan” olmadım, olmayacağım.

Bir de işin beri tarafı var! Bir konuyu yazınca, yazının tamamını okuyup okumadığı, okusa bile anlayıp anlamadığı şüpheli olan arkadaşlardan sesler yükseliyor /yorumlar yapılıyor: “Sen onları bilmiyor musun?” Biliyorum kardeşim, biliyorum da onun için yazıyorum ya zaten. Ortalıkta boş boş konuşup dedikodu yapmaktansa tarihe not düşüyorum. “Söz uçar yazı kalır” diye boş yere söylememişler. On, yirmi, otuz, elli, yüz yıl ve hatta yüz yıllar sonra bile bu yazılar arşivlerde duracağı için gelecek nesiller babalarının, dedelerinin neler yaşadıklarını, ne sıkıntılar çekip ne mücadeleler verdiklerini okuyup anlayacaklar. Okumak ve yazmak iyidir, güzeldir, tavsiye ederim.

Hem nalına hem mıhına sitemler gönderdikten sonra işimize dönelim.

Allah daha büyük afetlerden korusun, 2019 yılı ortalarında Trabzon, 2021 yılı ortalarında da Rize’de sel felaketleri oldu. Her iki felakette de üç Bakan üç ayrı uçakla ilgili bölgelere gittiler. 2019 yılında durum eleştirilmişti, dikkate alınmadı, “inadım inat politikası” ile yine gittiler. Peki, alel acele gittiler de ne oldu? Yağmurları mı dindirebildiler, sellerin önüne mi geçebildiler? Hiçbirisi olmadı, olması da mümkün değildi zaten. Ama gittiler, anlayış bu olduktan sonra gitmeye de devam edecekler.

Felaketleri en az kayıpla atlatmak alınmış ve alınacak tedbirlere bağlıdır. Her ilin Valisi, Belediye Başkanları, Kaymakamları var. Onlar ilk müdahaleleri yapar, merkezi hükümet de Ankara’dan talimatını verir, ödeneğini gönderir. İlgili Bakan ya da Bakanlar yapılan çalışmaları görmek için ayrıca gidebilirler ama hiçbir zaman üç uçakla değil!

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yönetenler böylesine müsrif olmamalıdırlar. Ekonomisi bizden sekiz – on kat güçlü olan Almanya’nın bir numarası Arjanti’nde düzenlenen uluslararası toplantıya İspanya aktarmalı bir tarifeli uçakla gitmişti. O görüntüyü hiç unutamıyorum. Aynı toplantıya bizim Bilim ve Teknoloji Bakanımız bir özel uçakla gitmiş hatta yine tarifeli bir uçakla gelen başka bir ülkenin Bakanını da kendi ülkesine bırakıp öyle dönmüştü. Ne yalan söyleyeyim, Almanları ve Merkel’i kıskandım, kıskanıyorum. Yazdığım işte bu ve benzeri konular; yazmayayım mı? Milletimizin haklarını korumak hepimizin vazifesi değil mi?

Rize’deki sel felaketinden birkaç gün sonra bölgeye Sayın Cumhurbaşkanı da gitti. Baktım, adet edindiği üzere orada da insanlara, “keyif çayı” dediği çay paketleri atıyor. Gerçekten yadırgadım. “Araştırmadan yazmıyorum” dedim ya, hemen telefona sarılıp Almanya’dan Fransa’dan bilgi aldım. Mesela Merkel, mesela Macron yaptıkları yurt içi seyahatlerde insanlara bir şeyler veriyorlar mı, üzerlerine atıyorlar mı diye sorarak geleceğini bildiğim cevapları teyit ettirdim. Kesinlikle böyle bir şey yok. Fransa’daki arkadaşım, “Buralarda öyle şeyler olmaz ve çok ayıp karşılanır. Siyasiler kesinlikle insanlara hizmetten başka bir şey vermezler. 46 yıldır Fransa’dayım, Noel günlerinde Noel Baba kılığına giren görevlilerin çocuklara şeker dağıtmasından başka millete verilen ya da üzerlerine atılan bir şeye rastlamadım. İnsanlar da zaten böyle bir şey beklemezler ve yapılsa en ağır şekilde eleştirirler. Türkiye’deki örnekler milletimizin yoksul ve muhtaç durumda olduğu kanaatini uyandırıyor. Biz de bu durumu Fransızlara anlatmakta güçlük çekiyoruz.”

Almanya’da bizdekilerden kat kat fazla bir yağış ve su baskınları olmuştu malum. Almanya’daki arkadaşım şunları anlattı. “Böyle bir felaket görülmemişti. Adeta Nuh Tufanı gibi bir şeydi. Felaketten sonra Federal Devletin Başbakanı Şansölye Angela Merkel ağır kayıpların yaşandığı eyalete gitti. Eyalet Başbakanı muhalefet partisine mensuptu. Buna rağmen orada elini tutup bırakmadı ve ‘Devlet olarak elimizden ne geliyorsa yapacağız’ diye teselli etti. Bizdeki siyasiler gibi karalamaya kalkmadı.”

Ben, bizde de bu anlayışın yerleşmesini, kör dövüşüne dönen ilkel mi ilkel siyaset anlayışının terk edilmesini istiyorum. Bunu istemekle kalmıyor; hem millet hem de devletimizi yönetenler olarak neden Mehmet Akif’in “İşleri var dinimiz gibi, dinleri var işimiz gibi” dediği Avrupalılar gibi olamıyoruz diye hayıflanıyorum. Yanlış mı yapıyorum? İşlerimizi onlara benzetebilsek fena mı olur? Bunu yapamayınca ne oluyor biliyor musunuz? Çocuklarımız, “Geleceğimizin teminatı” diye parlak nutuklar çekilen gençlerimiz bir bir o diyarlara göçüyor ve buralardan kaçıyorlar. Bunları görmezden mi gelelim? Sebeplerini araştırıp yazmayalım mı?

Ey iktidarın her yaptığını adeta “ilahi bir buyruk” gibi algılayıp toz kondurmayan vatandaşlarımız! Örnekler çok ama mesela 2020 yılında 1 milyon 279 bin 352 kişilik yolcu garantisi verilmesine rağmen yalnızca 7 bin 429 kişi tarafından kullanılan ve 2044 yılına kadar bu garanti ile işletilecek olan Zafer Havaalanı’ndan uğranılan zarar seni rahatsız etmiyor mu: Yarın “Çocuklarımız, torunlarımız bize ne der” diye aklına getirmiyor musun? Kamuoyunda “Tüpçü” diye bilinen kişinin şirketine Ziraat Bankası’ndan verilen ve akıbeti meçhul olan 750 milyon dolarlık kredi niye ödenmedi, ödendiyse niye açıklanmıyor? Bunu sormayacak mısın?

“Eskiden ödediğimiz vergiler yol – su – elektrik olarak geri dönerdi; şimdi birilerine 3 – 5 maaş olarak geri dönüyor” serzenişlerinden rahatsız olmuyor musun? Başka ülkelerin vatandaşları olduğu halde “Büyükelçi” yapılanlar, “Bakara makara, takara tukara” diye “ayet salladığını” söylediği halde ödüllendirilenler, onların “sızmış sarhoş görüntüleri” seni rahatsız etmiyor mu? FETÖ, PKK ve Ermeni Politikaları savunuculuğu yapan, terör örgütleri ile vuruşurken hayatını kaybedenlerin “şehit sayılamayacağı”, “Türk Bayrağı yerine Türkiye Bayrağı denmeli” gibi saçmalıklar ileri süren birinin TRT Yönetim Kurulu’na atanması da seni ilgilendirmiyor mu? Bunları söylediğim zaman “Haksızlık yapan kimse cezasını çeksin” demek seni kurtaracak mı? Asıl olan haksızlık yapanlarla mücadele ederek Peygamberimizin Hadis-i Şerifleri gereği “Nerede bir kötülük görülürse elinle, dilinle önlemek” değil mi? Yoksa imanın zayıf da kimseler görmeden, duymadan “kalbinle buğz edip” sorumluluktan kurtulduğunu mu sanıyorsun?

Derdim çok; “Açtırmayın kutuyu, söyletmeyin kötüyü” misali daha ne örnekler var ama idraki olan, olup bitenlere azıcık kafa yormasını bilen ve tabii ki aklını kiraya vermemiş olanlar gerçekleri göreceklerdir. Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor: “Hala düşünüp öğüt almayacak mısınız?” (Secde Suresi, Ayet 4)