Çok rüya gören biri değilimdir. Gördüğümü de unutur, ertesi gün hemen hiçbir sahneyi hatırlayıp anlatamam ama bu defa öyle olmadı. Uykumun en tatlı yerinde, hani “cin gibi” tabir edilen kabilinden çıtı pıtı bir kız yanıma gelerek kendini tanıttı:

- Adım Ülkü. Ablamın adı Asena, ağabeylerimin adları da Kürşad, Kültigin ve Alpaslan. Şimdilik tam beş kardeşiz!

Yaşım küçük ama çok şey biliyorum. “Yüz milyonluk milliyetçi Türkiye” için babam çok çocuğunun olmasını istemiş; isimlerimizi de hep tarihten almış. Annem bir çocuk daha bekliyor ve onun adı da hazır: Kız olursa Bilge, erkek olursa Bilge Kağan! İki erkek kardeşim daha olursa onlara da Tuğrul ve Çağrı Beylerin adları verilecek.

Asena “dişi kurt” demekmiş. Ablama onun için bu ad verilmiş. Babam çok eskiden Türklere dişi bir bozkurtun yol gösterdiğini söylüyor. Kürşad çok yaman bir kahramanmış. Şimdilerde biz Çin devletine sesimizi çıkaramasak da eskiden atalarımızın korkusundan ülkelerini çepeçevre duvarlarla çevirmişler. Şimdi ise orada bulunan yüz binlerce Türk işkence görüyormuş ve bütün dünya gibi biz de sessiz kalıyormuşuz…

Her neyse işte bu Kürşad tam 40 kişiyle koca Çin İmparatorluğu’nun sarayını basıp kahramanca savaşmış. Kültigin iyi bir komutan, Alpaslan eşsiz bir başbuğmuş. Aslında Alpaslan ağabeyime Türkeş adını düşünüyormuş babam ama hem Malazgirt zaferini kazanan Alpaslan’ı hem de ülkücü hareketin lideri Alpaslan Türkeş’i çağrıştırsın diye bu adı vermiş.

Ülkü ise çok güzel, çok kıymetli bir şeymiş. İnsan ülküsü için her şeyi göze alır, canını bile feda edermiş. Ulaşılmak istenen en son hedefmiş ülkü. Bu ülkünün peşinden gidenlere “ülkücü” denirmiş. Ülkücü; dürüst, yiğit, ahlâklı, terbiyeli ve alçakgönüllü olurmuş. Kimsenin kalbini incitmez, kimseye kötülük etmezmiş. Bir iyilik meleği imiş ülkücü. Yemez yedirir, giymez giydirirmiş. Vatanı – milleti için kendini feda eder, hiç menfaatini düşünmezmiş. Aç kalır, susuz kalır ama başkasının malına göz dikmez, kimsenin evine baskın düzenlemezmiş. Hoşa gitmeyen, yüz kızartan hiçbir işe bulaşmazmış ülkücüler. Hele devlet malını öyle korurlarmış ki, zarar vermek isteyenler onlardan çok korkarlarmış...

Babam bize hep böyle şeyler öğretirdi. Şimdi on iki yaşındayım ama dört - beş yaşından beri bunları biliyorum! Tabii ablam ve ağabeylerim benden daha çok şey biliyorlar. Yaşım küçük, kim bilir daha neler öğreneceğim? Anneciğimle babacığım sağ olsunlar, daha dört yaşımdayken; okuyup yazmayı bile bilmezken bayrak şiirini ezberletmişlerdi bana da bir toplantıda okumuştum:

Ey mavi göklerin kızıl ve beyaz süsü...

Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü

Işık ışık dalga dalga bayrağım;

Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım

Sana benim gözümle bakmayanın

Mezarını kazacağım.

Seni selamlamadan uçan kuşun

Yuvasını bozacağım.

Bir şiir daha öğretmişlerdi:

Delinse yer, çökse gök; yansa, kül olsa dört yan

Yüce dileğe doğru yine yürürüz yayan.

Yıldırımdan, tipiden, kasırgadan yılmayan,

Ölümlerle eğlenen tunç yürekli Türkleriz...

Bunlar çok güzel şeylerdi ve ben mahallemizle okulumuzdaki arkadaşlarımdan çok daha bilgiliyim ve iyi şiir okurum. Onun için öğretmenlerimiz her bayramda bana şiir okuturlar.

Okumayı öğrendiğimde babamın aldığı ilk kitabı hâlâ saklıyorum: Bilge Kağan! O’nun Türk milletine söyleyip Orhun âbidelerine yazdırdığı nutkun bazı yerleri hâlâ ezberimde ve hiç unutmayacağım:

“Bilgisiz, kötü kağan oturmuştur. Buyruğu da bilgisizmiş tabi, kötü imiş tabi. Beyleri, milleti uyumsuz olduğu için... Beyleri karışıklık çıkardığı için Türk Milleti il yaptığı ilini elinden çıkarmış, kağanını elinden çıkarmış... …Tanrı buyurduğu için; devletim, kısmetim var olduğu için ölecek milleti diriltip besledim. Çıplak milleti giydirdim, fakir milleti zengin kıldım… …Türk Milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım. Küçük kardeşim Kültigin ile iki Şad ile öle yite kazandım… …Türk Oğuz Beyleri, Milleti, işit! Üstte gök çökmese, altta yer delinmese; Türk Milleti, ilini ve töreni kim bozabilecektir? Türk Milleti! Titre ve kendine dön!..”

Ülkü konuşup anlatıyor ve ben hayranlıkla onu dinliyordum. Derken yüz ifadeleri birden değişti, bana doğru öfkeli bir sesle haykırdı:

- Ama Türk Milleti bir türlü titreyip kendine gelmiyor, düşünmüyor. Ülkücüler ülkülerini unutmuş, devleti yönetmeye talip olacak yerde amaçsızca oturup duruyorlar. Bu da yetmezmiş gibi birkaç gün önce bir başka parti liderinin evinin önüne gidip bağırıp çağırmışlar mı ne? Ben televizyon haberlerine bakmadığım için haberim yoktu. Annem babam da zaten böyle şeyleri anlatmazlar ama o sabah bir şeylere kızdıkları belli idi. Babamın, ‘Memleketin bunca derdi varken bu çağdışı kalmış kabadayılıklar yakışmıyor. Böyle bir rezalet olmaz, olmamalı’, annemin de ‘Çok ayıp, yazık ettiler’ dediklerini hatırlıyorum. Yazık olanın ve o rezaletin ne olduğunu ise okulda öğrendim. Beni ve ailemi iyi tanıyan arkadaşlarım ‘Sizinkiler ne yapmışlar öyle’ deyip yaşananları anlatınca önce inanamadım. Yok, öyle şey olur mu? Annem babam ülkücülüğü bana böyle anlatmamışlardı ki! Ne yazık ki olan olmuş ama bazılarının sözleri bana daha da çok dokunmuştu; ülkücüler ve MHP ile ilgili ileri geri konuştular işte, çok üzüldüm. Arkadaşlarıma kızmak yerine hak verdim ve inanır mısınız, o an için adımın “Ülkü” olmasından dolayı utandım.

Eve gittiğimde annem üzülüp ağladığımı görünce, “Kötü örnek işin özünü değiştirmez yavrum. Tarih böyle davrananları cezalandıracaktır, göreceksin” dedi. O zaman teselli buldum ve adımla bir daha gururlandım.

Babam ise akşam eve geldiğinde çok üzgün ve sinirliydi. Her akşam elinde uzaktan kumanda haber takip eden babam, haber saatinde başka programları açıyor, habere rastlayınca hemen kanal değiştiriyordu. Biz de bir şey diyemiyorduk. Bir süre sonra Kürşad ağabeyim, “Boşuna uğraşma baba”, dedi. “Olayı hepimiz biliyoruz ve üzgünüz. Baştakilerin davayı falan düşündükleri yok. Bu ülkede nasıl ki din adına ortaya çıkanlar Müslümanlara en büyük zararı vermişlerse, ülkücülük adına söz sahibi olanlar da davamıza zarar veriyorlar. Bu günler de elbet geçecektir!” Babam “haklısın” dercesine ağabeyime baktıktan sonra televizyonu kapatarak odasına çekildi.

Ben öylece susuyordum ama Ülkü durmuyordu. Bu defa benden ve benim şahsımda herkesten hesap sordu:

- Bey amca! Sen ve “Ülkücüyüm” diyen, “Ülkücülük” adına söz sahibi olduğunu iddia edenler! Lütfen işin doğrusunu söyler misiniz? Daha yaşım küçük... Henüz 12 yaşındayım ve adım Ülkü. Eğer Ülkücülerin siyaseten ülke yönetiminde söz sahibi olma gibi bir amaçları yoksa ve Bilge Kağan’ın işaret ettiği “Bilgisiz, kötü, uyumsuz” beylerseniz, annemle babamın bana anlattığı Ülkücülüğü kimler bu hale getirmişse vay hallerine! Yarın büyüyünce hesap soracağımdan emin olabilirsiniz! İktidar olup devleti yönetmek istenmiyor ve gelen fırsatları tepiliyor ama ben öyle yapmayacağım. Türk Milleti’ni Türk ülkücüleri yönetmelidir, ben ve arkadaşlarım bunun için çalışacağız. Yeter ki bize çelme takmayın!..

Bunları söyledi ve adeta uçarcasına aydınlık ufuklara doğru süzülüp gitti. Siyaseten sorumluluğum yoktu ama varmış gibi, suçlu yalnızca benmişim gibi utandım, ezildim, bir şey diyemedim. Ne diyebilirdim ki?

Ya da siz olsaydınız bir şey diyebilir miydiniz?